Yaşamak

0
167
bebek evi

‘Ama yaşamımız asla bir evcilik oyunundan öteye gitmedi. Senin oyuncak karın oldum, tıpkı babamın oyuncak kızı olduğum gibi.’

Henrik Ibsen

Bir insan kaç yıl yaşar? Ortalama 60 – 70 yıl. Peki nasıl yaşar? Çoğu ömür aynı şeylerin 60 – 70 sene tekrarlanmasıyla geçer durur; büyü, okula git, oyun oyna, büyü, yemek ye, işe git, çalış uyu. Basit, pek çok kişinin sahip olduğu bir rutin. Şimdi bu rutinden bazı şeyleri çıkaralım; büyü, yemek ye, uyu. Arada görünmez detaylar elbette ki var ama bu rutin çok önemli bir dorunun yanıtı: Bir kadın nasıl yaşar?

Cevabı kolay gibi gözüken zor bir soru aslında bu. Doğru cevabı bulmak için soruyu parça parça inceleyelim, hazır mısınız? Pekala, başlıyoruz. Kadın. Annemi, kardeşimiz, belki de biz. Kadınız. Küçükken saçları örülen, oyuncak bebeklerle ilgilenen, okul bahçesinde seksek oynayarak teneffüsün bitmesini bekleyen kişiler… Tabi bu eğer şanslıysa, hayır, şanssız değilse yaşadığı çocukluktur kadının. Mutlu, sakin, oyunlardan ibaret bir çocukluk, tıpkı olması gerektiği gibi. Gençliğe gelelim, en sarsıntılı, adapte olmanın en zor olduğu dönemlerden biri, büyümenin gerçekten hissedildiği. Okul, dersler, arkadaşlar, belki de ilk aşk. Hepsi gençliğe sığar. Ancak bu şanssız olmayan kadınlar için geçerli. Hayatın bu iki dönemindeki ‘şans’ sonrasına düğüm atar aslında, en azından öyle olduğuna inanırlar, inanırız.

Çocukluğunu okulda değil evde, gençliğini dolu dizgin değil kafese kapatılmış gibi geçirmek zorunda kalan kadınlar ise bu düğümü atanın kendileri olduğuna inanır, öyle yaşar. Yaşamak… Sıra bu kelimede. ‘Yaşamak’ nedir sizce? Sevdiğin şeyleri yapmak mı, özgürce nefes almak mı yoksa benimsediğin rutinin dışına çıkmamak mı? Hiçbiri ya da hepsi. Fark etmez. Ancak ömrü henüz tazeyken düğümlenmiş kadınlar ne yazık ki bu kelimenin tanımı kendi yapamaz. Çünkü ‘yaşamanın’ ne demek olduğunu bilme hakkı onlardan almıştır.

‘Nasıl?’ Soruda geriye kalan kelime. Kadın nasıl yaşar? Hür, istediği gibi, zevkle. Keşke cevap bu olsaydı. Kimisi için böyle olabilir. Ama biz genele bakıyoruz. Kadınlar belirlenen kuralların içinde yaşıyor, yaşamak zorunda kalıyor. Bu kuralları koyan hegemonya kimin? Bazen baba, bazen eş, bazen anne. İsimler değişiyor fakat bu cümlede yaşayamayan hep kadın oluyor.

Burada bahsettiğim ‘yaşama’ soyut olan. Zevk almak, gülmek, mutlu olmak, kimi zaman da biraz üzülmek. Hayatını yaşamak. İstekleri görmezden gelinen, ekonomik gücü olmayan, fikirlerine kulak asılmayan kadınlardan çalınan şey bu. Kadını ruhtan yoksun, yalnızca fiziki hareketlerden ibaret olduğunu düşünen, ‘Şunu getir, bunu yap.’ Komutlarıyla ‘yaşamasına’ inanan, kabul eden kişiler ise bu hırsızlığı yapanlardır.

Maalesef bu hırsızlığın etkisi çoğunlukla ömür boyu sürer. Bu hegemonyaya karşı koyan kadınlar elbette ki vardır. Ama ‘şanssızlık’ demiştik ya, işte şanssızlık burada da kendisini gösterir. Nefes alarak yaşamaya devam etmek için bazen kadınlar susmak zorunda kalır. Bu, modern zamanın en acı veren durumlarından biridir. ‘Yaşama’ hakkının hem somut hem de soyut olarak kadının elinden alınması kara bir lekedir. 60 – 70 yıllık ömre atılmış en büyük tekmedir.

Kadınlar, oyuncak bebek konumuna koyulur. Güzelce, özenle oynanan, bir kenara fırlatılan, sonra unutulan bir oyuncak bebek gibi. Yıllarla sınırlı ömrünü konuşmaya hakkı olmayan, bir yerde kalmak zorunda olan bir oyuncak bebek gibi geçirmek… ‘Bir kadın nasıl yaşar?’ sorusunun cevabı bütün bunlarla şekillenir. Mutluluktan uzak, yaşamaktan habersiz

‘Asla mutlu olmadın mı?’

‘Hayır, sadece neşeliydim.’

Henrik Ibsen’ın yazdığı ilk feminizm içerikli tiyatro oyunu olarak kabul edilen Bir Bebek Evi’nde geçer bu söz. Baş karakter Nora, babası ve eşi tarafından ezilen, çocukmuş gibi muamele edilen bir kadındır. Kimse Nora’nın düşünebileceğine ya da kendi başına bir şey yapabileceğine inanmaz. Nora kendisine yüklenen rolü seneler boyu gerçekleştirir. Ancak bir gün uyanır; mutlu olmadığını, sırf kadın olduğu için kimsenin onu ‘birey’ olarak görmediğini fark eder. Oyun Nora’nın evini ‘yaşamak’ için terk etmesiyle sonlanır. Bu sahne en radikal hareketlerden bir olarak tiyatro tarihine geçer.

Hayat, Ibsen’ın oyunundan çok daha farklı değil. Oyun Avrupa’da 19. yüzyılda geçmesine rağmen hala günümüz sorunlarını yansıtan bir niteliktedir. Kadının bir oyuncak olarak görülmesi dünyanın yaşadığı ‘modernizme’ karşın hala devam eden bir durumdur. Nora cesur bir karakterdir, ‘bir bebek evine’ mahkum edilmiş olsa da okuduklarından, öğrendiklerinden cesaret alarak hareket eder. ‘Birey’ olmak için onu tutan tüm bağları koparır. Tiyatro sahnesinde gerçekleşebilen bu eylem gerçek hayatta cılız karşılıklar bulsa pek çok kadın Nora’nın yaptığını yapmaktan çekinir.

Öyle ki bu oyunun sonu sahnelendiği dönem çok fazla tepki aldığı için Ibsen, toplumun memnun olacağı, Nora’nın evinde kaldığı alternatif bir son yazmak zorunda kalır. Bir oyunda kadının ‘yaşamak’ için harekete geçmesi toplumu bu kadar rahatsız ederken gerçek olması durumundaki itirazların hayali yankısını duymak mümkün.

İlginç değil mi? Toplum, yaşam kadından çalınırken ses çıkarmaz. Ama kadın artık bu hırsızlığa müsaade etmemeye karar verdiğinde toplum sesini yükselmeye başlar. Kadının yaşamı toplumun içinde pişer, yanar, kül olur, gider.

‘En kutsal görevimin ne olduğunu düşünüyorsun?’

‘Sana bunu benim mi söylemem lazım? Kocana ve çocuklarına olan görevin tabi ki.’

Nora’nın eşinden işittiği bu söz kadının pek çok zihindeki yeri. Kadın evdedir, çocuklarına ve kocasına bakar. Bunun için asla övülmez, teşekkür beklemez, yorgun olamaz. Çünkü bu kadının görevidir. Bütün bunlar Nora’yı mutlu etmez, kendisi için seçilen ve tasarlanan hayat ona ‘yaşamayı’ hissettirmez. Hiçbir tercih hakkı verilmemesine karşın Nora hiçbir şey olamamakla suçlanır, küçük bir çocuk gibi tüm hareketleri gözetlenir, yemek istediği fakat kocasının izin vermediği kurabiyeleri cebinde saklamak zorunda kalır.

Nora, bütün kadınların sesidir, özetidir. Bir oyuncak bebek olmaya mahkum edilmiş, ‘yaşamasına’ mani olunmuş tüm kadınların temsilidir. ‘Geriye dönüp baktığımda; sanki burada ‘bir dilenci gibi eline baktığımı görüyorum. Sırf sana birtakım oyunlar oynayarak yaşamışım. Ama bunu isteyen sendin. Sen ve babam, bana çok büyük haksızlık ettiniz. Bu hayatta hiçbir şey olamadıysam suç sizin.’ Nora’nın bu isyanı yaşamı başkaları tarafından kontrol edilen kadınların bastırdığı bir fısıltıdır.

Bu fısıltıya kulak verip ayağa kalkan kadınlar vardır, iyi ki var. Fakat ne kadar koşmak istese de ayağı prangaları kadınlar da var. O kadınların sesi olmak, kimsenin ‘bir bebek evine’ hapsolmasına seyirci kalmamak için önce birey, sonra toplum olarak adım atmamız şart.

‘Bir kadın nasıl yaşar?’ diye sorulduğunda cevabın ‘İstediği gibi.’ olması için, 60 – 70 yıllık ömrü herkesin ‘kendi’ yaşaması için geçmişten kalan sessizliğe kapılmak yok. Yaşamanın mutluluğu tadılana kadar devam!

Ah, insan mutlu oldu mu yaşamak ne güzel şey!

Kaynakça:

Altun, Hakan, FEMİNİST KURAM DOĞRULTUSUNDA BİR OKUMA/SAHNELEME VE BİR ÖRNEK ÇALIŞMA: DENİZDEN GELEN KADIN, T.C. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tiyatro (Tiyatro Yönetmenliği) Anabilim Dalı, Ankara, 2008

Aracı, Ebru, Ibsen’in Nora-Bir Bebek Evi Oyununun Monomit Kuramı ile Yorumlanması, İstanbul Aydın Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dergisi, Cilt:8, Sayı:15, 2022

Ibsen, Henrik, Bir Bebek Evi (Nora), Agora Kitaplığı, 2012

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz