Megadeth’in İstanbul Macerası

0
147

Megadeth ile tanışmamız tam 40 yıl öncesine kadar gider. O yıllarda ben ergenlik sivilcelerim, borazan gibi sesim (hoş o pek değişmedi ama neyse), müzisyen olma hayalleri kuran yeni bir ağır metalci olarak Amerika’dan yükselen Thrash Metal rüzgarına kapılmış bir lise öğrencisiydim. Dave Mustaine ise başta Metallica olmak üzere tüm dünyayla kavgalı, kafası hep dumanlı, bazen agnostik bazen ateist, agresif, biraz da gizemli, metal tanrılarının yanına adını yazdırmaya namzet genç bir adamdı. Yıllar ilerlerken ben sivilcelerimden kurtuldum, müzisyenlik işi başlamadan tamamlandı, diplomalar aldım, iş bulup çalıştım, bulduğum işlerden ayrıldım, iş kurdum, evlendim, çoluk çocuğa karıştım. Mustaine’de adını metal tanrılarının en üst sırasına yazdırmayı başardı, Metallica ile olan buzları eritti, çoluk çocuğa karıştı, grubu bir dağıttı bir yeniden kurdu, bourbon yerine yeşil çay içmeye, kafa yapıcılar yerine sağlıklı otlar ve çiçekler koklamaya başladı ve boynunda haç taşıyan imanlı bir Hristiyan haline geldi. Köprünün altından çok su geçse de Megadeth var olmayı ve ne yapıyorsa bunu iyi yapmayı bildi. Ben de onları takip etmeyi ara ara gevşetsem de hiç bırakmadım.

O yüzden, aradan geçen bunca zamana rağmen bu gelişlerinde mutlaka izlemek istiyordum grubu. Özellikle 2022’de çıkardıkları The Sick, The Dying… And the Dead! beklediğimin üzerinde iyi bir albüm olunca sahne performanslarını daha da merak eder hale gelmiştim. Açıkçası Megadeth‘i daha önce 2 kez izlemiş olmam (ki biri 2001’deki efsane konserleridir) ve Türkiye’de bir çok kez konser vermiş olduklarından biletlerin bir kaç gün içinde biteceğini hiç hesaba katmamış ve biraz gevşek davranıp bilet alma işini savsaklamıştım. Bilet almak için malum uygulamaya girdiğimde beni hüsrana uğratacak o uyarı ile karşılaştım: “Tüm biletler satılmıştır.” Neyse ki, sosyal medya imdadıma yetişti ve hem de konser günü bir bilet bulmayı başarabildim. Artık günü Megadeth günü olarak ilan edebilirdim.

Aynı gün Ajda Pekkan’ın İnönü Stadındaki konseri nedeniyle Dolmabahçe, daha Kabataş’tan itibaren ana baba günüydü. Küçükçiftlik Park’a kadar olan uzun yürüyüşüm sırasında Heavy Metal ve Rock gruplarının t-shirtlerini giymiş, çoğu kara kot pantolonlu gençler ile gayet halim selim Ajda için sırada bekleyenlerin birbirine karışmasından oluşan görüntü gerçekten eğlenceliydi. Simitçi, köfteci, “gazozcu”ları da aşmayı başararak sonunda konser alanına ulaşmayı başardım. Normalde içeriye girdiğimde gördüğüm kalabalığa, bilet ararken çektiklerimi düşününce şaşırmamam gerekiyordu ama gerçekten şaşırtıcı bir kalabalık vardı. Tüm o kalabalık yapış yapış bir sıcağın altında, soğuk denemeyecek ama sıcak olduğu da iddia edilemeyecek arpa sularını içerek sıcak hissini azaltmaya çabalayarak konseri beklemeye başlamıştı bile. Yakın zamanda yine Küçükçiftlik Park’ta gittiğim Scorpions konserindeki gibi önden çalınan şarkıları duymak imkansıza yakındı. 

Megadeth, daha doğrusu Dave Mustaine ile Türk seyircisi arasındaki bağ iyidir. 2001’deki ilk konserlerinde o huysuz ve aksi herif sırıtmaktan neredeyse şarkıyı söylemeyi unutacaktı bazı yerlerde. 2014’de RockOff Festivali’ne geldiklerinde ise grup içindeki çalkantılar yeni durulmuş, pek keyifli olmayan bir zamanında olsa da seyirci ile diyaloğu bu huysuz hatta biraz da narsist adamdan beklenmeyecek kadar yumuşak ve iyiydi. Bu ilişkinin hala aynı şekilde devam ettiğini daha konser başlamadan görecektik. 

Konserin başlamasına 15-20 dakika kala sanırım konseri düzenleyen ekipten bir kişi sahneye çıkarak Mustaine’nin seyirciye konserden bu kadar önce toplanmış toplanmasına çok teşekkür ettiğini, ancak konserin ilan edilen saatten biraz daha geç başlayacağı için özür dilediğini ve bu gecikme nedeniyle konser listesine bize özel bazı eklemeler yapacağını duyurarak sahneden ayrıldı. Açıkçası ben buna sevinenlerdendim. Zira, İstanbul öncesinde verdikleri son 2-3 konserin listesinde “Ya bunun yerine şu olsaydı keşke, tüh” dediğim parçalar vardı. Acaba, Mustaine benimle aynı görüşte olur muydu ki? Bunun için bir 35-40 dakika daha beklemem gerekti ve gerçekten beklediğime fazlasıyla değdi.

Konser, ilan edildiği üzere, biraz gecikmeli olarak son albümleri The Sick, The Dying… And the Dead albümüne adını veren ve açılış parçası olan şarkıyla açıldı. Albümü zaten sevmiştim, bu şarkıyı da albümdeki en sağlam şarkılardan biri olarak görürüm. Şarkının içinde Rust in Peace ve Countdown to Exticntion dönemini çağrıştıran çok yer vardır. Bu yüzden, konserin açılışında çok iyi oldu bu şarkı. Grup bu şarkının ardından 20 yıl kadar geriye giderek The World Needs a Hero albümüne geçip Dread and a Fugutive Mind‘e başladı. Bu şarkıyla birlikte grubun yeni gitaristi Teemu Mäntysaari bize nasıl bir iyi bir gitarist olduğunun ilk sinyallerini gösterdi. Albümde Al Pitrelli gibi bir delinin attığı soloyu sanki kendi ürettiği bir soloymuş doğallığında ve gücünde çaldı ve “Boyuma posuma, yaşıma bakmayın, ben fena çalarım bu aleti arkadaş” dedi.

Bu iki şarkı sonrasında Mustaine bizlere verdiği sözü yerine getirmeye başladı. Bu yıl verdikleri son 2-3 konserde hiç listede olmayan Peace Sells…‘den Wake Up Dead ile başladı grup bu bölüme. Böylece daha üçüncü şarkıda alandaki herkes artık konsere dahil olmuş oldu. Bir de bu şarkı benim “Ya bunu çalarlar mı acaba?” dediğim şarkılardan olunca konser daha bir tadından yenmez hale geldi. İçimden tam “Ya bunun arkasına bir de In My Darkness Hour patlatırlar mı? Offff, of!” diye geçiriyordum ki Mustaine de benimle aynı şeyi içinden geçirmiş olmalı şarkıya başlayıverdiler. Yahu ne istenebilirdi ki daha.

In My Darkness Hour‘un ortasında hızlanan bölüme geçiş öncesi sahnede az bir karışıklık olsa da grup çok çabuk toparladı olayı ve pek kimse fark etmeden gaza basıp devam etmeyi bildiler. Bu iki şarkıda da gördük ki Mustaine’in parmakları eskisine göre biraz yavaşlasa da hala güçlü ve gereken hızını korumuş. Mäntysaari’de çok uyumlu gitti bu şarkıda Mustaine’e. O yüzden içimizin yağları bir miktar eriyerek dinledik bu şarkıları. Niye tüm yağlarımız erimedi peki? Onu yazının sonunda anlatsam daha iyi. Çünkü bunun nedeni ne grupla ne de bu şarkıları çalışları ile ilgili.

