Özel Sektör Öğretmenleri Direniyor: Asgari Düzene Son, Taban Maaş Hemen!

0
262

Sosyal medyaya bir girdim öğretmenleri dövüyorlar. Yahu dedim ne oluyor. Üstelik TBMM önünde… Vekiller içeride oturuyor, asılları dışarıda polis şiddetine maruz kalıyor. Takip ettim. Gözaltılar, bırakılmalar filan geri adım atmıyorlar… Kim bunlar dedim. Baktım Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası… https://x.com/ogretmensendika

Daha önce birkaç eylemlerine de şahit olmuştum. Biz Eğitim Sen yönetimindeki anlayışların son on yıldır eylemlerinden alışkınız, birkaç eylem yapar sonra giderler, dostlar alışverişte görsün gibi olur dedim ama öyle olmadı. Kararlıydılar, ilkeliydiler, bilinçliydiler. Başkan Eren Edebali’nin bir konuşmasını dinledim. “Ben başkanım, az politik konuşayım, karşı tarafı etkileyeyim de şu cümleyi kurayım” gibi tasarlanmış cümlelerle değil, içinden öyle gelerek, öyle inandığı için, yaşadıkları nedir, talepleri nedir ve neden bunu istiyorlar kafamıza çaka çaka anlatıyordu. O kadar etkileyiciydi ki birkaç kez dinledim. Retorik, alkışı hak edecek kadar köşelerden ve bilgi birikiminden oluşuyordu.

Meclis önündeki polis saldırısı ve gözaltılardan sonra, inançla oturma eylemi kararı aldılar ve oturdular da… TBMM Meclisi Parkı içinde oturma eylemi devam ederken 20 gün kadar Ankara’da yoktum. Dönünce de şu gün gideyim bugün gideyim derken Alev “hocam gidelim mi ne dersin” dediğinde “hay ağzın bal yesin” oldu. Birlikte ziyaretlerine gitmemiz oturma eyleminin 25. Gününe denk geldi.

Her biri kafamdaki öğretmen profiline oturmuş, geneli gençlerden oluşan, güler yüzlü, mütevazı onlarca direnişçi karşıladı bizi. Biz bayram tatlısı alıp gittik, onlar çayından suyuna hiç boş bırakmadılar misafirlerini. Böyle ev sahipliği de az görülürdü hani…

Biz direniş deneyimlerimizi anlattık, onlar eylemde yaşadıklarını anlattılar derken vakit hızla geçti. Öyle tatlı anlatıyorlardı ki dedim bunları sadece biz mi duyacağız? Okuyucularımız da öğrenmesinler mi bu direnişi? Yanında olmasınlar mı öğretmenlerimizin? Ziyaretlerine gitmesinler mi, destek vermesinler mi? Çocuklarının geleceğini yaratan bu elleri tutmasın mı elleri? Tabii ki öğrensinler, yanlarında olsunlar, ziyaretlerine gitsinler, destek versinler, ellerini tutsunlar…

Sohbeti koyulaştırdığımız Burcu Öğretmen koca-kara gözleriyle bana bakıyordu. Dedim “Burcu öğretmenim ne dersin bir röportaj yapalım mı seninle? Şöyle öğretmen öğretmene söyleşsek güzel olmaz mı?” “Olur” dedi, oldu. Bugün size o söyleşiyi sunuyoruz Reportare olarak. İyi bakın, sarıp sarmalayın öğretmenlerin sözlerini, direnişlerini…

Kimi dinlediğinizi merak edersiniz diye azıcık Burcu öğretmenden bahsedeyim de öyle geçelim sohbete; Benim kızım 98 doğumlu. Biraz kızım, biraz arkadaşım, biraz yoldaşım, biraz meslektaşım Burcu Öğretmen de 1992 Adana/Seyhan doğumlu. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları Adana’da yoksul bir mahallede geçmiş. Üniversiteyi Mersin’de okumuş. Mersin’de okumasının da bizi güldüren bir hikâyesi var ama bir gün belki kendisi bir yerde anlatır. Burcu 9 yıldır Matematik öğretmeni olarak çalışıyor ama “evden üniversiteye diye ayrıldığımdan beri kendimi öğretmen sayarım” diyor. İstanbul’da yaşayan Burcu öğretmen “ama kavgayı sadece mücadelede seviyorum” diyerek gülümsüyor. Bu sözleri bana Vedat Türkali’nin Ey sen ne güzelsin kavgamızın şehri Istanbul” dizesini hatırlatıyor. Şuraya koysam sohbete tat katmaz mı?

Bekle Bizi İstanbul…

Salkım salkım tan yelleri estiğinde

Mavi patiskaları yırtan gemilerinle

Uzaktan seni düşünür düşünürüm Istanbul

Bin bir direkli Haliç’inde akşamlar

Adalarında bahar Süleymaniye’nde güneş

Ey sen ne güzelsin kavgamızın şehri Istanbul

Boşuna çekilmedi bunca acılar

Büyük ve sakin Süleymaniye’nle bekle

Parklarınla, köprülerinle, meydanlarınla

Bekle bizi Istanbul…

Burcu öğretmenin kendini biraz tanıtır mısın dediğim bu bölüm mütevazı bir anlatımla “Sanırım kendime dair anlatacaklarım bu kadar. Gerisi yakınlarımın uygun gördüğüdür. Sevgiler…” sözleriyle bitiyor. 

Sevgiler ve saygılar bizden öğretmenim diyerek hadi geçelim söyleşimize;

Acun Karadağ: Sevgili öğretmenim, hoş geldiniz. İlk sorumu sormadan önce “siz” sözcüğünü aradan kaldırıp sarıldığımız andaki sıcaklıktan cesaret alarak “sen” diyeceğimi belirteyim. Aileden biri gibi… Çünkü biz eğitim ailesinin birer üyesiyiz. Veliler, öğrenciler ve öğretmenler… Yani aslında “büyük insanlık…”

Gelsin ilk soru. Bugün itibarıyla 26 gündür TBMM Parkı’nda oturma eylemindesiniz. Eylem kararının nedenlerini ilerleyen süreçte soracağım ama öncelikle sormak isterim; Siz kimsiniz? Bu biraz da ironik bir soru zira iktidar da “Siz kimsiniz? Kim oluyorsunuz da bizim eğitim politikalarımıza karşı eyleme kalkışıyorsunuz” diyordur. Bu bağlamda “dosta düşmana” kim olduğunuzu bi anlatın isterim. 

Burcu Çıra: Sevgili Acun Hocam merhaba. İncelikli ve samimi giriş için teşekkür ederim ????

Sorunuza gelince, “Biz kimiz?” Biz, sömürülen, aşağılanan, on yıllardır yasa uygulayıcıların desteğiyle patronlar tarafından türlüce hakkı yenen, itibarsızlaştırılan, örgütsüzleştirilmeye, öğretmenlik mesleğinin dışına atılmaya, yok sayılmaya çalışılan en az 400 bin öğretmenin öznesi, 13 bin öğretmenin sendikası, yüz binlerce aday sendikalı öğretmenin çatısı Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası ve O’nun üyeleriyiz. (Öğretmen Sendikası) Biz tam da sorunuzda bahsettiğiniz üzere; içi sermaye tekelinde boşaltılmış, çürümüş, bilimden ve nitelikten mahrum bırakılarak sektörleşmiş, dayanağını patronların kâr odağından alan mevcut eğitim politikalarına karşı, örgütlü bir eğitim hareketini yaratmak üzere bir araya gelmiş öğretmenleriz. Yasa koyucuların uzun zamandır sürdürdüğü eğitim politikalarına bu haliyle karşı duruyoruz çünkü biz; daha fazla sömürülmeyi, aşağılanmayı kabul etmiyor, meslek ve insanlık onurumuza, nitelikli ve bilimsel eğitime, kendimize, öğrencilerimize sahip çıkmanın zorunlu hale geldiğini düşünüyoruz.

Acun Karadağ: Cevap için teşekkürler öğretmenim. Bizler de ilgiyle takip ediyoruz sendikanızı. İkinci sorum geliyor. Bir öğretmen olarak ben iktidarların istediği öğretmen olamadım, olmadım da… Merak ediyorum sizlerin düşüncesini. Eminim okuyucular da merak ediyorlardır; Bir öğretmen sendikası iktidardan ve genel teamüllerden bağımsız, bize dayatılan şekliyle değil de tarihsel olarak öğretmenliği, öğretmenlik mesleğini nasıl tarif eder, etmelidir? Belki yaşadığınız örnekler üzerinden de olabilir nasıl tanımlarsınız öğretmenlik mesleğini? Nedir öğretmenlik ve aslında biraz da ne değildir?

Burcu Çıra: Öğretmen olmak uzun erimli, hatta başlandığı andan itibaren ömür boyu sürecek olan, meslek olmanın dışında bir yaşamın kendisini anlatır bize. Bir çocuk okula başladığında onu sözcüklerin büyüsüyle karşılaştıran, sayıların gerçekliği ile buluşturan, hayatı anlamlandırırken yalnızca düşleri değil somut ve gerçek olanı da kavratan bir organizasyon diyebiliriz. Bir öğretmen yalnızca Cebir’i, paragrafın anlamını, fizik kurallarını, organik kimyayı vs vs… anlatmaz. Bu öğreticiliği, insani değerler, sevgi, saygı, dayanışma ile pekiştirir. Benim bir öğrencim vardı Doğukan, “Dodo” derdik O’na. Hastalığı vardı, 15 yaşında bu dünyadan ayrıldı. Aramızda güçlü bir bağ vardı Dodo ile sıkça görüşürdük. Ölmeden önce vasiyet etmişti bana, “beni yaşatır mısınız?” diye. Bileğime isminin dövmesini yazdırdım sonra.

Yaşama ve ölüme dair paylaşımın kendisi hiçbir zaman bitmez. Bu, bir ücret ile sınırlandırılamaz. Saygın bir meslektir öğretmenlik. Ancak egemen kapitalist üretim tarzı, bizim ülkemizde de eğitimi sektörleştirerek ne yazık ki bir meta birikimi haline getirmeyi başardı. Bir şeyin ne kadar yararlı olduğu onun kullanım değerini açığa çıkarır. Eğitim gibi bir ülkenin en önemli sistemler bütünü için “piyasalaşma, özelleşme” durumları arttıkça bunu başlatanların pazarı da kendileri için bu değer, yani meta kavramının daha da ışıltılı olmasını sağladı.

Özellikle 2010 yılı başlarında artan özelleştirmeler eğitimin bir sektör haline gelmesine ve piyasalaşmasına yol açtı. Her geçen yıl sayısı katlanarak artan özel öğretim kurumlarına karşı öğretmen emeğinin ne denli alçaltıldığını görürüz. Öğretmenler ucuz iş gücü piyasasına alet edilmiş, öğrencilerin nasıl bir eğitim aldığı ile ilgilenmenin esamesi okunmamış, yalnızca sermaye sahiplerinin yani kurum patronlarının daha fazla kârı nasıl elde edebileceğine odaklanılmıştır. Patronlar eğitimi metalaştırarak ona kâr odaklı bir değer biçmiş, tıpkı maddi bir ‘şey’ gibi toplumsal bakımdan gerekli emek miktarı haline getirerek pazarlamıştır. Bu başta bahsettiğim birçok değerin öğretmen tarafından verilmesine, öğrenci tarafından alınmasına çokça engel olmak demektir. Eğitim bir rant alanı olmamalı, bilimsel ve öğretici bir alan olmalı. Biz çocuklarımıza dünyayı kavratmak istiyoruz, onun sömürü ağını değil… 

Acun Karadağ: Öğretmenim sizler için “keşke benim öğretmenim olsa” diyecek çok insan vardır bence. Çocukluğunda iyi bir eğitimcinin diğeriyle farkını fark edemiyor çocuk ama yetişkinliğinde bunun ayrımına varıyor. İyi ki varsınız…

Dediniz ki eğitim kapitalist üretim içinde sektör haline getirildi. Sormak isterim; neden eğitim sektör olmamalı? Neden özelleştirilmemeli? Eğitim özelleştirilirse bize ne zararı var? Özel okullarda daha iyi eğitim verilmiyor mu? İlle de kamu kurumu mu olmalı okullar? Bize ikisinin farkını tane tane anlatabilir misiniz? 

Burcu Çıra: Tüm dünyada neo-liberalizm dalgasının yayılmasıyla beraber “devlet işletmelerinin zarar ettiği ve bunun da halkın sırtında bir yük olduğu” argümanı ile özelleştirmenin önünü hızla açan bir döneme girdi ülkemiz. Bununla beraber şirketler arası rant ve rekabet alanı doğmuş oldu. Bu piyasa rekabeti birçok işyerinin kapanması, işçi ve emekçilerin işten çıkarılması, ücretlerin düşürülüp şirketlerin kârının arttırılması, örgütlenmenin önünün tıkanması, taşeronlaşma sistemi, sendikasızlaştırma gibi saldırıların önünü açtı. Sektörleşme, alanda tekelleşme süreçleri şirketlerin, holdinglerin ekseninde büyümeye yol açarken; emekçiler bu süreci işsizlik, ağır ve kötü çalışma koşulları, düşük ücret, mobbing gibi bedellerle karşıladı.

Özelleştirilmeden nasibini alan eğitim alanı yukarıda bahsettiğim tüm bu süreçlere önce dolaylı sonra doğrudan dahil olmuş oldu. Okullar, kurs merkezleri eğitim fakülteleri sıralarından hiç geçmemiş işletmecilerin, müteahhitlerin patronluğunda mevcut Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in güncel deyimiyle birer “ticari işletme” yani ticarethaneye çevrilmiş oldu. Eğitimin içini boşaltan, “eğitim ücretleri” ile okulları kâr odaklı rekabet alanlarına çeviren bir anlayış bu.

Eğitimde özelleştirmelerin çoğalmasıyla beraber çok sayıda özel okul ve kurs merkezi açıldı. 2010-2014 yıllarında baş veren hızlı bir ivmeyle bugün binlerce okuldan bahsediyoruz. Odağın nitelikli ve bilimsel eğitimden kâr odağına kaydığı bir sistemin patron sınıfı dışında hiç kimseye fayda sağlamayacağı aşikârdır. Okul ve kurs merkezi sayılarının gittikçe artması öğretmenlerin özlük haklarından yoksun, ucuz iş gücü deposu haline getirilmesine yol açtı. Parayı veren düdüğü çalar misali velilere pazarlanan, reklamı yapılan öğrenimin özel okullardaki karşılığı nitelik değil nicelik…

“Üniversite, lise sınavlarını kazanma, yabancı dili anadil gibi konuşma garantili” gibi vaatlerle öğretmenlere müfredat yetiştirme, deneme sınavlarında net sayısı yükseltme, veli yani müşteri memnuniyeti için haftalık veli aramaları, iş tanımı dışında evrak yükleri ve bunların istenildiği gibi yapılmaması halinde işsizlik tehdidi ile mobbing’ler, çok düşük ücretler karşılığında sigorta primlerinin eksik yatırılması gibi usulsüzlükler dayatılırken; öğrencileri de öğrenmeye değil ezbere dayalı tabiri caizse yarış atına çevirme dayatıldı, dayatılıyor.

Bu anlamda bir eğitim-öğretim sürecinden bahsedemeyiz. Özelleştirmelerin alan açtığı bir diğer önemli haksızlık eğitimde eşitsizliktir. Bu piyasa bu denli yaygın değilken daha nitelikli halde eğitim veren özel okullardan yoksul çocukların faydalanamadığı “ayrıcalıklar” anca azınlıkların, sanatçıların, orta-üst sınıf ailelerin tercih edebildiği türdendi. Biz öğretmenlerin her fırsatta vurguladığı eğitimin parasız olması şiarı, derslerimizde de tüm çocukların eşitliğini gözeten akıldan bağımsız değildir.

Güncel haliyle eğitimde özelleştirmenin birden bire son bulmasını beklemek rasyonel değildir ancak aşamalı olarak devlet okulu sayılarının arttırılıp zamanla tüm okulların kamusal hale getirilmesini savunuyor, bekliyoruz. Eğitim, bir grup ayrıcalıklı kimselerin hakkı değil her kesimin her çocuğun eşit şekilde faydalanması gereken temel ve insani bir haktır. Hem bu açıdan hem de öğretmen emeğinin sömürüsünün yakıcılığı bağlamında bu sektörleşmeye karşı olduğumuzu yineliyoruz. 

Acun Karadağ: Anlaşılan o ki ekonomide genel olarak problem halkın patronların kâr hırsına kurban edilmiş olması iken özel okullar da kapitalizmin ihtiyacına yönelik insan üretme fabrikalarına dönüştürülmüş durumda. Bu anlamda Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası kuruluşuyla çok gerekli bir ihtiyaca cevap vermiş gibi duruyor. Artarak büyüyen üye sayısına sahip olduğunuzu tahmin ederek soruyorum; Sendikanızı kurmaya hangi ihtiyaca istinaden karar verdiniz? Üye sayınız kaç? Sendikanıza üye olma koşulları nedir? Kimler size katılabilir? Sendikanıza üyelik, özel sektör öğretmenlerine ne kazandırır? Son tahlilde neden sizin sendikanıza üye olsunlar-olmalılar? Özetle bize sendikanızı anlatabilir misiniz öğretmenim?

Burcu Çıra: Özel sektörde eğitim emekçileri türlü güvencesizlik koşulları altında çalıştırılıyor ve bu sömürü düzeni çok uzun bir süredir devam ediyor. Özelleşme politikası eğitim emekçilerinin vurmayı hedef alan bir politika. Diğer iş alanlarında olduğu gibi gücünü eğitimde de emek sömürüsünden alıyor. Özel öğretim alanında dernekleşme, mevcut sendikalarda iş koluna bağlı olarak küçük adımlı örgütlenme çabaları olsa da uzun süredir tüm bu güvencesizlik koşullarına karşın kitlesel bir eğitim hareketi ya da örgütlülük yoktu. Özel öğretimde ciddi anlamda bir atıllık, sinmişlik, umutsuzluk, “buradan bir şey çıkmaz, özel sektör öğretmenleri sömürü kıskacından kurtulamaz.” düşünceleri baskındı. Ciddi anlamda bir örgütlülüğün ihtiyacı elzemdi, sendikamız bu alanı tam anlamıyla karşılayan bir adımla yaklaşık üç sene önce kuruldu.

Sendikamızın tüm üyeleri mesleğin öznelerinden oluşuyor. Öğretmen Sendikası temel olarak öğretmenlerin sendikası olsa da 10 No’lu iş koluna mensup her çalışan, üyemiz olabiliyor. Özel öğretim alanındaki güvencesizlik, artan sömürü koşullarıyla doğru orantılı olarak genişliyor. Öğretmenin insanlık ve meslek onurunu, itibarını her yoluyla zedeleyen, öğretmeni asgari bir düzene mahkûm ederken onun emeği üzerinden servet biriktiren patronların düzeninin kıskacında hiçbir meslektaşımız daha fazla olmak istemiyor, istememeli. Burada tamamen öğretmenin çıkarını gözetmek, öğretmenlerin sözüyle hareket eden bir çatı var. Sendikamız gücünü öz gücünden, haklılığından alıyor.

Bu alanda yaklaşık 400 bin özel sektör öğretmeni var. Öğretmen Sendikası üye olsun olmasın yüz binlerce eğitim emekçisini temsil eden öncü bir sendikadır. Şu an yaklaşık 13 bin üyemiz var. Henüz kurulalı 3 seneyi bulmamış olmamıza rağmen üye sayımızın niceliği ihtiyacı karşıladığımızı hissettiriyor bize. Burada nicelik kelimesi yanlış anlaşılmalara yol açmasın, yalnızca sorunun karşılığı anlamında bu ifadeyi kullandım. Sendikamız salt nicelik üzerinden hareket eden bir sendika olsaydı, örneği çokça bulunan “sayıcı ve sarı” sendikalardan farkı olmazdı.

Sendikamız;

  • Öğretmenler asgari ücretle çalışma düzenine, süreli sözleşmelerle kıdem tazminatının yendiği ve işsizlik gibi açlık tehditlerine, sayısız baskı, taciz ve mobbing ile her türden aşağılamaya maruz kalmasın,
  • Kadın öğretmenler toplumsal cinsiyet eşitsizliğini çalışma alanında en yakından hissederken -ortadan kaldırana kadar- yalnız olmadığını, hesap sorulacağını bilsin,
  • Eğitim emekçilerinin yaşamı patronların iki dudağı arasına daha fazla sıkıştırılamasın diye mücadele veriyor.

Bu yüzden tüm özel sektör öğretmenlerini sendikamıza üye olmaya ve birlikte mücadele etmeye çağırıyoruz. Bu mücadeleyi ekmek, su gibi yaşamsal ve elzem görüyoruz.

Acun Karadağ: Harika… Hemen kadın konusuna değinmişken sorayım; Sendikanızda kadın üye sayısının fazla olduğunu gözlemliyorum. Her biriniz pırıltılı, heyecanlı güzel kadınlarsınız. Güzelliği genel anlamda “modanın” tanımladığı biçimde söylemiyorum. Gençliğiniz, gözünüzdeki ışıltı, yaptığınız işe inancınız, çağdaş tavrınız insanda böyle bir his uyandırıyor. Eylemlerinizde kadın eli var. Dışarıdan harika görünüyorsunuz sırf bu nedenle bile. En azından ben çok heyecanlanıyorum kadınları gördükçe. Bunu neye bağlarsınız? Kadın örgütleriyle de bir bağınız var mı? Türkiye’de kadın çalışanlar ve kadın hareketini nasıl görüyorsunuz? 

Burcu Çıra: Sendikamızın kadın ağırlıklı olması eğitim alanında çok fazla kadın öğretmenin bulunması ile alakalı. Bunu cinsiyet-meslek eşleşmesi gibi toplumsal bir durum bağlamında ele almak yanlış olmaz sanırım. Tıpkı hemşirelik gibi öğretmenlik de kadınların yoğunluklu olduğu meslek gruplarından birisi. Sendikamızdaki kadın öğretmenler çok emektar, çok iş odaklı ve birbirine güvenen bir çizgide. Kadınların her alanda üretken ve emektar olduğu bilindik bir şey zaten. Toplum bize dayatıyor bunu, öğrenilmiş ve aktarılmış bir şey sanıyorum. Bu ülkede kadın olmak birçok güçlükle aynı anda savaşmak demektir. Baba, erkek, koca, erkek kardeş, feodal aile bağları, patronlar, sokak, toplum, yasalar… Kadınlar olarak mücadelemiz çok yönlü ve biz biraz da alışkın olduğumuz işi yapıyoruz aslında. Ona ilaveten sendikamızdaki kadınların özverisi, gücü, emeği ve çalışkanlığı başta kendi gücünden sonra da aidiyet ve güven duygularıyla da alakalı bir durum. 

Acun Karadağ: Sevgili öğretmenim sizi TBMM parkında yürüttüğünüz oturma eylemiyle tanıdım. Sendikanızın da asıl kamuoyuna kendini tanıttığı ve anlattığı bu “Taban Maaş” talepli eylemleriniz oldu. Ne oldu da meclise yürüdünüz? Ne zaman artık “tak etti” dediniz de eylem kararı aldınız? Eyleminizin-direnişinizin karar alma, eyleme geçme sürecini ve taleplerinizi tane tane anlatabilir misin öğretmenim? İstiyorum ki okuyucu “aaa evet öğretmenlerimiz ne kadar haklılarmış” desinler ve ‘duyan gelsin’ direnişe 🙂

Burcu Çıra: Biz uzun soluklu bir mücadele içerisindeyiz. Geriye doğru giderek anlatmaya başlarsam 2014 yılına dönmem gerekiyor. Çünkü bugün haykırdığımız “Taban Maaş” talebimiz, hakkımız tam da o yıl elimizden alındı, çalındı. O yıllarda şimdinin Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, MEB müsteşarıydı. Eğitimin özelleşmesinin ciddi bir hız kazandığı bu yılda Taban Maaş Kanunu alelacele, müsteşarın da ‘hatrı sayılır katkılarıyla’ kanun olmaktan çıkarıldı. Özel öğretim kurumlarında çalışan öğretmenler, kamuda statü olarak dengi meslektaşlarından daha düşük ücretlere çalıştırılamıyordu, bu kanun ile korunuyordu. Kaldırılan Taban Maaş Kanunu ile yüz binlerce eğitim emekçisi asgari düzen içerisine dahil edilmiş oldu.

Sendikamız kurulduğu yıldan itibaren öğretmenlerin maruz kaldığı birçok sorunun ihtiyacını gören bir yerden mücadeleye başlarken, başat talebi elimizden alınan #tabanmaaşhakkı olarak belirledi. Bunun sebebi ise malum, yaşamak için geçinmek zorundayız ve elimizden alınan bir hak var. Biz diyoruz ki demek ki olabiliyormuş, demek ki kanun olarak zaten var olan bir şey yeniden var edilebilir. Biz olmayan bir şeyi uydurmuyoruz. Yaklaşık üç yıldır, yani sendika kurulduğu günden bu yana bu talebi Bakan Tekin’e, patron derneklerine, Cumhurbaşkanlığı’na bağlı eğitim komisyonlarına yani eğitim bürokrasisinin doğrudan muhataplarına defalarca kez her yoldan iletti. Görüşme zeminleri yaratmaya çalıştık, ancak her seferinde görmezden gelinen bir süreç yaşandı. Elimizde yüzlerce mail, dilekçe, telefon görüşmesi kayıtları var. Sendikamız durduk yere kavga çıkarmak niyetinde değil, bir ekmek kavgasındayız ama bu noktaya bizi yok sayılmak ve sömürülmek getirdi.

Sendikanın görüşme zemini için onca çabasının yanıtsız kalmasıyla Bakan Yusuf Tekin ile görüşme talebi üzerine ilk olarak Ankara’da  29 Ocak’ta kitlesel bir eylem gerçekleştirdik. Güvenpark’tan Meclis’e yürüdüğümüz ve Milli Egemenlik Parkı’nda (Meclis Parkı) buz kesen soğuğa aldırmadan yüzlerce öğretmen olarak saatlerce polis ablukası altında bir direnişe geçtik. Talebimiz net, zihnimiz berrak, duruşumuz kararlıydı; Bakan Tekin bizimle görüşmek zorundaydı. Saatler süren kararlı bekleyişin ardından Tekin, sendikamızla görüşmek zorunda kaldı. Bir hafta sonrasına randevu alarak, alandan kazanımla ayrıldık.

Sendika heyetimizin Bakan Tekin ile yaptığı görüşmede; Tekin “özel sektör öğretmenlerini kamudaki öğretmenlerle statü olarak eşitleyecek bir düzenleme” tasarısının Nisan ayında Meclis’e sunulacağı ve öğretmenlerin Eylül’de bu düzenlemeden yararlanacağı sözünü verdi. Nisan geldi, hatta geçiyordu ki bu süreçlerde yine defalarca kez Bakan danışmanlarına hatırlatmalar yaparak sözünün karşılığını beklediğimizi ilettik, yine yanıtsız kaldık ya da oyalandık. Bunun üzerine Türkiye’nin her ilindeki özel sektör öğretmenlerinin imzalarının bulunduğu bir kampanya başlattık. Sendika heyetimiz yaklaşık 15 bin imza ile Ankara’ya, MEB önüne gelip imza tutanaklarını vermek istedi. Orada da muhatap alınmamayla karşılaşınca sendika sosyal mecra hesaplarından üyelerine “ülkede eş zamanlı eylem” çağrısı paylaştı. Eylemlilikler başlar başlamaz imza tutanaklarını teslim aldılar elimizden.

Bizim oyalanacak halimiz, sabrımız yok. Bunu her şekilde anlatıyoruz.  Bu süreçten birkaç gün sonra Bakan Tekin, katıldığı bir televizyon programında spikerin taban maaş ile ilgili sorduğu soruya “Bizim böyle bir yetkimiz yok. Patronları da anlamak lazım pandemi ve deprem süreci yaşadılar” şeklinde patron safında bir açıklamada bulundu. 26 Mayıs “Eğitim Nöbeti” sürecimizi bu şekilde başlatmış olduk. İllerden otobüsler kaldırarak kitlesel, mücadeleci ve direngen bir eylem ile direnişimiz başladı.

İlk günden bu yana ısrarlı taleplerimiz çok basit şekilde karşılanabilir insani çalışma koşullarının temel talepleri aslında. Biz, bizden çalınan taban maaş hakkımızı geri istiyor, asgari ücret hatta daha da altında ücretlerle çalışmaya daha fazla tahammül göstermiyoruz. 10 aylık, yani belirli süreli sözleşmelerle, yaz aylarında işsiz kaldığımız, ek işlerde çalışmak zorunda bırakıldığımız mevsimlik işçi muamelesi görmek istemiyoruz. 10 No’lu toplama iş kolundan çıkarak eğitimin iş kolu haline gelmesini, haklarımızı güvence altına aldırmayı, örgütlenebilme önündeki engellerin kaldırılarak toplu iş sözleşmesi yapabilme hakkını elde etmek istiyoruz. Dediğim gibi taleplerimiz net ve çok insani. 

Acun Karadağ: Öğretmenim cevabından anlıyoruz ki çok haklı bir yerden direnmeye başladınız. Haklı taleplerinizle meclise yürüdünüz? Bizler de heyecanla izledik sizleri. Yürüyüşün akabinde oturma eylemi başlattınız? Kuşkusuz sadece oturma eylemi yapmıyor, sokaklarda da sesinizi duyuruyor, başka mekânlarda da halkla buluşuyorsunuz? Eyleminizdeki faaliyetlerden, halktan gelen tepkilerden biraz bahseder misin? Nasıl karşılıyor halk sizleri? 

Bundan sonra son soruya geçeceğiz. Buyrun öğretmenim söz sizde…

Burcu Çıra: Taleplerimiz çok insani ve karşılanabilir, meşru ve haklı. Bu yüzden halkta da karşılığı yüksek oluyor. Aslında karşılığın yüksek olmasının sebebi yaşadığımız sorunlar sadece biz öğretmenleri değil; öğrencileri, velileri yani toplumun kendisini doğrudan ilgilendiriyor. Mutsuz öğretmen mutlu nesiller yetiştiremez. Halk bunu görüyor, yaşıyor. Buradan diyebiliriz ki mücadelemiz toplumun tüm kesimiyle ortak. Bu ortaklığın olumlu yansımalarıyla eylemlerde sıklıkla karşılaşıyoruz. Halkımız her eylemde yanımızda, bizimle dayanışmacı çizgide yer alıyor. Eylemliliklerimiz çeşitli; çok kez MEB önüne taşıdığımız, kimi zaman okulların önüne gittiğimiz, afiş, bildiri, imza stantları ve pankartlarımızla Ankara’yı donattığımız, yani sesimizi her yerden duyulacak, varlığımızı her yerden gösterecek şekilde organizasyonel özgünlükleri barındırıyor. 

Acun Karadağ: Sevgili öğretmenim. Bugün eyleminizin 36.günü. Biz de bir süre parkta yanınızda olduk. Dayanışma ziyaretlerine şahit olduk. Çok sıcak karşılanıyoruz her gelişimizde. Biz sizleri çok sevdik. Tanımayanların da tanıyınca seveceklerinden eminim.

Sohbet çok güzeldi öğretmenim ama sonuna geldik. Emeğine, sözüne sağlık… Son olarak soru değil de mesajınızı almak isterim. Velilere, gençlere, ebeveynlere aslında halkın özellikle emeğiyle geçinen kesimine ne söylemek istersiniz?

Tam karşısından patronlara, patronlardan yana olanlara ve muhatabınız iktidara mesajınız ne olabilir?

Burcu Çıra: Bizler de sizi tanımaktan, sıcak dayanışmanızdan çok mutluyuz. Duygularımız karşılıklı… 

Biz mesleğimize ilk başladığımızdan itibaren öğrencilerimizin karşısına karşılıksız bir vericilik ile çıkıyoruz. Bunu çocuklarımız anlıyor, biliyor, öyle karşılık veriyorlar. Ancak hakkın, emeğin karşılığı olmak zorundadır, biz bunu diyoruz hep. Bizim patronlar tarafından çalınan onlarca hakkımız, yaşamlarımız var. Çoğu zaman öğrencilerimiz mağdur olmasın diye sineye çektiğimiz yıllarımız var. İşsiz kalmayalım çünkü bu hayatı zaten borçlu/borçla yaşıyoruz diye saydığımız, sabrettiğimiz sayısız günlerimiz var.

Bize yıllardır “öğretmenlerin hakkı ödenmez.” deniyor. Hayır, ödenir. Biz patronlar tarafından çalınan hakkımızın ödenmesini istiyoruz. Bu yazıyı okuyan, haberlerde bize denk gelen, direnişimizi duyan tüm velilerden bize destek olmalarını bekliyoruz. Çünkü onların da bildiği şey, çocuklarının geleceği bizim elimizde. Mutlu öğretmenler mutlu öğrenciler yetiştirir… Bunun da ötesinde burada sömürülen yalnızca biz öğretmenler değiliz. Sırf daha iyi bir eğitim alacağı düşüncesiyle belki kredi çekerek, varsa mülkünü satarak özel kurumlara yüz binlerce liralık eğitim ücretlerini verirken aslında adeta birer müşteri olarak değerlendirilirken patronların kâr stratejisine kurban gidiyorlar.

Röportaj boyunca az çok anlatmaya çalıştığım cümleleri tekrarlamayacağım ancak sömürünün çok yönlü olduğunu net bir şekilde söyleyebilirim. Biz tüm halkın öğretmenleriyiz, bize sahip çıkmalarını istiyoruz.

Patronlara diyecek çok sözümüz var, bunları sıralasak röportajın sonu gelmez 🙂 Ancak şunu kesin biliyoruz; bu kez biz, yani öğretmenler kazanacak. Biz patron düzenine çomak sokanlarız. Mutlaka ama mutlaka biz kazanacağız.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz