Reportare’de her hafta düzenli olarak yazmaya başlarken dil ve iletişim hakkında birtakım konular üzerinde durmayı düşünmüş, işbu sebeple köşenin adını “Diletişim Yazıları” olarak belirlemiş ve sanki uymak mümkünmüş gibi kendime göre bir konu sıralaması bile yapmıştım. Bunları yaparken gözden kaçırdığım, akıldan çıkardığım nokta ise Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmamdı. Biz T.C. vatandaşları olarak taş çatlasa bir hafta vadeli planlar yapabiliriz ve biliyorsunuz ki taş da kolay kolay çatlamaz. Her hafta değil, her gün ve hatta bazen günde birkaç kez gündemin sert bir şekilde değiştiği bir ülkede kendi ilgi alanınıza odaklanıp o konuda amatörce de olsa bir üretimde bulunmak bir hayli zor. Türk edebiyatının bence en büyük yazarlarından biri olan Ahmet Hamdi Tanpınar bu durumu zamanında öyle güzel özetlemiş ki üstüne laf söylemek, eklemede bulunmak hem kolay değil hem de gereksiz: “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.” Hâlimizi ahvalimizi mükemmel bir şekilde anlatan bu cümleye belki sadece “Hele bu aralar hiç…” şeklinde bir zeyl düşülebilir. Hülasa bambaşka niyetlerle başladığım bu yazı serüvenine bambaşka bir akıbetle devam ediyor ve geçtiğimiz haftanın yine çok alengirli olan gündemine bodoslama dalıyorum müsaadenizle, affola!..
Rahmetli babaannem ayaklı “Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü” gibi bir kadındı. Her duruma ilişkin bir deyimi, diyeceği ne olursa olsun kullanacağı bir atasözü muhakkak olurdu dilinde. Fakat benim aklıma kazınan sözlerden birini; çok şaşırtıcı, insan aklını, mantığını ya da sabrını zorlayan durumlar için söylerdi: “Yaşa ki göresin.” Bu söz bir yanıyla çok basit, diğer taraftan çok açıklayıcı oldu hep benim için. İçinde hem “Her şey insan için, şaşırma.” hem de “Karşına sürekli şaşıracağın bir şeyler çıkacaktır.” yargıları vardı bu sözün. Bugünlerde neredeyse her gün babaannemi anıp kendi kendime mırıldanıyorum: “Yaşa ki göresin Ali, yaşa ki göresin.” Ülke, bir gün daha yaşamak için tek motivasyon kaynağı olarak bir gün sonra yaşanabilecek abukluklara ilişkin meraktan başka bir şey sunmuyor zira. Yaşayıp göreceğiz demek ki, yapacak bir şey yok. Geçtiğimiz hafta da yaşadık ve gördük, hem de bu defa abukluk konusunda kombo yaptı gördüklerimiz.
Bir süredir Merkez Bankası’nın döviz rezerviyle ilgili tartışmalar var, malumunuz. 128 milyar dolarlık bir kayıptan söz ediliyor ve bu gerçekten sıradan bir faninin aklının almayacağı bir miktar. Misal hâlâ kimse çıkıp bu kadar parayla kaç futbol sahası kaplanacağını hesaplamadığı için ben tam olarak idrak edebilmiş değilim bu parayı. Biliyorsunuz bizim ölçü birimlerimizden en önemlisi futbol sahasıdır. Metrekaredir, ardır, dekardır pek bir şey ifade etmez; ama misal “28 futbol sahası büyüklüğünde…” dendi mi “Haaaa, şimdi anladıııım.” diyerek idrak ederiz mevzuun büyüklüğünü. Bu 128 milyar dolar meselesinde iktidarın balkon balkon gezip afiş toplaması falan bir yana, yapılan açıklamalar çok ilgi çekici. Etkili ve de aşırı yetkili mercilerden konu hakkında çeşit çeşit yorum geldi. “1 kuruş bile kaybolmadı.” diyen de var “Kaybolan bir şeyin varlığından söz edilemez.” diyerek olaya ontolojik yaklaşan da. “Biz onu korona için harcadık.” da dendi, “Vatandaşa dağıttık onu, ev ev, eşit biçimde hem de.” şeklinde bir açıklama da yapıldı. Yapılan her açıklama bir öncekini yalanlamasa bile ayağını kaydırdı, kaydırmaya devam ediyor. Hani bir sözcüğü peş peşe tekrarlarsınız da kulağınıza anlamsız gelmeye başlar ya, bu iş de ona dönecek galiba. İktidar bu şekilde bir strateji geliştirdi konuyla ilgili, bana öyle geliyor. Siyasal iletişim açısından ne kadar başarılı bir taktik olacağını yaşayıp göreceğiz.
128 milyar doların akıbeti merak ediledursun bir de belediyelerin aracılık faaliyeti sonucu gri pasaportla yurtdışına doğru uzayıp “Biz burada iyiyiz ya, siz memlekete bizden çoook çok selam söyleyin.” diyerek ülkeden fıyanlar mevzuu patladı. Anlaşılan o ki birçok belediye, gıcır gıcır dernekler üzerinden ve bir miktar da para karşılığında vatandaşlara gri pasaport olarak da tabir edilen hizmet pasaportu tedarik edip postmodern bir kavimler göçünün önünü açıvermiş. Hatta bu işlere bulaştığı sabit bir belediye başkanı “Aman ya, boşverin. Boş beleş adamları yolladık hep zaten.” tadında bir açıklama yapma cesaretini bile gösterdi. İşin belediyeler kısmı AKP’li belediyeler kapsam dışı tutularak CHP ve İYİ Parti belediyelerinin soruşturulmasıyla devam ediyor. AKP’li belediyeler konusunda herhangi bir yaptırımı geçtim, soruşturma açılıp açılmayacağını da yaşayıp göreceğiz. Benim bu konuda esas merakım ise işin pasaport kısmına ilişkin. Pasaport denen zımbırtının tarihi incelendiğinde bu belgenin devletler tarafından vatandaşlarına bir çeşit güven mektubu işlevi taşıması maksadıyla verildiğini görüyoruz. Yani devlet, kendi pasaportunu taşıyan vatandaşına kefil olarak yabancı ülkelere “Bak bu benim vatandaşım ha, sizin oralarda başına bir iş gelirse benimle muhatap olmak durumunda kalırsınız.” diyor.
Bazı ülkeler pasaportu olan her yabancıya buyur geç dememek için vize denen başka bir zımbırtıyı icat ediyorlar ve sürece ilişkin kendi karar alma haklarını garanti altına alıyorlar; ama bu defa da özel pasaportlar icat olunuyor. Kritik görevdeki bazı devlet memurları vs. için devletler arası anlaşmalarla kullanım şekilleri belirlenen vizeden muaf pasaportlar devreye giriyor, gri pasaport da işte bunlardan biri. Yani devlet gri pasaport verdiği vatandaşı için vize isteyen devlete bu defa “Bak sen vize istiyorsun, ama bu arkadaş benim güvencemde. Bir iş için gidip gelecek, tatsızlık çıkarma, vizeyle mizeyle uğraştırma.” demiş oluyor. Bir devlet için, umuma mahsus pasaportu (yani sıradan ölümlü pasaportu) olan ya da pasaportu bile olmayan bir vatandaşının başka bir ülkeye kaçması bile önemli bir mesele olmalıyken belediyeler ve pasaport işlerine bakan bürokrasinin ortaklığıyla bu şekilde bir çeşit insan kaçakçılığı organizasyonun yürütülmesi ne anlama gelir ben gerçekten hakkıyla yorumlayamıyorum. Peki bu skandalın sonu ne olur, sorumlular cezalandırılır mı, benzer olayların yaşanmaması için devlet içinde tedbirler alınır mı? Yaşayıp göreceğiz.
Haftanın bir diğer olayı ise kaybolan atlardı. MHP’li Hatay- Dörtyol belediyesine İstanbul BB tarafından hibe edilen ve kaybolmasınlar diye üzerlerinde çip bulunan yüz attan doksan dokuzu kayboldu ve atların akıbeti hâlâ belli değil. Dörtyol Belediye Başkanı bu yazının yazılmasından kısa bir süre önce yaptığı açıklamada atlardan sucuk yapılmadığını, zaten bu milletin attan sucuk yapmaya ihtiyacı olmadığını belirtti de birazcık içimiz rahatladı; ama sucuk yapılmayan doksan dokuz atın nerede olduğu belli değil. İnsan bir yandan da neden yüz attan doksan dokuzu kayboldu, o bir at niye garip gibi geride kaldı diye düşünmeden edemiyor. Belediyelerin yurtdışına gönderdiği kafilelerden geriye de genelde yalnızca bir kişinin döndüğü de düşünülürse… Neyse, alakası yoktur onunla tabii. Bu arada partisi MHP’nin bu olaydan ötürü istifasını istediği Dörtyol Belediye Başkanı da gereğini yapıp partiden istifa ediyor; ama MHP Genel Merkezi’nin istifayı isteme sebebi de atların kaybedilmesi değil, atların CHP’li bir belediyeden hibe olarak kabul edilmesi. Bakalım kaybolan atlar hadisesinde sonuç ne olacak? Atların sağ salim bulunmasını umut etmekten başka bir şey gelmiyor elden. Yaşayıp göreceğiz.
Bir hafta içinde gündem olan üç olaydan da anlaşılacağı üzere cennet vatanımız Alice’in tavşan deliğinden geçip ulaştığı harikalar diyarından farksız deneyimler sunuyor insana. Lewis Carroll yaşasaydı da fantastik bir dünya nasıl yaratılır görseydi keşke. Tanpınar’ın cümlesini geçtiğimiz haftaya uyarlayıp “Türkiye evlatlarına bu hafta da rezervler, pasaportlar ve atlardan başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermedi.” desek kusurumuz olmaz sanki. Ya da bir başka büyük yazarımızın, Yaşar Kemal’in çok bilinen bir cümlesine takla attırabiliriz bu haftanın gündemi için: “O iyi rezervler, o güzel atlara binip çekip gittiler. Hizmet pasaportuyla yurtdışına çıkmışlardır çoktan.”
Reportare · Rezervler, Pasaportlar, Atlar | Dr. Ali Gül