Grup bu hediye fırtınasını 80’lerin sonundan 90’ların başına doğru seğirterek devam etti. Bu sefer Countdown to Extinction‘dan This Was My Life ile zaten yükselmiş olan tansiyonu tutmayı bildiği gibi seyirciyi de kendilerini iyice yükselttiler. Şarkının sonundaki nakarat bölümünü tüm seyirci grupla birlikte söylemesiyle, o asık suratlı Mustaine’nin de yüzüne yavaş yavaş bir gülümseme oturmaya başladı. Bu şarkının ardından gelen Hangar 18 ile grup, zaten yüksek olan enerjiyi en yüksek noktaya taşımış oldu. Mäntysaari bu sefer de Marty Friedman‘ın sololarını öyle sıkı attı ki hani sadece dinliyor olsanız sahnede Friedman’ın kendisi var zannedebilirdiniz.

Peki daha konserin ilk çeyreğinde bu kadar yükselen tansiyon nasıl düşecekti? Bu işi ilk kez 1995’de Hidden Treasures‘da gün yüzüne çıkan Angry Again halletti diyebilirim. Önceki şarkılara göre asabiyet düzeyi asabi ismine rağmen daha dengeli olması ve gitar tonlarının biraz daha düz olması sayesinde en azından bir şarkılık bir nefes alma şansı oldu bizler ve grup için. Ancak, bu ara sadece bir şarkılık bir araydı. Ardından gelen Skin O’ My Teeth ile grup yeniden vites yükseltti. Şarkının içindeki soloyu gerçekten çok iyi çaldıklarını söyleyebilirim. Ancak, istemsiz şekilde dinlerken yer yer dişlerinizi sıkmanıza sebep olan bu şarkının ardından uzundur konserlerinde pek yer vermedikleri ve belli ki yine İstanbul seyircisine hediye niyetine So Far, So Good… So What! dönemine geri dönüp bu sefer Hook in Mouth‘a başladılar. Mustaine’nin açıkçası söylerken en çok zorlandığı şarkılardan biri bu oldu ama konser alanındaki tempo ve asabiyet tekrar konserin başındaki seviyeye çıkıverdi.

Daha konserin başında dalga dalga yükselen seyirci ve grubu konserin sonuna kadar yerinde tutmak için tekrar az sakinleştirmek gerekti tabii ki. Bu sefer de bu iş Cyriptic Writings‘den She-Wolf‘a düştü. Şarkı, önceki çalınan şarkılara göre asabiyetinden çok gitar işçiliği ve temposu ile öne çıkan bir şarkı olduğundan tempomuz düşmese de en azından asabiyetimiz biraz dengelendi. Ancak, belli ki Mustaine konser boyunca bu iniş ve çıkışların devam etmesini istemiş. She-Wolf‘dan sonra Sweating Bullets ile yine Countdown to Extinction dönemine geri dönerek tempoyu ve konserin genel yükselişini korumayı da becerdi. Burada Mustaine’nin parmaklarındaki yorgunluk biraz ortaya çıksa ve şarkıda ritm değişikliği olan yerlerde biraz savrulsalar da Mustaine ve grup şarkının hikaye bölümü dahil her bölümünü kotarmayı bildi. Özellikle şarkının sonunda benim ilke kez izlediğim ama grubun artık yeni sayılamayacak davulcusu Dirk Verbeuren iyi iş çıkardı.

Bu şarkının ardından grup Trust‘a başlayarak hem kendilerine hem de bizlere bir nefes alma şansı daha vermiş oldu. Bu ara konserde son sakinleşme imkanı olacaktı. Bence Trust grubun en yumuşak şarkılarından biridir. Mustaine bu şarkıyı uzun süredir konser listelerine alır. Sanırım şarkının ortasındaki yavaş tempo arpej bölümü için. Benin çok ısınamadığım şarkılarından biri olsa da bu sefer o kadar yüksek tempo sonrasında iyi geldi gerçekten.

Konserin son bölümü ise gerçekten yıkıcı ve sarsıcı bir tempoya yükseldi. Grup önce Rust in Peace dönemine dönerek Tornado of Souls‘a başladı. Buradan itibaren konser sadece sahnedeki grubun değil seyircinin de doğrudan katıldığı bir şölene dönüşmeye başladı. Küçükçiftlik Park’daki seyircilerin neredeyse tümü Tornado of Souls‘un uzun nakarat öncesi ve nakarat bölümünü her seferinde grupla beraber söylemeye başlayınca Mustaine, yüzünde o ana kadar saklamayı başarabildiği belli belirsiz gözüken sırıtışını artık saklayamaz hale geldi. Bu arada Mäntysaari şarkının son bölümündeki soloyu öyle bir çaldı ki, aman aman. Seyircinin katılımı ile iyice yükselen grup ardından Countdown to Extinction‘a başlayarak gaza basmaya devam etti. Burada da Mäntysaari ile Mustaine’nin uyumu gerçekten çok iyiydi.

Bu rüzgarın dinmeden bu sefer yine son albümleri The Sick, The Dying… And the Dead!‘den We’ll Be Back ile daha da kuvvetlendi. Bu albüm çıktığında dinler dinlemez “İşte budur” dediğim şarkıdır bu şarkı. Megadeth‘in 80’ler ortası ve 90’lar başı Punk soslu Thrash Metal albümlerinin hepsine girebilecek sertlikte ve güçte bir şarkıdır. Şarkının yer yer Speed Metal hızına ulaşan davul ve gitar bölümlerini çok iyi kotardılar sahnede. Arkasından gelen Symphony of Destruction ile de asabiyeti, tempoyu ve konser alanındaki hissiyatı biraz daha yukarıya taşımayı başardılar. Mustaine’nin şarkıda kendisine düşen solo bölümünü çalışı sanırım konserdeki en iyi solosuydu. Bu sırada, bu aksi, “nalet” adam belki de sözleri en asabi şarkılarından birini söylerken ağzı ensede fiyonk haldeydi.

Konserin kapanışı ise her zaman olduğu gibi bence Megadeth‘in en iyi şarkısıyla gerçekleşti: Peace Sells. Bu şarkı, 1986’da gün yüzüne çıktığında artık kişisel bunalımlar gibi bireysel hikayeler ya da aşk meşk hikayeleri ile tıkanmış Rock ve Metal dünyasına bir hayat öpücüğü gibiydi. Çok net politik tavrını müziğin kendisi de sözlerden bağımsız taşıyordu. Burada da olan oydu. Şarkının sonunda tüm konser alanı “Satılık barış var? Fakat kim almak ister ki?” diye bağırırken Mustaine’nin yanında her zaman olduğu gibi Vic Rattlehead vardı.

Elde kalan barış ile birlikte grup sahneden çekilirken alandaki herkes yeniden sahneye dönmeleri için ciddi bir nümayişe başladı ve tabii ki her Rock ve Metal konserinde olduğu gibi grup da bu çağrıyı cevapsız bırakmayarak ve pek de nazlanmadan sahneye döndü. Eh, çalınmamış ve çalınmazsa olmaz tek bir şarkı kalmıştı; Holy Wars… The Punishment Due. Enerjisi ve asabiyet düzeyi bu kadar yüksek bir konseri kapatmak için bundan daha iyi bir şarkı olamazdı zaten. Grubun tüm elemanları ve Mustaine baya sırıta sırata sahneye çıktı ve tüm güçleriyle çaldılar şarkıyı. Verbeuren yine çok iyiydi bu şarkıda. 

Grubun sahneden ayrılıp ışıkların yanmasıyla birlikte herkes iyi ve beklediğini bulduğu bir konserden ayrılmanın keyfiyle ayrılıyordu konser alanından. Mustaine ve grubun bu konserde özel bir efor göstererek çaldığı çok belliydi. Seyirci de bu özel eforu karşılıksız bırakmadı. Peki her şey bu kadar güzel ve iyi miydi? Maalesef, hayır.

İlk sözüm Küçükçiftlik Park’a ve/veya ses masasında her kim oturuyorsa ona. Yahu ben Megadeth’i sanki mono kayıttan dinliyormuş gibi dinlemek zorunda mıyım? Tamam, 60’ların The Beatles, Rolling Stones, The Kinks gibi grupların geçmişteki mono kayıtları oldukça revaçta. Ama canlı konser bu dinlediğimiz. Bütün kanallar üst üste ve aynı anda geldi bütün konser boyunca. Seslerin derinlikleri neredeyse hiç ama hiç yoktu. Ben uzun süredir bu kadar kötü bir konser ses düzeni ile karşılaşmadım diyebilirim. Ayrıca, ses düzeyi de çok vasattı. Hatta öyle vasattı ki konserin daha ortalarına gelmeden Mustaine’de durumu fark etmiş olmalı ki şarkı arasında “Bizi duyabiliyorsunuz değil mi?” diye sorma gereği hissetti. 

Megadeth gibi 80’lerin ortasından sonra tüm Rock ve Metal müziğini kökten etkilemiş bir grubu getirip böyle vasat bir ses düzeni kurmak gerçekten sadece gelen seyirciye değil çalan gruba da ayıp. Kaldı ki bu konser aylar öncesinden “sold out” olmuş yani parasını almışsın. İnsan şu ses düzenini bir kontrol etmez mi? Küçükçiftlik Park’da çok konser seyrettim, hatta en sonuncusunu çok değil bir ay önce izledim. Orada da konser öncesi ses seviyesi filan kötüydü ama konserin ses kalitesi çok iyiydi. Hiç bu kadar kötü bir ses düzeni ile karşılaşmadım bugüne kadar. Sorun kurulum mu, ses masası mı bilemedim ama Megadeth gibi bir sürü farklı ve değişken ritimli partisyonlar ve güçlü gitar soloları içeren şarkıları olan bir grubun konserinde olan bitenin detayını duymak için çaba sarf etmek çok can sıkıcı. Hele bilet fiyatlarının bu seviyelere geldiği bir dönemde. Bir ara, hemen karşımızda sayılabilecek eski adıyla İnönü Stadındaki Ajda konserine ses gitmesin diye mi böyle rezil bir ayar seçtiler diye bile düşündüm. Eğer öyleyse, aman diyeyim bir daha yapmayın böyle. Küçükçiftlik Park’da kıyamet kopsa o stadın yüksek trübün duvarlarını aşıp girebilir mi içeriye canım? Ama öyle de değildir artık. Yoksa öyle miydi? Hay bin kunduz, konser biteli kaç gün olmuş hala kafamda deli sorular.

Konserin ikinci tatsız kısmı ise aslında artık beklenen ve benim grubu son kez izlemiş olduğum 2014 RockOff performansında da gördüğüm bir durum. O da Mustaine’nin ses performansının iniş çıkışları ve eski gücü ve tonunda olmaması. Hoş bu özellikle yaşadığı hastalık dönemini düşünürsek çok anormal değil. Hatta geçmişte albüm kayıtlarındaki vokal tonlarına çok da uzak olmayan tonlara ulaşmaya çalışması taktir edilesi. Ancak, sesindeki yorgunluğu ve kaybı çok net belli oluyor. Hatta bu yüzden vokal mikrofonunun sesi biraz diğer enstrümanların seslerinin arkasında bırakılarak bu durum bir miktar perdelenmeye de çalışılmış ama yine de ne bileyim insan arıyor o vokal tonunu.

Konserin son garipliği ise büyük ekranlara yansıtılan görüntülerle ilgiliydi. Sahne yanındaki büyük ekranlara yansıtılan canlı görüntüleri grubun tur ekibi mi yoksa burada kiralanan bir ekip mi çekiyordu bilmiyorum ama berbat kare seçimleri vardı. Bu büyük ekranlar, sahneye uzak kalan dinleyiciler için sahnede ne olup bittiğini daha iyi izlemeleri açısından önemli. Ancak, neden bilmiyorum ama Mäntysaari çok üst düzey bir performansla deli sololar atarken ekranda çoğu kez Mäntysaari yerine o sırada ritim gitarı çalan Mustaine, ya da davulcu Verbeuren gösterildi bolca. Bir ara Mustaine yeni gitaristin gitar çalışını mı kıskandı da kamera ekibine “Çok çekmeyin bu çocuğu” mu dedi merak etmeye başladım açıkçası. Mustaine bu, yapar mı yapar.

Ancak, yukarıdaki hiç de küçük olmayan olumsuzluklara rağmen grup, performans olarak, 2014 RockOff’da izlediğim performanslarından çok daha iyiydi. Grup seyirciyi yükselttikçe seyirci de grubu yükseltti ve gerçekten özellikle 2014’deki izlenimimden yola çıkarak belirlediğim performans çıtasının çok üzerinde bir konser gerçekleşti. Gruba 2016 yılında katılan davulcu Dirk Verbeuren‘nin performansı oldukça iyiydi. Enerjisi çok yüksek ve güçlü vuruşları olan bir davulcu. Üstüne düşeni fazlasıyla yerine getirdiği gibi seyirciyi de ateşleyen bir çalışı var. 

Konserin bence asıl yıldızı ise grubun taze gitaristi Teemu Mäntysaari oldu. Tek bir hata yapmadan, Mustaine ile çok iyi bir uyumla çaldı. Kendi üstüne düşen ve geçmişte Marty Friedman ya da Al Pitrelli gibi çılgın gitaristlerin parmaklarından dinlediğimiz soloları birebir aynı nefasetle çalmayı bildi. Biraz iddialı bir öngörü olabilir ama bence Mustaine, Friedman’dan sonra ilk kez gruba bu kadar uygun ve grubun müziğini ileriye taşıyabilecek bir gitarist bulmuş. Eğer, Mustaine ile araları bozulmaz ya da Kiko Loureiro ya da Friedman gibi grup içindeki Mustaine despotizmi ve turne baskısına dayanabilirse grup için büyük kazanım. Ben izlerken bayıldım. Bundan sonra da dikkatle bu genç gitaristi izlemenizi öneririm.

Sonuç olarak, berbat bir ses düzeni ve beceriksiz canlı çekimlere rağmen bu konserden ben çok zevk aldım. Grup seyirciyi, seyirci grubu çok iyi yükseltti ve konser sonunda herkes yaşananlardan memnun ayrıldı Maçka’dan. Bu mutluluğu ve keyfi konser sonunda seyirciyi selamlayan Mustaine’nin yüzünde görmek mümkündü. Seyirciyi genelde pek yapmadığı şekilde uzun uzun selamlarken yüzüne yayılmış sırıtışını artık gizleme gereği de duymuyordu pek. 

Siz, siz olun bir daha Megadeth konserine denk gelirseniz kaçırmayın. Grubu artık yaşlanmış bulabilir, Mustaine’nin sesinden dem vurup burun kıvırabilir, bilet fiyatlarını yüksek bulabilir ya da artık grubu eskisi kadar takip etmediğinizden boş vermiş de olabilirsiniz. Sadece Mäntysaari’yi izlemek ve dinlemek için bile o bilete vereceğiniz paraya değer. Yanında iyi bir toplu asabiyet terapisi de cabası. Benden söylemesi.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz