Bir insan aynı anda hem hayatta hem ölü olabilir…

0
108

Olmayanlar ülkesinin kapılarında durup içeri bir bakış attığımız anda her şeyin absürt olmasını sadece bir an yadırgarız ve sonra gördüklerimiz bize şaşırtıcı gelmemeye başlar. Penceremizin dışındaki bir ejderha bize göz kırpabilir, yüzyıllar boyunca yaşayan bir baykuşla sohbet edebilir, alnında kurşun deliği olan bir polise ifade verebilir ya da sihirli objelerle seyahat edebiliriz. Büyülü gerçekçilik, içinde yaşadığımız hayatla rüyaları, mitleri, zaman kaymalarını, perileri ve daha nice doğa üstü temayı esrarengiz bir şekilde birbirine bağlayan ve bunu yaparken imkansız gibi görünenin olanak dahiline girip kabullenilmesi sağlayan bir edebiyat akımı. Jorge Luis Borges’in Alçaklığın Evrensel Tarihi (Historia Universal de la Infamia ) kitabı büyülü gerçekçiliğin ilk çalışması olarak kabul ediliyor.  En ünlüsü ise Gabriel García Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık (Cien Años de Soledad) romanı.

Pek çoğumuz Peren Ercan ismini bir vesileyle duyuyoruz. Yoğunlukla Japon edebiyatından yaptığı çevirilerle gündeme gelen Ercan aynı zamanda yaratıcı ve hayli üretken bir yazar. Osamu Dazai’nin İnsanlığımı Yitirirken, Ejder Sarayı’nın Çanı – Japon Masalları, Jang Ryujin’in Çalışmanın Hüznü ve Neşesi, Yoko Ogawa’nın Hafıza Polisi roman çevirilerinden bazıları; aynı zamanda Aki Yamamato’nun Humanitas’ı ve Tetsuya Tsutsu’nun Kehanet’i gibi pek çok manga serisinin de çevirmeni olan Peren Ercan’ın Kuyrukname ve Büyülü Eşyalar Koleksiyoncusu isminde büyülü gerçekçilik akımına dahil edebileceğimiz iki de romanı var.  Tek bir röportajda tüm üretimlerini konuşmak mümkün olmasa da Peren Ercan’la büyülü gerçekçilik dairesinde gerçekleştirdiğimiz söyleşimize buyurun… 

E.A. Merhaba Peren hoş geldin. İlk romanın Büyülü Eşyalar Koleksiyoncusu okuyucu tarafından çok sevildi. Bu kitaptan önce ödüllü öykülerin var. Fantastik ve büyülü gerçekçilik ile ilk hangi yazar ve kitapla tanıştın? Favori yazarın kim ve tabi ki seni en çok etkileyen kitap hangisi oldu bugüne kadar? 

P.E. Merhaba. Ben genel olarak hayata büyülü gerçekçi bir çerçeveden bakıyorum, dolayısıyla aslında o türde olmayan eserler bile bazen bana öyleymiş gibi geliyor. Bu konuda arkadaşlarımla da bazen fikir ayrılığına düştüğümüz oluyor. “Fantastik” derken ne olduğu biraz daha anlaşılıyor günümüzde, özellikle de popüler kültürün etkisiyle ama “büyülü gerçekçilik” hâlâ çoğumuz için muğlak. Bu yüzden, bahsedeceğim iki eser de o türe girer mi emin değilim ama ben ikisini de okurken öyle bir tat almıştım. İkisi de İhsan Oktay Anar’ın eserleri; Puslu Kıtalar Atlası ve Kitab-ül Hiyel. Farklı bir tür olarak beni etkileyen kitaplar arasında Şibumi ve Alamut: Fedailerin Kalesi’ni sayabilirim. İkisi de lise dönemimde okuduğum ve okuduğum anda içimde coşkulu bir yazma arzusu uyandıran eserlerdi.

E.A. Edebiyatta büyülü gerçekçiliğin enstrümanları neler?  

P.E. Bu türün ne olduğunu iyi anlamamız gerektiğini düşünüyorum öncelikle. Gerçi ben de anlamış mıyım, ondan da emin değilim. Adındaki gibi “büyü” ve “gerçekçiliğin” aynı anda var olması önemli. Ben bunu, “bir arada var olamayacağı düşünülen iki olgunun bir arada olması” şeklinde yorumluyorum. Bir insan aynı anda hem hayatta hem ölü olabilir. Karanlık, gücünü aydınlıktan alıyor olabilir. Aslında temelde ironik bir bakış açısının, büyülü gerçekçiliği oluşturduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte, önemli olan başka bir kısımsa bizim onu “gerçek ve doğal” olarak kabul etmemiz. Eğer okulda sıra arkadaşınız dersi dinlemek yerine size “Geçen gün bir ejderha gördüm.” diye anlatırken bunu garipsemiyorsanız, bence bu büyülü gerçekçi bir perspektiftir.

E.A. Japonca Öğretmenliği bölümünden mezunsun öykülerinde Japon kültüründen, halk efsanelerinden, mitolojisinden yararlanıyorsun. İlgini çeken başka kültürler var mı? 

P.E. Yabancı dil öğrenmek başlı başına ilgi duyduğum bir alan. Aynı zamanda Endonezya kültürü merakımı cezbediyor. Kültür, tarih, mitoloji ve dil bakımından oldukça ilginç bir bölge. Güneydoğu Asya’dan öykü ve romanlarımda da yararlanıyorum. Kurguya gerçekten de lezzetli bir baharat ekliyormuşum hissi veriyor. Bir yandan bize farklı gelecek kadar “uzaktaki doğuya”, diğer yandan da “kendimizden hissedebileceğimiz kadar batıya” ait gibi hissettirdikleri için Güneydoğu Asya bölgesini biraz kendimize benzetiyorum.

“Ya kalbinle uyu ki bir daha kalkma ya da aklınla ayıl ki bir daha uyuma.”

E.A. İkinci romanın Kuyrukname lezzetli bir masal tadı bırakıyor insanın zihninde ve başladığı yere geri dönen tam bir çember yaratan bir masal. Her bölümde yeni bir melodi ve yeni karakterlerle karşılaşıyoruz ve bu bölümler yavaş yavaş birleşip bir şarkı haline gelip karakterler ve olaylar birbirine bağlanmaya başlıyor. Hiçbir karakter hikayenin dışında bırakılıp bir köşede unutulmamış. Kitabın önsözünde “Herkesi gürültü çıkarmaya zorlayıp ardından huzurlu bir ortam arayışına çıkıyoruz.” diye yazmışsın ve Kuyrukname’nin merkezinde hayvanları insanlar gibi konuşturabilme becerisine sahip Agop Efendi var. Herkesin -insanlar ve hayvanların- söyleyecek bir şeyinin olması mutlaka konuşmalarını gerektiriyor mu? İletişim dediğimiz şeyin illaki sese, kelimelere ihtiyacı var mı? 

P.E. Dil, kelimelerden ve sözlerden ibaret değil. Dediğiniz gibi, söyleyecek bir şeyimizin olması mutlaka konuşmak zorunda kılmıyor bizi. Genel olarak bizim toplumumuzun konuşmayı seven ve konuşarak sosyalleşen bir toplum olduğu anlatılır. Belki de bu yüzden, konuşmayan kişilerin iletişim kuramadığı yanılgısına kapılıyoruz. Daha doğrusu, ağzından bir ses çıkmayan kişinin “konuşmadığını” düşünüyoruz. Kuyrukname’de birçok odak noktam vardı ama asıl değinmek istediğim kısım “hayvanların da anlatmak istedikleri var” gibi bir şey değildi. Ondan ziyade, insanların her şeyi konuşturma çabasının aslında doğal iletişimi bozduğunu da ifade etmeye çalışıyordum. Eğer gerçekten anlatmak istiyorsak, her şeyi kelime olarak kullanabiliriz.

E.A. Üretken yazarlığının yanı sıra Japonca’dan çeviriler de yapıyorsun? Çevirmenlik bence bir kitabı yeniden yazmaya benziyor ve hayli zor bir iş. Bir kitabın içine istediğimiz gibi dahil olamadığımızda okuyucular olarak ilk söylendiğimiz insanlar çevirmenler oluyor. Çevirmenlik nasıl bir iş? Hangi noktalarda seni zorluyor ve hangi noktalarda iyi ki çevirmenim diyorsun? 

P.E. Kolay kısımdan başlayacak olursam, “İyi ki kitap çeviriyorum.” dediğim anlar genelde o eserlerin basılı halini gördüğüm zaman oluyor. Bir eseri, yazarı temsil etmenin de sorumluluğunu üstlenerek baştan yazıyorsunuz adeta. Bunun verdiği his de sizi motive ediyor, kimi zaman da strese sokuyor. Bu da zaten bu işi zor kılan başlıca unsur. Çeviriyi beğenmediğimizde genelde kitabın/metnin “kötü” olabileceği ihtimalini göz ardı edip doğrudan çevirmeni suçluyoruz. Bu bir okur refleksi. Okuduğumuz kitapların yazarlarını ilah gibi görmeye alışmışız. Hele bir de dünyaca üne sahip bir yazarsa, toz kondurmuyoruz. Eleştirilemez bir metnin olmadığını düşünüyorum. Tabii ki çeviri de kötü olabilir fakat belki de çevirmen yalnızca “kötü” metni aktarmıştır.

Ayrıca, çevirinin bir ekip işi olduğunu da unutuyoruz. Çevirmenin dosyayı teslim etmesi aslında ilk adım. Devamında editörlük sürecinden, redaksiyondan ve son okumadan geçiyor. Bu aşamalarda da büyük değişime uğrayabiliyor. Metnin ete kemiğe tam anlamıyla büründüğü noktalar buralar. Nasıl ki bir sinema filmini tek kişi çekmiyor, çeviri de tek başınıza yapılmıyor.

E.A. Eserlerini mutlaka dilimize çevirmek istediğin bir yazar var mı? 

P.E. Japon yazarlardan Miyazawa Kenji’yi çok severim. Türkçeye çevrilmiş bir kitabı ve sanırım bazı öyküleri mevcut. Onun haricinde, bugüne kadar mangalar dışında genelde II. Dünya Savaşı dönemi edebiyatı çevirdiğim için biraz modern Japon edebiyatına odaklanmak istediğimi söyleyebilirim. Galiba akıl sağlığıma iyi gelmiyor (Gülüşmeler…) 

E.A.  Aynı zamanda manga çevirmenliği de yapıyorsun. Japonca Öğretmenliği manga kulübüyle her sene Mangaman isimli bir dergi yayınlıyorsunuz. Bu derginin çıkış öyküsünü anlatabilir misin? 

P.E. Japonca öğretmenliğindeki ikinci yılımın sonlarında, bölümümüzdeki manga kulübünün yalnızca çizer değil, hikaye yazarı da aradığını duydum. Böylece kulübün kurucusu ve üst dönemim olan Tolga Sertkaya’yla tanıştım. Manga kulübünde gerçekten çok yetenekli ve ilgili arkadaşlar var. Dergi çıkarmadan önce yalnızca çizim alıştırmaları yapıyorlarmış. Ben bu aşamada kulüpte değildim. Sonradan hem çizerlerin hem de yazarların yeteneklerini sergileyerek öykülerini paylaşabilecekleri bir dergi fikri çıktı ortaya. Manga-man ismi de dergimizin maskotuna aitti. Sonrasında hemen hemen her yıl bu dergiyi yayımladık. Derginin hazırlık sürecinde kulüpteki yazarlar, çizerlerle eşleşiyor ve derginin yayımlanacağı etkinlik olan Japonya Günleri’ne kadar herkes var gücüyle çalışıyordu. Mangaman’ın da manga kulübünün de benim için yeri ayrıdır.

Mangaman’ın yayımlanmış tüm sayılarına dijital olarak buradan ulaşabilirsiniz:

E.A. Şahsi kütüphanenden biraz bahseder misin? Okuma alışkanlıkların nasıl? Ben mesela aynı anda üç – beş kitabı bir arada okurum. Sen başladığın kitabı sonuna gelene bırakmayan sadık bir okuyucu musun? Okumak için ritüellerin var mı yoksa her yerde kitap okuyabilirim der misin? 

P.E. Eğer iş için okumuyorsam, beğenmediğim kitabı gerçekten zorlamadan bırakıyorum. Edebi haz almak için okuduğumda eğer o kitap bana haz vermiyorsa ona devam etmeyi pek de anlamlı bulmuyorum. Önemli olan merakımı cezbeden şeyleri okumam, artık cezbetmiyorsa bana katacağı bir şey olduğunu düşünmüyorum.

Ben çalışırken de okurken de dikkati çok kolay dağılabilen biriyim. Zihnimi çok farklı parçalara bölemiyorum. Bu yüzden, aynı anda dört beş kitap okumak benim için hayal. Yapabilenlere imreniyorum gerçekten. Ben bir kitabı okuduğum süreçte, dışarıda gezerken, yemek yerken ya da sadece evde otururken bile o kurgu hakkında düşünmeyi seviyorum. Bu, benim kurguya kendimi dahil etme şeklim. Aynı anda birkaç kurgu okumak bu konuda da dikkatimi dağıtıyor. Olaylar birbirine giriyor zihnimde. Son sorunun da cevabı böylece belli olmuştur diye düşünüyorum, ben biraz nazlı bir okurum. Her yerde okuyabilecek kadar toplayamıyorum dikkatimi. Sessiz ve dingin bir ortam arıyorum. 

E.A. Adını ilk duymaya başladığımızda yapay zeka bize basit şeyler yapan bir oyuncak gibi geliyordu şimdiyse resimden müziğe oradan öykü üretmeye kadar geniş bir yelpazede üretimler yapmaya başladı. Yapay zekanın sanat dünyasına etkisi nasıl olacak sence? 

P.E. Yapay zeka bir gün dünyayı ele geçirir mi ya da işimizi tamamen elimizden alır mı bilmiyorum ama ben bu teknolojiden korktuğumu söyleyemeyeceğim. İşimizi gerçekten kolaylaştırdığını düşünüyorum, kimi zaman ben de yararlanıyorum ki sanırım artık kullanmayan kalmamıştır. Karşı çıkmak yerine benimsemeye çalışmanın bu süreci kolaylaştıracağını düşünüyorum. Bir yazı okumuştum, şöyle diyordu: “İleride işimizi elimizden alan kişi yapay zeka olmayacak. Yapay zekayı kullanarak o işi bizden daha hızlı yapabilen kişi olacak.” Dolayısıyla, hayatımızın bir parçası olacağını kabullenmek daha iyi olabilir diye düşünüyorum. Şayet, gerçekten de işimizi elimizden alırsa, o zaman insanlığın bir kaosa müsaade etmeden yeni bir düzen kurabileceğini düşünüyorum. Tarihsel sürece baktığımızda insanların zaten defalarca yeni düzenler kurduğunu görebiliyoruz. Bu sefer niye olmasın?

E.A. Son olarak ufuktaki projelerinden bahsedebilir misin? Bizi hangi büyülü diyarlara götüreceksin? 

P.E. Bir süre daha çevirilerle ilerleyeceğim gibi görünüyor. Elimde bekleyen birçok çeviri var. Hikaye anlatmaya dair arzum hâlâ ilk günkü gibi yanıyor fakat üçüncü romana başlamak için önümde bir süre daha olduğunu düşünüyorum. O vakte kadar çeşitli alanlardaki senaryolarla ya da öykülerle tatmin etmeye çalışıyorum bu açlığımı.

E.A. Bu keyifli sohbet için teşekkür ederim 🙂 

P.E. Ben de teşekkür ederim, çok keyifliydi : )

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz