“Bir köksap ne başlar ne de biter. O hep ortadadır, şeylerin arasında, bir ara-varlık, intermezzo. (…) Orta-yer, artık ortalama anlamına gelmez. Tersine nesnelerin hız kazandığı bir alan olup çıkar. Şeyler arasında, bir yerden bir başkasına giden, yeri saptanabilir bir ilişki türü değildir. Bir sarkaç salınımıdır, bir o yana bir bu yana süregelen bir hareket. Başı sonu olmayan, kıyılarından taşan ve ortasında her zaman daha hızlı coşan bir akarsu.”(1)
“Bağlı olmak”, artık antinomik dengesini yitiriyor. Bir şey “ile” bağlı olmak, bir şey”e” bağlanmak lehine erozyona uğruyor. Üstelik bağlanılan “şey” artık bizden sorumluluk talep edemeyecek kadar belirsiz. Uçları nöral düğümler oluşturarak açılan kanserojen bir sinir sistemi kadar karmaşık ve uçsuz… Ve bir o kadar da “canlı”…”Ara”daki gerilim, hatlardaki iletken titreşime dönüşüyor belli belirsiz.
Fizik dünyadaki “kaotik davranış”larla ilgilenen bilim adamlarının (2) üzerinde fikir birliğine vardıkları ender çıkarsamalardan biri, tüm kaotik sistemlerin rastlantısallık olarak ortaya çıkan bir öngörülemezlik gösterdiğidir. Rastlantısallığın ortaya çıkış süreci, duruma göre, fark edilemeyecek denli yavaş ya da son derece ani olabilir. Kimi zaman “yasa”ların rastlantıdan ibaret olduklarının algılanması kadar ağır, kimi zaman hızı yasalaştırabilecek kadar rastlantısal… Bu yüzden, son derece yeni olmasına rağmen en hızla gelişen bilim dallarından biri olan ve artık teorik fizikte önemli bir yer işgal eden “kaos teorisi”, fizik dünyanın şimdiye dek iddia edilenin aksine, düzensizliğe doğru eğilim gösterdiği varsayımına dayanır.
“Performans sanatının bugünü ile kaos teorisi arasında ne ilişki var?” sorusunu gereksiz kılacak kadar canlı bağlantılarla kurulup dağılan bir göçebe dünyada yaşıyoruz. Ne bir zamanların teorik fiziği ne de sanat teorileri, bugün üzerinde düşündükleri alanı anlayabilecek kadar zaman bulabiliyorlar. Bunun nedeni, yalnızca değişim hızının artması değil, bağlantı potansiyelinin kolay kolay rasyonalize edilemeyecek kadar büyük ve karmaşık olduğunun artık açığa çıkması.
Kaos teorisinin de, bugünün performans sanatındaki temel eğilimlerin oluşmasına kaynaklık eden deneyimlerin de 70′li yıllarda ortaya çıkması ise bir rastlantı değil. Günümüzün audio-visual teknolojisindeki gelişmeyle sonuçlanan patlama da o tarihlerde yaşandı. Bilme biçimleri, teknoloji ve sanat arasında daha sıkı bağların kurulması da aynı döneme rastlıyor. Burada söz konusu edilen “başlangıç”ların, kuşkusuz son derece önemli olan bir takım bireysel deneyimler değil, genel eğilimlerin ortaya çıkması olduğunu özellikle belirtmek gerek. Yoksa, elbette çok farklı alanlarda bir Norbert Viener, bir John Cage ya da bir William Burroughs’un yaşadığı deneyimler, son derece önemli değişimlere yol açtı. Ama önce marjinal görünen bu tür değişimlerin trendlere dönüşmesi 70′li yıllarla başladı. 80′lerin dar ve sığ yuppie zihniyetiyle görece “kısa” bir süre gölgelense de, daha da hızla akmakta gecikmedi. Bir zamanlar alay konusu olan, 1968 kuşağının yaşadığı zihinsel dönüşümün gerçek etkileri ancak bugün biraz olsun anlaşılabiliyor. Gerçeklik algısının, dolayısıyla da insan deneyimlerinin sınırlarının “aşıldığı” bir dönemdi bu.
Kendisini “performans sanatının büyükannesi” olarak adlandıran Marina Abromovic, son Venedik Bienali’nde Yugoslavya Pavyonu’nda 400 canlı fareyle gerçekleştirdiği sarsıcı performans hakkında sorulan bir soruya, “ethiğin olmadığı bir sanat kozmetikten ibarettir” diye cevap veriyorsa, bu bakışı kesinlikle 20 yıl önceki deneyimlerine borçlu . (3) Kuşkusuz bazı şeyler değişmiyor; “kozmetik sanat”a her zamanki kadar sıklıkla rastlanıyor. Bu da performans sanatının oynadığı, oynayabileceği rolü biraz daha ilginç kılıyor. 70′lerde yoğun olarak yaşanan “bedene yolculuk” deneyimi, bugün artık performans sanatına damgasını vurmuş görünüyor. Kozmetik sanat nesne yaratıyor, bedeni bile nesneleştiriyor, en azından metaforik olarak ya da onu bir metafora indirgeyerek. Bedene nüfuz etmek, fiziksel ya da sanal olarak bedeni uzatmak, yoğunlaştırmak, onunla kurulan anlık ilişkiyi öngörülemez yolculuklara dönüştürmek, performans sanatçısı için neredeyse zorunlu bir yaşantı. Performansın hakikati kozmetik cilayı kazımak zorunda. Kozmetik ise bedenin kaosuna dayanamıyor.
“21. Yüzyılda sanat nesnesiz olacak. Nesneler aslında izleyici ile sanatçının niyetleri arasında birer engel. İzleyici ve sanatçı arasındaki dolaysız enerji alışverişi için nesneler aradan çekilmek zorunda.”(4) Abromovic’i bu “kehanet”te bulunmaya zorlayan da bedeniyle yaşadığı deneyim olsa gerek. Nesneyi tümüyle ortadan kaldırmaya yönelen ve bunu izleyiciye fiziksel ve zihinsel değişimi deneyimleme imkanı vermek için yapan performans sanatı, bugün ilk bakışta paradoksal gibi görünse de, yoğun olarak “sanal gerçeklik” ya da “siber mekan” dediğimiz ele avuca gelmez alana doğru ilerliyor. Bedenden uzaklaşıyor mu? Hayır, nesneden kopuyor, ağa bağlanıyor. Bedeni uzatıyor. Bedenle girişilen her hakiki deneyim, zaten bedenin verili “doğa”sını reddetmek, onunla yetinmemek anlamına gelmiyor mu?
70′lerin başında beden(iy)le çıktığı yolculuğunu bugün artık neredeyse kendisine yeni bir siber beden yaratarak sürdüren Avustralyalı performans sanatçısı Stelarc, kendisini harekete geçiren temel itinin, bedenin aşılabilir ve atıl olduğuna duyduğu inanç olduğunu söylüyor . (5) Fiziksel ve teknolojik olarak bedenini kusursuzlaştırmaya çalışmasının, “üçüncü el”ler, “lazer gözler”, “asılma deneyimleri” gibi çalışmalarının ardında tekno-şamanist bir yönelim var. Bugün üçüncü el, kendisini siber mekana “bağlayan” bir “sanal el”e, lazer gözler etkileşimli bağıntılar kurabildiği HMD kaskına, derisine saplayarak boşlukta asılı kaldığı kancalar, kendi içindeki boşluğu dışa vurmak için yuttuğu alıcı-verici “microbot”lara dönüşmüş durumda. Amacının “bir düşünceyi, onun dolaysız deneyimiyle ifade etmek” olduğunu belirten Stelarc, bunun yolunu siber ağa, sanal şebekeye dolaysız olarak bağlanmakta, bedenini siber sistemlerle uzatmakta görüyor.
“Sanal gerçeklik” denilen şeyi yalnızca bir enformasyon akışından ibaret olarak görmek yanlış. Stelarc’ın “ifade ettiği” en ilginç düşüncelerden biri, elektronik mekanın enformasyondan çok bir eylem medyumu haline gelmesi. Bu performans için ufuk açıcı bir düşünce .(6) Aslında, çok eski bir düşüncenin yeni bir medyumla ifade edilmesi olarak da algılanabilir. Slavoj Zizek’in, kendimizi dışa vurduğumuz her biçimde zaten sanal bir fenomenin bulunduğunu, en fiziksel dışavurumda bile her zaman sembolik, sanal bir takım ögelerin varolduğunu hatırlatması(7) , akla hemen Swedenborg’un düş ve hakikat arasında kurduğu bağlantıyı ya da Suhreverdi’nin “sekizinci iklim” teorisini getiriyor. Hakikatin insan algısıyla sınırlı olmadığını ileri süren yüzlerce teorinin vücud bulması sanki “siber mekan”…
Nano-teknolojiden “insan-sonrası”nı (post-human) gözeten siber kültürlere, performans, sanatın diğer alanlarından farklı olarak, zaten sürecin bir parçası. Belki de bunun bir nedeni, performansın işe zaten “sanat” tanımlarını ve sanatın alışılmış kapsamını umursamayarak işe başlaması. Félix Guattari’nin, insani bir gereklilik olarak gördüğü “post-medyatik ekosofi”yi açıkladığı, bir tür “vasiyet” olarak da görülebilecek bir yazısından alınmış şu cümle, deneyimi göze alan performans sanatının da hakikatini dile getiriyor: “Ethik ve estetik değerler, zorunluluklar ve aşkın kodlar üzerine oturamaz. Sürekli yeniden fethedilmesi gereken bir içkinlikten hareketle varoluşsal bir katılımı gerektirirler.”(8)
Performansın göze aldığı deneyimin anlamı da, “sürekli yeniden fethedilmesi gereken bir içkinlik”ten hareket eden “varoluşsal bir katılım”ı gerektirmesi değil mi? Yalnızca “gösteri”den ibaret kozmetik “performans”la, enerji alışverişine imkan tanıyan katılım üzerinde kurulmuş bir sürekli deneyim olarak performans arasındaki fark da bu içkinlikte yatıyor. Vaktinden evvel “cybernaute” William S. Burroughs’un deyimiyle, “iç ve dış gerçekliğin kesiştiği bir nokta”da…(9) Köksap deneyimi, bir ara-varlıkta mutlak göçebelik… Performans, daha başlangıçtan itibaren, temel medyumu olarak nöral ağlara benzeyen bir şebekeyi öngörüyordu. Burroughs’un “kaos örgüsü” adını verdiği , Cage’in rastlantısallığın hakikatini aradığı bir şebekeyi. Eylemle varolunan, aktıkça vücuda gelinen, kod kırıcı bir iradenin oyun alanı…
Belki de “Performans Sanatı” deyişinin “sanat”la ilgili bölümü fazlasıyla sınırlayıcı,hatta indirgeyici. Bugün performansla uğraşan kişinin ilgi alanları antropolojiden genetik bilimine, jeolojiden bilgisayar mühendisliğine çok farklı alanlarla kesişiyor. Kaos Theatre’ın Leonardo da Vinci’ye adadığı ve 2000 yılında doruk noktasına ulaşacak olan “Millenium Üçlemesi”nin son bölümünde sanatçılar kadar, nano-teknoloji uzmanları, bilgisayar mühendisleri ve jeologlar da çalışıyor. Avustralya’daki devasa bir kaya çölüne su verilmesiyle başlayacak bir performans projesi bu: “Terraforming”(10) …
Kuşkusuz, bu kadar “büyük” bir eylem alanı zorunluluk değil. Bu yalnızca bir örnek. Şimdilik “uç” bir örnek… Şebekenin kendisi zaten çok büyük. İnsani etkileşim alanları sınırsız, heyecan verici ve bu sınırları zorlayan deneyim bir o kadar da haz verici. “Oyun” her zaman sanatın devr-i daim motorlarından biri olmuştur. Performans da bir “oyun”dur. Devasa bir performans şenliğine dönüşen Nevada’daki ” Burning Man” festivalinde olsun, “Assos Gösteri Sanatları Festivali”nde olsun, insanlar oynamaya, “bağlanmaya” ve şebekede dağılmaya devam ediyorlar. Kaos teorisinin temel hipotezinin canlı kanıtları olmak istercesine:
Dünya, düzen ve kaos, yaşam-öncesi ve tam bir yıkım arasındaki gergin hatta ilerleyen, birbirleriyle sürekli etkileşim halinde bir dizi dinamik sistemdir…
NOTLAR
(1) Gilles Deleuze – Félix Guattari, Mille Plateaux, Minuit, 1980, sf. 36-37
(2) Bilim adamlarının fizik ile davranışı ilişkilendirmeleriyle, doğada ruhlar gören şamanlar arasında, kronolojik olamayacak kadar “tarihsel” bir ilişki görmek mümkün…
(3) “Marina Abromovic in Conversation”, New Moment, special issue “La Biennale di Venecia”, N: 7, Spring 1997
(4) a.g.y.
(5) “Extended-Body: Interview with Stelarc”, Paolo Atzori – Kirk Woolford, CTHEORY, e-zine, http://www.ctheory.net/articles.aspx?id=71
(6) Kuşkusuz, bilim ve teknoloji için de…
(7) “Civil Society, Fanaticism, and Digital Reality: A Conversation with Slavoj Zizek”, Geert Lovink, CTHEORY, e-zine, http://www.ctheory.net/articles.aspx?id=79
(8) Félix Guattari, “Demokratik kaos yeğdir…” (Medyaların Çöküşü, Uygarlık Bunalımı, Modernliğin Kaçışı -2), Çev. Özgür Uçkan, Express, 24 Eylül 1994
(9) Robert Walker’ın fotoğrafları hakkında yazdığı bir yazıdan. Bkz: Nicholas Zurbrugg, The Parameters of Postmodernism, Routledge, London, 1993, sf. 160
(10) bkz: Kaos Web, “Leonardo / Millenium Trilogy”, http://kali.murdoch.edu.au/~kaos/ (artık yayında değil)