Ev Zencileri

0
98

“Öyle böyle değil, çok sıcaktı gerçekten. Kendimizi bir an önce mekâna attık. Neyse ki günün o saatlerinde fazla yürümemiştik. Bir pizzacı için gayet şık, göz alıcıydı. Girişi cadde tarafından olduğu için başlangıçta pek anlamamıştım ama bahçe tarafına yönlendirilince durumu çakozladım. Düpedüz kumsalın üzerindeymişiz. Bir adım öteye yürüsen cumburlop deniz. Yani “kanun var mı yok mu” diye sakın sorma Muzaffer Abi, kimsenin kanun manun taktığı yok. Kondurmuşlar işte dükkânı. Üstelik çakallar bir tek burayla da kalmamış. Sıra sıra dizilmişler sahil boyunca…

Neyse zaten ortama baktığımda benden başka rahatsız olan da yoktu. Herkes havasında. Ara ara parlayan, eşantiyon olduğu her halinden belli plaj şemsiyelerini yerinden oynatan, havalanan kumu savuran, mekandaki müziğin sesini bir alçaltıp bir yükselten, kavurucu güneşi yüzüne yüzüne taşıyan bir rüzgâr vardı. Tahta masaların üzerindeki plastikten, kâğıttan ne varsa tüm servis malzemelerini uçuruyor, sıkıntı veriyor, bir süre sonra da bilirsin işte sıcağında etkisiyle sersemletiyordu. Tam da öyle bir ortamdı.”

Uzun bir aradan sonra bir araya geldiğimizden olacak gecenin geç saatlerine rağmen kalkacak gibi değildik. Laf lafı açıyor, kâh tatilde yaşadıklarımızdan kâh memleketin halinden, işten güçten konuşuyorduk.

“Yahu Bodrum’un sahilinde yer mi kaldı arkadaş, her yer beton olmuş. Ne anlatıyorsun böyle? Sanki Yunan adalarından konuşuyorsun.”

Şu gelinen noktada herkesin payı olduğunu düşünmeden edemiyordum. Ama kimse üzerine almaz illaki.

“Eh sonra?” diye konuşmaya dönüyor.

“Sipariş vermek için garsonun biriyle göz göze geldim, el ettim. Zaten öyle büyük bir dış alan değil, hepi topu on masa. Halden anlamış olacak hemen yaklaştı. Otuz, otuz beş gibi, orta yaşlarına merdiven dayamış biri. Yüz hatlarını belli eden düzgün kesilmiş bir sakalı, sanki bir iki kadeh içmiş gibi kızarmış yanakları, güleç bir yüzü ve temiz, düzgün üst başı vardı. Siparişleri vermek için tavsiyesi olup olmadığını sorduk. Belki öğle sıcağından olabilir az sayıda masada müşteri vardı. ‘Bodrum bu yıl nasıl? Epey sıkıntı yaşandığı söyleniyor, doğru mu?’ diye sorasım tuttu.

“Sahi öyle miydi?”

“Hem de nasıl. Ama ne demiş atalarımız: ‘ne ekersen onu biçersin’. Neyse garson gayet sakin bir şekilde ‘Abi ben bu yaz başında geldim buraya. Yeni sayılırım. Geçen yılları bilmiyorum. Yalan olmasın şimdi.’ diye yanıtlayınca konuşmaya devam ettik. ‘Sezonluk mu geldiniz?’ diye sordum. ‘Evet. Benim bir abim var, Bodrum’da çalışıyor. O aracılık etti, burada bir sezon çalışıp para biriktirip Avrupa’ya gitmeyi planlıyorum.’ diyerek biraz da geçiştirmek istercesine yanıtladı.

Düşünsene Muzaffer abi, üç aylık bir sezonda biriktireceği para ne olabilir ki? Ama gitmeyi kafaya koymuş demek. Sonra daha rahat konuşuruz düşüncesiyle adını sordum. Ne dese beğenirsin, Cuma demez mi?”

Son çaylarımızı yudumluyorduk. Kafede servis gibi ışıklar da kapanmış, masalar toplanmıştı. Sakin bir yaz gecesinin iki müşterisi olarak kalmıştık.

“Valla o ana kadar hayatımda iki Cuma tanımıştım. Üçüncüsü de bu arkadaş oldu. İlki hani şu senin de bildiğin Cuma. Robinson Crusoe hikayesindeki meşhur Cuma. Beyaz efendiyle zenci kölenin ıssız adası. Diğeri benim çocukluk yıllarımdan kalmış, komşumuzun bir oğluydu. O rahmetli oldu erken yaşta.

Doğrusu sık sık denk gelebileceğin türden bir isim değil. Ama dikkatimi çeken bir konu daha oldu o an. Tanıdığım iki Cuma da Güneydoğuluydu. Siparişleri yazarken laf lafı açtı da öyle öğrendim. Halfeti’den gelmiş. Urfa tarafından anlayacağın. Bilirsin ben oraları vakti zamanında üniversitedeki işim nedeniyle epey turlamıştım. Aşağı yukarı her yeri gördüydüm. Çok da severim hani. Yemekleri yok mu o yemekleri?”

“Ya bilmez miyim” diye sitem ederek sözümü kesti. “Sözde tur yapacaktık, gezecektik ama yan yattın.”

Muzaffer abiyi tanıyanlar bilir. İçi dışı birdir, sözünü sakınmak, ruh halini gizlemek gibi bir derdi olmaz. Neyse fikri söylemekten çekinmez, yerine göre duygularını da döker ortaya. Yurdum insanı… Kimi zaman da sanki orada değilmiş gibi bir anda ilgisiz bir insana dönüşebilir. Kayıtsız değildir aslında. Öyle olmadığını ancak bir bıkmışlığın aklını, ruhunu sardığını yüzünden okuyabilirsiniz. “Boş lakırdı kardeşim bunlar, neyi konuşuyoruz” dediğini duruşundan, el hareketlerinden, “aman boşver” der gibi gözünü başıyla birlikte yukarıya doğru kaydırışından hemen yakalarsınız. Mevzuya girmek istersiniz ama o “varsın olsun bize ne”, “o da olsun ne olmuş yani”, “iyi de bize mi kalmış neyine üzülüyoruz” gibisinden cümlelerle savuşturur. Lakin bu Cuma’nın durumuna ilgisinin yükseldiğini görebiliyorum.

“Eh hangi rüzgâr atmış onu Bodrum’a?”

“Ben de bunu sordum. ‘Hayırdır, iş güç sıkıntısı mı var oralarda, hangi rüzgâr attı sizi buralara?’ diye lafa girdim. Hay sormaz olaydım. Biliyor musun ne dedi? Coğrafya öğretmeniymiş. Abi Cuma öğretmenmiş.”

Yüzü bir anda değişti. Nefesini derin çekişinden, sırtını geriye doğru atışından bunu duymanın onda yarattığı sıkıntıyı görebiliyordum. Sonra devam ettim.

“Ama zaten belliydi. Konuşması, duruşu on numaraydı. Okumuş adamın hali bir başka oluyor işte. Dedim ‘neden geldin buralara, yaz dönemi ek iş falan mı?’

Bilirsin öğretmenlik zor zanaat bu ülkede. Geçim sıkıntısı büyük. Muzaffer abi inanmazsın ama 18 bin lira maaş alıyormuş. Düşünebiliyor musun, ancak bir asgari ücret kadar. O da ücretli öğretmenlik diye bir şey varmış sanırım. Ben pek bilmem kendisi söyledi. Yani mesaisine gidemediği gün olursa ya da saati kaçırırsa, o oranda maaşından kesiliyormuş. Arkadaş ne veriyorsun da neyini kesiyorsun? Üstelik öğretmen bu birader. Hiç öğretmene yapılır mı böyle? O da dayanamamış, sonunda basmış istifayı gelmiş Bodrum’a. Şartlarının çok çok daha iyi olduğunu söyledi.”

“Şu hale bak ya. Tarikatların cirit attığı, kepçeyle devletin kasasına daldığı memlekette öğretmenin, bilim insanının, kültür insanının düştüğü şu zavallı hale bak.”

“12 yıl boyunca öğretmenlik yaptığından artık dayanamaz hale geldiğinden bahsetti. Severek yaptığı bir iş olduğunu ama güvencesiz yaşamaktan bıktığını anlattı. Parmaklarında yüzük yoktu. Yine de “evlilik var mı?” diye sordum. ‘Ekonomik güvence olmayınca nasıl olacak o iş’ dedi. Kardeşi de öğretmenmiş o da Bodrum’a çalışmaya gelmiş. Hatta onun yanına yine bir başka öğretmen gitmiş. Hepsi istifayı basıp ayrılıp buralara gelmişler.”

“Yok abicim bu memleket adam olmaz. Şu hale bak ya. Dengesini şaşırmış ülke.”

“Öyle Muzaffer Abi. Ne dedi biliyor musun? Bak bu beni çok etkiledi. Bir müzik öğretmeni varmış. Onunla aynı dönemden. O kadroluymuş, hayat şartları bizim Cuma’ya göre daha iyiymiş. Ama dayanamamış koşullara, istifa etmiş Fransa’ya gitmiş. Orada düğünlerde falan enstrüman çalıyormuş. Dediğine göre hayatından çok memnunmuş. O söylemiş. ‘Gelecekten umudunu kesmiş insanların hiçbir şeyden korkusu olmaz’ demiş ona. O da aynı şeyi söylüyor. Ben ‘zor olmaz mı el yurdunda?’ diye sorduğumda ‘ne olacak abi alışırız, başka şansımız mı var?’ dedi.”

“Bu insanlar gitmesin de ne yapsın? Böyle böyle kaybediyoruz işte.”

“Çok kişinin göçtüğünden söz etti. Gençlerin neredeyse hepsi gitmiş. Halfeti sular altında kaldıktan sonra hele… Binlerce insanın terk ettiğinden bahsetti, çoğu Avrupa’ya geçmiş. Kim gittiyse yakınlarını da çekmiş oralara. ‘İnsan istemez ama daha iyi şartlar nedeniyle herkes vatanı terk etmek zorunda kaldı’ dedi. Abi bu Cuma gerçekten Robinson’un Cuma’sı. Ülkede köle gibi hayat yaşayan o kadar çok insan var ki! O an aklıma belgeselin birinde izlediğim bir şey geldi. Drapetomania diye bir hastalık varmış, bilir misin?”

“O ne yahu? La havle, ne hastalıklar icat olunmuş.”

“Ben de bilmiyordum Muzaffer Abi. Konu Cuma ve kölelik olunca bu geldi aklıma o an. Türkçesi senin anlayacağın dille ‘kaçma’ hastalığıymış.”

“Öyle hastalık mı olur kardeşim?”

“Ne bileyim işte. Dünya tarihini ezilenler mi yazmış sanki… Anlayacağın uydurulmuş bir hastalık. Ama hikâyenin devamına bir bak. Amerikalı bir doktor, sırf zenci köleler kontrol altında tutulsun, gerçekten kaçmasınlar diye vakti zamanında böyle bir hastalığı tıp literatürüne sokmuş. Yani adama siparişle yaptırmışlar. O yıllarda şartlar nedeniyle köleler sıklıkla kaçtıklarından bunun önüne geçmek için böyle bir şey uydurmuşlar. Yani hastalığın tanımı ne diyecek olursan, kölenin efendisinden kaçma hastalığı.”

“Manyamış bu insanoğlu.”

“Bilirsin işte, kapitalizm nelere kadir. Mevzuya göre eğer kölelere iyi davranıldığı, barınma, yiyecek, iyi koşullar sağlandığı halde kaçma isteği duyuyorlarsa ruhen hastalar demek. Düşünsene, işi düpedüz bilime dayamışlar!”

“Yok daha neler!”

“Bizim ülkede de geldiğimiz nokta bu olmadı mı? Kimle konuşsan gitme, kaçma derdinde. Ama durum bizde o hastalıktaki gibi değil. Ne iyi bir ekonomi var ne barınma ne yiyecek ne de sağlık konularda ortam hiç iyi değil. Herkes bir para derdine, geçim derdine düşmüş. Hele bir de hiçbir güvencenin olmadığı düşüncesi akılları öyle bir ele geçirdi ki sorma gitsin. Artık hürriyetler de gidiyor birer birer. Bak sırf sokakta görüşünü söylediği için tutuklananları gördük, sosyal medya yasaklarını da. Ev zencisi olduk Muzaffer abi, ev zencisi!”

“Ne zencisi ne zencisi?”

“Ev zencisi abi.”

“Ne demek o yahu, bir yaşıma daha girdim. Hem niye ev zencisi oluyormuşuz?”

“Abi şimdi sen, ben belki ülkenin büyük bir bölümü sanırım ev zencisi olduk. Paşamız böyle buyurdu. Eh nasıl biriysen artık. Yaşadığın toprağı, köklerini, toplumu, değerleri reddediyormuşsun abi haberin yok.”

“Nasıl oluyormuş o öyle?”

“Sosyal medya kapatılınca karşı tavır koyduk ya, buna göre senin gibi benim gibi daha kimler bilmiyorum artık batıcı oluyormuşuz. Hani sosyal medya batı işi ya. Kapatılmasın deyince batılı değerleri savunuyorsun. Kapatılsın deyince başka. Yani senden benden bu çıkıyorsa dünya yönünü şaşırır.”

Bu Muzaffer Abi için, onun gibi Anadolu kültürüne, hamuruna düşkün biri için küfür gibi bir şey muhakkak. Dilini tutamadı o an: “Ha…”

“Ben de ilk duyduğumda öyle dedim Muzaffer abi. Sen mevzuyu duymamış mıydın?”

“Ya duysak ne olacak. Bıktım arkadaş. Ortalık toz duman, alt üst olmuş. Memlekette ayarlar bozulmuş. Arkadaş bir ölçü kalmamış ortada. Al takke ver külah ilişkiler. Her geçen gün eriyen bir ülke. İşleri tıkırında küçük bir azınlık dışında. Ama şu bir gerçek, büyük bir cehaletin pençesindeyiz. Ahlak desen bitmiş durumda. Müthiş bir ahlaki erozyonun içindeyiz. Bak artık toplumu bir arada tutacak şeyler de işe yaramıyor. İyi kötü insanları bir arada tutan bir din ahlakı vardı…”

“Yapma Muzaffer abi. Hangi dinin hangi ahlakından bahsediyorsun? Bu toplumu din mi bir arada tutuyordu sanırsın? Madem tutuyordu şu tarihe bir bak. Hangi birinden bahsedeyim yaşanmış saçma sapan olayların. Hem toplumu bir arada tutması gereken şey bu mu olmalı? Nerede kaldı evrensel insani değerler, türlü mücadelelerle kazanılmış insan hakları, sözleşme toplumu, hukuka dayalı ilişkiler? Ahlak dediğin şeyin kökenlerini neye dayamalı? Hiç dine ya da bir milliyete dayanan ahlak mı olur? Madem öyle, dinler öldürmemeyi, doğru söylemeyi, başkasının hakkını yememeyi söylediği halde bunca dindarın olduğu bir dünyada sen ne görüyorsun? Bak şu yaşadıklarımıza. Yaradılanı yaradandan dolayı sevenler, iki lafın biri dindarlık satanlar, sokaklarda yaşam mücadelesi veren köpeklere dahi kafayı takmış durumdalar.”

“İyi de bizim gibi ülkelerde o senin dediğin akıl yok ki! Ne hakkından, hangi hukuktan bahsediyorsun? Henüz beslenme, barınma ihtiyaçlarını bile çözememiş, kafasını günlük ihtiyaçlarını karşılama derdinden kaldıramamış bir halkın senin dediğin gibi bir akla gelmesi hiç mümkün mü?”

“İyi de abi eğer olmazsa sonunun ne olacağını biliyoruz değil mi? Bu filmi ilk kez görmedik sonuçta.”

Tombul yanaklarını iyice gösterircesine gülümsüyor. Yalnız bu kez acı bir gülümseme.

“Ya boş ver bu konuları. Zaten neyi çözüyoruz. Konuş konuş kendimizi yormaktan başka bir şeye yaramıyor. Eline sopayı geçirmiş biri yürüyor gidiyor işte. Kalk gidelim, sabahlayacak halimiz yok.”

“Öyle maalesef. Güce dayalı ilişkilerin ve değerlerin herkes tarafından kabul gördüğü bir hal almışız nihayetinde. Toplum aklı esir alınmış. Okumuş okumamış, zengin fakir, kadın erkek. Fark etmeksizin herkes güç ilişkilerinin içinde, şu egemen politik aklın yarattığı çıkar zincirine dahil olmuş. Ahlak dediğinde buradan doğuyor işte. Şu Marks’ın gözünü seveyim. Alt yapı üretim ilişkileri üst yapıyı, egemen normları, değerleri, kültürü belirliyordu ya. Al işte bizdeki alt yapı üretim ilişkilerine bak. Üretimin de bir ahlakı olur derdin. Bizdeki tüccarı, esnafı görmüyor musun? Bak ekonomik krizlerden nasıl da fırsat yaratma, yararlanma derdindeler. Herkes doğruymuşçasına belletilmiş yok edici ahlaki değerlerin arasında erimiş, edinebileceği en ufak bir kazanım için kendini bu kirli dünyaya adamış. Ne varsa çürümenin eşiğinde artık.”

Kalkıyoruz. Ağır adımlarla ilerlerken “O kadar da değil herhalde. Her gecenin bir sabahı da var” diye mırıldanıyor. Sonra kısa bir sessizlik içinde yol alıyoruz.

“Neydi senin bu hastalığın adı?”

“Kaçma hastalığını diyorsun?”

“Cuma yırtar umarım. Bize bu işler zor, çok zor. Bu saatten sonra çoluk çocuk elimiz kolumuz bağlı. Kaçamayız. Hem evin zencisi olmuşuz bir kere, niye kaçalım.”

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz