2010- 2011 yıllarında ilk Gonzo Corpus ile dikkatimi çekmişti Halil. Oradan bir şekilde takipleşmeye, ortak dostlar sayesinde yollarımız kesişmeye başladı. Ardından “Kült Neşriyat” geldi… Bazı kitaplara arzu nesnesi olarak bakan biri olarak Kült’ün çıkardığı tüm kitaplar zamanla kütüphanemin en özel köşesinde birikmeye başladılar. Gezi direnişi ile ilgili ilk yayınlardan biri olan “Null Direnmenin Otopsisi”ne de sevgili dostum, ortağım rahmetli Özgür Uçkan ile birlikte yazı vermiştik. Gonzo ve Kült Neşriyat’ın hikayesini bugüne kadar hiç bir yerde okumadığınız detaylarıyla ilk kez bu röportajda konuştuk Halil ile…
2003 yılında adaya ilk kez iş için geldiğimde Lefkoşa surlar içindeki Saray Otel’de kalmış ve Saray Otel’in hemen karşı çaprazında yer alan Rüstem Kitapevi hemen dikkatimi çekmişti. Gerek mimarisi gerekse yılların birikimiyle sahip olduğu kitap çeşitliliği her geldiğimde beni kendine çekmeye başlamıştı.
Adaya yerleştiğimde ilk bulduğum insanlardan biri oldu Halil. O yıllarda bir yandan üniversitede ders verirken bir yandan da hobisi olan objeleri sattığı, yine surlar içinde Bandabuliya’da Hippo isimli küçük bir dükkanı vardı. Her vakit bulduğumda kaçıp soluklandığım bir yer haline geldi zamanla. Gerek dükkanın atmosferi, gerekse içerisinde yer alan irili ufaklı özel objeler ve en çok da Halil’le kitap, kültür, sanat üzerine sonu gelmeyen sohbetler benim için bir çekim merkezi olmuştu.
Zaman içerisinde Rüstem Kitapevi ve Halil Duranay buluştu. 85 yıllık bir tarih olan Rüstem Kitapevinin sahibi sevgili Ali ile mekanın renovasyonundan kültür/sanat etkinliklerine, sergilere, müzayedelere uzanan yeni bir konsept oluşturdular. Bu röportajda tüm bu süreci de konuşma imkanı bulduk.
Tüm bu süreçte, farklı bir ülkede, hiç geçmeyen kültürel açlığımı beslediğim ada içinde küçük bir ada olmuştu Halil benim için. Rüstem ile birlikte bu ada içinde ada gerçek anlamda fiziki bir şekle büründü. Kurtarılmış bir alan haline geldi.
Gerek konuşması gerekse duruşuyla çok sakin, durağan görünen, o bitmek bilmeyen enerjisini, heyecanını göstermeyen bir adam Halil. Yaptıkları, planladıkları, hayata geçirdiklerine baktığınızda ise bir insan bu kadar çok şeyi aynı anda nasıl yürütüyor diye düşünmeye başlıyorsunuz.
Bugün size çok sevdiğim, bir dostumu, kardeşimi tanıtmak istedim. Umarız siz de benim kadar seversiniz.
İyi okumalar…
Ulvi Yaman
Lefkoşa / Haziran 2022
Ulvi Yaman: Halilcim selam, genelde röportajlarım biraz dağınık gidiyor ama senin röportajında biraz kronolojik gidelim istedim. İlk gençlik yıllarından başlayalım. İstanbul Darıca’da geçti diye hatırlıyorum çocukluğun ve ilk gençlik sürecin. Görece biraz muhafazakar bir çevre, gerek aile gerekse coğrafya olarak. Kitap, sanat, müzik gibi kültürel alanlara olan ilgin nasıl başladı? Üniversiteden önce bir altyapı kurabilmiş miydin kendine? Bu soruyu hem öznel olarak soruyorum hem de küçük yerleşim alanlarında bu bağlamda hayat nasıl geçiyor?
Halil Duranay: Ahmet Çiğdem Taşra Epiği’nin ön sözünde güzel bir tanım kullanır; “İslamcılık, Türkiye’nin tarihsel geriliğinin çıkmazlarına yönelik varoluşunu bir kenara bırakarak, bu geriliğin sahiplenilmesiyle sonuçlanan bir kapanmanın ideolojisi olarak var kalmayı seçmiştir.” Aslında bu önermenin kendini kurguladığı ve sağlamladığı yer bizzat taşradır. Darıca büyük ölçüde mübadele göçmenlerinin konuşlandığı bir taşra alanıydı tabi popülasyon 99 depreminden sonra biraz daha melez bir hal aldı. Üniversite için buradan ayrılana kadar da Darıca’da yaşadım. Kültürel olarak yoksun bir alandı. En yakın yer Gebze’de bile kaset alabileceğimiz, kitap bulabileceğimiz yer neredeyse yoktu. İlkokuldan sonra Anibal Anadolu Lisesi’ni kazandım, buradaki İngilizce eğitimi benim için büyük bir sıçramadır. Sonra ders kitabı falan almak için İstanbul’un yolunu tuttuk, o zaman çalışan Gebze- Haydarpaşa arası banliyö hattı bizim için harika bir kolaylıktı, binip bir saatte Kadıköy’e ulaşabiliyordun. Ortaokulda Akmar’ı keşfettim Hammer’ın, Yücel Müzik’in ve Atlantis’te rahmetli Apaçi Ayhan’ın müzik zevkimin gelişmesine müthiş katkısı oldu sonra Kadıköy’deki sahafları keşfettim, ucuza güzel kitaplar alabiliyordum, biraz da dönem metal fanzinlerinin etkisi ile Lovecraft, Poe gibi yazarları, Okültizm gibi meseleleri keşfettim onlarla ilgili kitapları toplamaya başladım, bir kanaldan da Seynan Levent’in sunduğu TRT 2’deki Akşama Doğru programı sayesinde birçok iyi yazar keşfettim. Enis Batur’u keşfetmiştim ki İblis’e Göre İncil hayatımın akışını değiştirdi diyebilirim. Liseye geldiğimde ise lisedeki çocuklarla kurduğumuz amatör bir müzik grubumuz vardı. Aynı dönem Sencer Yücel ve Ümit Günay’la yolum kesişti. Pink Floyd, Black Sabbath, Radiohead dinleyip, kendi aramızda müzik yapıyorduk. Önce Diagramma adı altında cover çaldık sonra Malignant diye bir grup kurduk, ben üniversiteye başladıktan sonra Malignant’la üç amatör deneysel demo yayınladık. Yani aslında üniversiteye başladığımda kendi kendime yarattığım kültürel bir zeminim vardı. Entelektüel açıdan Tiamat, Death, Mercyful Fate, Iron Maiden, Savatage, King Diamond, Black Sabbath, Ulver bana çok şey öğretmiştir.
Ulvi Yaman: 2004 yılında üniversite için Kıbrıs’a geliyorsun. Doğu Akdeniz üniversitesinde Siyaset okuduktan sonra, kültür/iletişim alanlarında yüksek lisans, doktora ise halen devam ediyor. Aynı zamanda öğretim görevlisi olarak da ders vermeye devam ediyorsun. Neydi seni Kıbrıs’ta kalmaya ve yaşamaya iten şey? Ne buldun adada?
Halil Duranay: 2010’da Siyaset Bilimi’ni bitirdim DAÜ’de sonra masterımı 2012’de Sinema Felsefesi alanında tamamladım. Doktora hikayem curcuna, uzattım, atıldım, afla döndüm hala devam ediyor, umarım bir gün bitecek. 2013’te DAÜ’de yarı zamanlı olarak ders vermeye başladım, sonra farklı üniversitelerde kuramsal dersler vermeye devam ettim. Hala bu meslek hayatımın önemli bir parçası. Tabi bu süreç Kıbrıs’ta ilerledi. Eşim gazeteci Nazar Erişkin ile de Kıbrıs’ta kesişti hayatımız, Kıbrıs’ta evlendik, hayatımızı burada kurduk. Ben Kıbrıs’ın sakinliğini ve rahatlığını seviyorum sanırım burada hayatımı sürdürmemin temel nedeni bu. Bir de galiba insan bir süre sonra bir yerde kalıcı olmak istiyor, 30’lu yaşlarımda bu güdü bende daha baskın olmaya başladı.
Ulvi Yaman: 20 yıla yaklaşıyor adadaki hayatın. Kıbrıs’la ilgili gözlemlerini öğrenebilir miyim biraz? Ne değişti bu süreçte adada? Ya da neler değişmedi? Günlük yaşam, siyaset, kültür/sanat… Her anlamda?
Halil Duranay: Ben Kıbrıs’ın şu anki dönemini bir geçiş süreci olarak düşünüyorum, 90’larda Türkiye kültür endüstrisinin geçirmeye başladığı evreye çok benziyor. Kültür alanı büyük bir ivme kazandı son on yılda, sermaye sanata dahil olmaya çalışıyor (tabi eleştirilecek çok şey var). Yeni galeriler açıldı, genç sanatçılar yurtdışı ile daha iç içe, üretim arttı. Ama bunu bir makine olarak düşüneceksek, makinenin temel yakıtını izleyici ve koleksiyonerler yaratır ki bu kısım henüz çok fazla gelişmedi, dar bir kitle ve dar bir koleksiyoner ağı ile işleri döndürmeye çalışıyor sistem. İsteyen istediğini söylesin, Rönesans’tan beri sanatı ve kültürü büyüten en büyük etmen bu oldu. Bir de profesyonelce düşünülmeden yatırılan paraların yarattığı felaketler de katkıdan fazla sorun yaratıyor. Bugün Türkiye’de çalışan bir kültür sistemi var ise (müzecilik, galericilik, yayıncılık vs.) holding ve bankaların işin içinde olmalarını yadsıyamayız. Kıbrıs’ta cüzi bir nüfus dışında, sermaye kültüre yatırım yapma konusunda hala korkak ve yetersiz. Yaptıkları dar desteğin karşısındaki beklentileri de yüzeysel. Ama ben yakın zaman içinde bunun değişeceğini düşünüyorum çünkü yoklukla harikalar yaratmayı bilen ve konsantre oldukları işi ciddiye alan çok iyi sanatçılar, sanat tarihçileri, küratörler var. Bu bir paradigma dönüşümü yaratacak.
Ulvi Yaman: En sevdiğim bölüme geçelim 🙂 Senle dolaylı olarak tanışmamız ilk Gonzo Corpus ile oldu. Yanılmıyorsam 2010 veya 2011 olması lazım, yanılıyorsam düzelt. İlk gördüğümde “Kim la bu deliler?” dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Bence muhteşem bir işti, hala arşivimde durur. Biraz Gonzo konuşalım mı Kült’e geçmeden önce? Gonzo seçimi bana özellikle çok ilginç gelmişti. Herkesin ticari kaygılarla “tarafsızlık” gibi bir tercihi ön plana çıkardığı bir dönemde, “taraf” olduğunu söyleyen, tüm ideolojilere, klişelere, kalıplara eleştirel bakmaya çalışan bir yayıncılık anlayışı bu topraklar için ilginçti. Biraz anlatsana Gonzo sürecini.
Halil Duranay: Gonzo Corpus’un temeli 2008’e kadar gidiyor, Kült’ü beraber kurduğumuz ortağım Kamil Savaş ile (ki bu adamla mazimiz 26 senelik) kafamızda konvansiyonel gazetecilik safsatalarının aksine gayet taraflı eski kafa ama avangard bir mecmua çıkartma fikri vardı. Hunter S. Thompson okuyordum o dönem, sanırım Türkçe’de henüz çevirisi yoktu. Gonzo Fragmanları diye bir alıntı derlemesi yaptım dijital. Sonra Gonzo fikrini bir mecmuaya dönüştürüp dönüştüremeyeceğimizi konuştuk ve Gonzo Corpus doğdu.
“Gonzo Corpus; adını Gonzo gazeteciliğinin özneliğinden alan, ideoloji karşıtı bir avuç bağımsız insanın, yerçekimsiz bir ortamda bir araya gelerek oluşturduğu bir düşünce hareketidir” diye başlayan bir manifesto yayınladık ve ilk sayı Mart 2011’de Deliliğe Uzlaşmadışı Bir Otopsi yayınlandı. Çekirdek kadroda ben, Kamil Savaş, Arzu Reis, Topuz ailesi ve Birol Güger vardı. Sırasıyla Ağustos 2011’de Sentetik Zamanlar, Kasım 2011’de Kara Kamu, Ocak 2012’de “Konformistler: Kendini Tüketen Törenin Müritleri”,Nisan 2012 “Varoluşun O Karanlık Dehlizi: ÖLÜM” ve Sayı VI, Haziran 2012 “KARANLIK” sayıları çıktı. Tabi arada epey dijital kitap, panfle, fanzin de yayınlandı. Jean Baudrillard Hipergerçeklik Atölyesi ve İstanbul Patafizik Cemiyeti gibi kısa vadeli bir iki oluşum kuruldu.
FURFUR diye bir yayınımız ve Durian diye bültenlerimiz vardı. Aynı zamanda ben Kontrafaktus projesi üzerinden Gonzo Corpus için müzikler yapıyordum. Epey eylem stickerı hazırlamıştık, bunları kamusal alanlara bırakıyorduk. Ekip de genişlemişti 2020’de kaybettiğimiz değerli dostumuz Jeremy Utku Rıfat’ı da bu vesileyle analım. Tüm bunların yanında biz Kamil’le Nisan 2012’de resmi olarak Kült Neşriyat’ı kurduk.
Ulvi Yaman: Gonzo zamanla Kült Neşriyat’a dönüştü. Yurt dışında “Smal Press” tabir edilen, ana akım yayınevlerinin dışında daha niş, gerek içeriği gerekse kağıt cinsi, cildi, boyutları, tasarımı ile özel baskılar yapan bir yayıncılık anlayışı oldu Kült’ün. Sevgili Şenol yayıncı değil “baskıcı” der. Benim için Kült, kitaptan çok “arzu nesnesi” oldu. Hala kütüphanemin en özel köşesinde dururlar. Önce şunu sorarak başlayayım; bu coğrafyada kitap basmak ve satmaya çalışmak, özellikle popüler kültürden en uzak noktada, avangart, sürrealizm, dada, gerçeküstücülük akıl karı mı diye sorup, bir sigara yakıp sözü sana bırakayım. Uzun uzun Kült’ün hikayesini dinleyelim senden.
Halil Duranay: Kült’ün temel fikri DaDa, Gerçeküstücülük ve Acephale gider. Kuramsal olarak da Nietzsche’nin ruhunu benimser. Kamil’le elimizde 150’ye yakın metnin olduğu bir listemiz vardı. Bunları basmamız gerekiyor diye kendimize bir misyon edindik. Resmi yayınlar çıkmadan evvel iki metin çıktı aslında biri Zift Gibi Panfle, diğeri de Kamil’le yazdığımız Köpeklerin İskenderiyesi. Ancak ilk resmi yayınlar Aralık 2012’de görücüye çıktı. Benim yazdığım ufak bir risale olan Likantropi, Aram Saroyan’ın Minimal Şiirleri, Oswald de Andrade’nin Yamyam Manifestosu ve 3 volume yayınlanan avangard seçki 9 cm. Serisinin ilki. Biz matbaaya gittiğimizde ve kafamızdakileri anlatıp, örnek kitapları gösterdiğimizde Süheyla Bey, “oğlum boş verin üç kuruş paranızı çarçur etmeyin” dedi. Sonra baktı ki biz ipi kopardık gidiyoruz, bize çok arka çıktı, yurtdışından özel kağıtlar getirdi, standart olmayan ebat kesimleri çalıştı ve ortaya Kült’ün kitapları çıktı.
Kült, kitaptan çok “arzu nesnesi” oldu diyorsun ya işte o nesne olarak fetiş baskıların doğuşu böyle. Çok uzun zaman da bu özel baskıları sürdürdük sonra malum ana dağıtıcı el değiştirdi, sektör yamuldu biz de geri plana çekildik. Enis Batur kitaplarına kadar da standart formatta kitaplar yayınladık. Kimler geldi geçti diye şöyle hızlıca bir düşünürsem; Jacques Vaché, Paul Eluard, Yves Klein, Henri Michaux, René Daumal, d.a.levy, Enis Batur, Zafer Aracagök, Ira Cohen, Hermann Nitsch, Harry Fainlight, William S. Burroughs, Giorgio de Chirico, Fernando Pessoa, Roman Karavadi, Anne Boyer, Hacques Rigaut, Andre Breton, Fakir İdris, Louis Aragon, Robert Desnos, William Blake, Jacques Vache, Daniil Kharms, Carol Hanisch, Levent Şentürk, Rafet Arslan, Franco ‘Bifo’ Berardi, Gabriel de Tarde, Ulus Baker, Nihat Özdal, Barış Acar, Zülal Kalkandelen, Mark Dery ilk aklıma gelenler.
Kült göçebe bir formda kuruldu, sabit ofisi hiç olmadı. Kamil teknik işleri Türkiye’de yürüttü Nazar ile ben de Kıbrıs’ta içeriklerle uğraştık ki Nazar Erişkin’in manevi desteği ve verdiği cesaret Kült’ün varlığı için çok önemlidir. Tabi bizim dışımızda belli aralıklarla projelere dahil olan editör, çevirmen ve içerik destekleyicisi olarak Kült’e destek olmuş çok değerli isimler vardı; Enis Batur, Nil Göksel, Barış Yarsel, Dilan Kırat, Cemal Akyüz, Levent Şentürk, Cemaliye Erüreten, Ege Berensel, Nalan Kurunç, Nil Toker, Hakan Arslan, Anita Sezgener ve Uygar Asan hele Uygar’ın çok kilit bir yerde hakkını ödeyemeyeceğimiz bir desteği olmuştur ki anlatamam. Kitabevi olarak da Robinson ve Pandora da daha ilk gününden beri Kült’ün kitaplarına sahip çıktılar. Tüm bunların yanında dağıtıcı tokatı, kitabevi kazığı gibi işin olmazsa olmazları da bazı durumlarda bizi geriletti.
Kült’de matbu serüven sürse de biz Gonzo ruhunu hiç bırakmadık, misal Gezi üzerine ilk yayınlardan biri Gonzo’ya aittir. Senin ve rahmetli Özgür Uçkan’ın da aralarında yer aldığı 20 yazarın metinlerinin bulunduğu NULL “Direnmenin Otopsisi” Temmuz 2013’de yayınlandı. Ardından Zoomoozofon, Batur Münevver’in Bağışlanmış Biri panflesi, NULL’un 3 sayısı, Ölüler Üniversitesi Manifestosu, Magna Nebula 2013- 2020 arasında dijital olarak yayınlandı. Pandemi döneminde de bu dijital yayın nöbeti Bibliotheca Pandemos adı altında devam etti ve 6 yeni dijital metin yayınlandı. Kült’ün yan oluşumlarından biri de Çağrılmayan Cemaat oldu; adını Blanchot’nun La Communauté inavouable çalışmasından alan öznel bir dergi-aktivizm tasarısıydı. 3 sayı ve tek atışlık bir gazete yayınladık.
Kült’ün fiziki normlarını belirlerken bizim kafamızda üç yayınevi vardı; Londra merkezli Atlas Press, Paris merkezli Fata Morgana ve New York merkezli Ugly Duckling Press. Bu yayınevlerinin özel kağıt tercihleri, farklı baskı teknikleri, deneysel ebatları ve içerikleri bize oldukça fazla fikir verdi. Kült’deki en büyük projelerden biri Dada Bakire Bir Mikroptur antolojisiydi, yüzün üzerinde irili ufaklı Dada ve Dada çepherine ait metin Almanca, İngilizce ve Fransızca’dan çevrildi ki hala dünyada yayınlanmış en geniş birkaç Dada Antolojisinden biridir bu kitap. Kitabı iki yılda topladım, Nil Göksel önsözünü yazdı ve kısa sürede ilk baskı tükendi.
Sonra Dada’nın 100. Yılı vesilesi ile Dada Bir Armadillodur isimli daha da genişletilmiş baskısı yapıldı (bu baskı da Ulus Baker’in de daha önce yayınlanmamış çevirileri yer almaktadır). Bu yeni versiyonu hazırlarken Atlas Press’ten Alastair Brotchie ile temas halindeydik, Alastair, çift dilli (İngilizce ve Türkçe) bir 100. Yıl kutlama almanağı yapmayı teklif etti Atlas ve Kült birlikte ancak Fransızca orijinal metinlerin çoğunun telifinin Éditions Gallimard’da olması ve uluslararası telif bedellerinin bizi aşacak olmasından dolayı bu proje rafa kalktı yine öyle yüksek telif bedellerinden dolayı rafa kalkan bir başka proje de Viyana Aksiyoncuları kitabıydı. Hermann Nitsch Türkiye’ye geldiğinde tüm metinlerinin teliflerini vermişti ama akımın diğer üyelerinin teliflerini elinde bulunduran kurumların yüksek telif talepleri dolayısıyla o kitap da hayata geçmedi. Dada Bir Armadillodur yayınlandıktan sonra biz biraz yavaşladık çünkü masraflar işi zorlaştırmıştı hatta kapatmayı bile düşündük bir ara sonra Şentürk aracılığı ile Enis Batur ile tanıştık. Kamil de ben de Enis Batur müridiyiz ve kafamızda hep Ağlayan Kadınlar Lahdi’ni yeniden basmak vardı.
Tanıştık ve ilk ortak projemiz Odalar yayınlandı. O zamana kadar en yüksek baskı tirajımız 750 adet ile William Blake’in Corpus’uydu genelde kitapların tirajları 500’dü. 9 cm serisi ise 200 adet basılıyordu. Odalar’da 75 adet bastık, kağıtların tamamı özel olarak getirtildi çok hassas çalıştık, her biri numaralandırıldı. Sonra Ağlayan Kadınlar Lahdi gündeme geldi.
1999’da İlhan Berk, Enis Batur’a Ağlayan Kadınlar Lahdi’nin Fransızca baskısı için bir grup resim çizip gönderiyor. Enis Batur da Fata Morgana’ya bu illüstrasyonları gönderiyor ancak Fata Morgana, gönderilen bir düzine illüstrasyondan sadece 3 tanesini baskıya dahil ediyor. Kitabın 1993 Harf Yayınları edisyonunda bu çizimler yoktu. Biz Berk’in çizimlerinin tamamını metin içinde kullanmak istiyorduk. Ağlayan Kadınlar Lahdi 2016’da Kült’ten sınırlı edisyon olarak yeniden basıldı ancak istediğimiz gibi İlhan Berk’in şiirler için çizdiği orijinal tüm çizimleri kullandık. Orijinal illüstrasyonları Enis Bey İstanbul’da bana emanet etmişti ve bu kıymetli dosya bir yıla yakın benimle Kıbrıs’ta kaldı, kısa bir süre de olsa bu emanete bekçilik yapmak hayatımdaki en önemli kıvrımlardan biri oldu. Sonra Enis Bey ile Gergedan’ın meşhur Gerçeküstücülük sayısını kitaba dönüştürdük, Fakir İdris’in Dış Kanaması’nı yeniden bastık. Hep limitli ve özel malzemelerin kullanıldığı kitaplar oldu. Pandemi başlayınca makro baskıları durdurduk. Şu an tamamen koleksiyon kitaplar üzerine odaklıyız misal Enis Batur’un Sayfa kitabı tamamı elde hazırlandı ve sadece 7 adet basıldı.
Ulvi Yaman: Ortak noktalarımızdan bir diğeri de avcılık ve toplayıcılık J Efemera, eski haritalar, eski oyuncaklar, antikalar, başkalarının “ıvır zıvır” diye tabir ettiği, bizler için çok keyif verici özel nesneler arayıp, bulup topluyorsun. Ben senin kadar profesyonel değilim tabii ki bu konuda. Bu toplayıcılık işi nereden çıktı? Neler biriktiriyorsun? Bir kısmını sattığını biliyorum, hangi parçaları kendine saklıyorsun? Ve en can alıcı nokta, bu kadar şeyi koyacak yer nasıl bulabiliyorsun J)
Halil Duranay: Bibliyomani hayatımın bir gerçeği zaten koleksiyonerlik mevzusu da kitapla başlıyor. Lisedeyken İstanbul’da sahaflardan çıkmazdım; o zaman sahaflar külçe altın fiyatına kitap satan yerler değildi. Ucuza muhteşem baskıları alabiliyordunuz. Ben Kıbrıs’a okumaya geldiğimde yanımda üç bavul kitapla geldim, kütüphanem haneberduş benimle ev ev şehir şehir gezdi. Oyuncaklar da hep benimle yaşadılar, koleksiyonumun en değerli parçaları otuz seneyi aşkın bende olan çocukluk oyuncaklarım.
Babam Cam Elyaf’ta çalışıyordu. Fabrika’nın inanılmaz bir kooparatifi vardı, oradan müthiş oyuncaklar alıyordu babam, misal hatırlıyorum Ninja Kaplumbağalar’ın ilk serisi piyasaya sürüldüğünde, Türkiye’de birçok çocuktan evvel kardeşimle benim elime geçmişti. Sonra evlenince Girne’ye taşındım orada İngilizler’in bit pazarları, garaj satışları ve müzayedeleri derken şeytan ruhumu ele geçirdi. Nazar’ın elinde de 500 parçalık bir 45’lik koleksiyonu vardı. Sonra işsiz bir dönemimde Nazar ve Yetin’le Hippo diye bir dükkan kurduk, o dükkan bir süre sonra Fantastic World of Dr. Hippo diye bir tür Oddities, Tuhaf Obje ve Antika Oyuncak dükkanına dönüştü.
2015 benim kendime toplamaktan simsarlığa geçtiğim dönem. İşin ticaretine girince de ister istemez iş genişliyor, kendi ilgi alanlarımın dışına çıkıp başka alanlarda da uzmanlaşmaya başlıyorsun. Aynı dönem müzayedeler yapmaya da başladım. Tabi dükkanın ürün skalası benim ilgi alanlarımdan daha genişti ama yine de keyif almadığım hiçbir parçayı alıp satmadım. Koleksiyonerlik derin ve zahmetli bir uğraş, siz farketmeden bütün hayat döngünüzü ele geçiriyor. Onun için çalışıp, kazanıp, tüketiyorsunuz. 2018’de Kıbrıs Genç TV için koleksiyonerler üzerine 13 bölümlük bir mikro-tarih programı hazırladım ve sundum. Geniş bir koleksiyoner ve simsar network ağı kurdum yıllar içinde. Bugün Türkiye’den, Amerika’dan, İngiltere’den, İtalya’dan birçok koleksiyonerle ticaret ilişkim var. Bulunması oldukça nadir koleksiyonluk parçaları aldım, sattım, koleksiyonuma dahil ettim.
Bu işin hiçbir zaman doygunluk ya da profesyonellik noktası yok, her yeni insan ve her yeni obje ile sürekli öğreniyorsunuz ve sürekli genişliyorsunuz. Tabi zaman içinde rafineleşmeyi öğreniyorsunuz. İlgi alanlarınız daha da spesifikleşiyor daha fazla olağanüstü olan nadir ve biricik eserler peşinde avlanıyorsunuz. Bu da bu işteki en büyük ahraz olan finansal kontrolü öğretiyor size. Bir de koleksiyonerliği, toplayıcılık ve istiflikçilikten ayırmak lazım. Koleksiyonerlik bir disiplin ve metodoloji işidir. Akademik düzeyde bilgi arkeolojisini, arşivciliği ve entelektüel bir devinimi gerektirir. Çoğu insanın umursamadığı bu alan, dünya genelinde yılda milyarlarca doların döndüğü dipsiz bir pazar. Sahtecilik ve piyasa manipülasyonu çok fazla. Koleksiyonerler saplantılı tiplerdir kafayı bir objeye taktılarsa gerisi fasarya. Zaman içinde ben beş temel alanda kendimi daralttım. Victorya Dönemi’ne derin bir ilgim var; Viktorya Dönemi mekanik aletler, madalyalar, gündelik eşyalar, tıbbi malzemeler, yas ve cenaze yadigarlıkları ilk odak noktalarım.
Birinci Dünya Savaşı’na ilgim var; propoganda oyuncakları, İttifak ve İtilaf yadigarlıkları, askeri malzemeler, efemeralar o alanda odaklandıklarım. Antika oyuncaklar başka bir ilgi alanım 19. Yüzyıl oyuncakları, Nürnberg oyuncakları, 70 öncesi Avrupa ve Japon teneke oyuncakları, yaprak kurşun askerleri seviyorum. Nadir kitaplar ve gravürler de başka takıntılarım, 50 kitaplık ufak ama nitelikli bir dolabım var. Son olarak ise sanat eserleri topluyoruz bir minik Picasso gravürümüz var, orijinal İhap Hulusilerimiz var, 19. Yüzyıla ait ufak ebatlı yağlı boya portreleri seviyorum, Kıbrıs’lı, Türkiye’li, Sırbistan’lı ve İngiliz sanatçılara ait farklı eserlerden oluşan bir ufak bir koleksiyonumuz var. Bunlar dışında üzerine odaklanmadığım ama karşıma uygun fiyatlara çıktığında kaçırmadığım da birçok janra var; 80’lere ait action figürler, çizgi romanlar, Fantastik Türk Sineması parçaları, kabin fotoğrafları, plaklar, Osmanlı tütün kağıtları falan. Koleksiyonumda öyle korkunç pahalı denebilecek bir şey yok ama benim için manevi değerleri yüksek parçalar var; misal Nekur fabrikasının varisi Sevgili Süleyman Kurt’un bana bir notla hediye ettiği fabrikadan son kalan bir teneke bir uçan daire gemisi var. Ben Krautrock delisiyim Can’e taparım, bir arkadaşım yıllar evvel Damo Suzuki’yi Arnavutluk’ta bir barda yakalıyor ve benim için ona kısa bir notla bir içki adisyonu imzalatıyor, o minik kağıdın yeri ayrıdır misal.
Dünyada 12 adet olarak listelenmiş üzerinde Austerlitz Muharebesi sırasında yaralanmış Napolyon’un betimlendiği, Napolyon şapkası biçiminde tasarlanmış sıkıştırılmış boynuzdan bir enfiye kutum var. Enis Bey’in Kült’ten bastığımız ilk kitabı Odalar için benim için çok manidar olan bir notla imzaladığı nüsha var. Bir 23 Nisan günü Komet’i ziyaret ettiğimizde Komet’in Kült için fantastik bir notla imzaladığı Merak Bir’in nüshalarından bir var. Kendi aile tarihime ait yadigarların olduğu bir sandığım var. Bunlar benim için paha biçilmez parçalar.
Ulvi Yaman: 2003 yılında adaya ilk geldiğimde Saray Otel’de kalmıştık ve ilk keşfettiğim ve bayıldığım yerlerin başında Rüstem Kitapevi geliyordu. Zaman içerisinde uğramadan geçmediğim bir yer haline geldi. Birkaç yıldır Rüstem Kitapevinin Kültür ve Sanat danışmanlığını yürütüyorsun. Bana göre Rüstem Kitapevi senle birlikte yeniden hayat buldu. Sergiler, müzayedeler, konserler, tiyatro gösterileri, söyleşiler vb. bir çok etkinliğe ev sahipliği yapıyor artık. Rüstem Kitapevini senden dinleyelim mi biraz?
Halil Duranay: Abi şimdi Rüstem’i sözle anlatmak malum zor, içine gireceksin onun kendine ait boyutunu kanlı canlı yaşayacaksın. Bu bina aşağı yukarı 120 yaşında içindeki kitabevi de bu yıl 85. Yaşını kutluyor. Ben yıllar evvel Lefkoşa’ya ilk geldiğimde “lan ben burada çalışsam ne güzel olur hatta benim bunun ruhuna karışmam lazım” demiştim. Rüstem Kitabevi’ni 1937’de Kemal Rüstem kuruyor. Ali Rüstem, Kemal Bey’in tek oğlu ve alanın tek varisi eşi Akile Hanım ile yıllarca direnip bu mabedi ayakta tutmuşlar. Rüstem, yıllar içinde çok değerli yayınlara imza atmış bir yayınevi aynı zamanda. Ali ile ortak bir dostumuz vasıtası ile tanıştık.
Ali nevi-şahsına münhasır bir adam, ara ara Hippo’ya geliyordu laflıyorduk, bir zaman sonra renovasyon sürecinden bahsetti. Gel güçleri birleştirelim dedi, 2018’de Hippo ile vedalaştım, Rüstem’e Kültür & Sanat Danışmanı olarak dahil oldum. Antika ve müzayede operasyonunu taşıdık oraya, o arada da sanat galerisi ve özel müze için çalışmaya başladık. 2019’un Eylül’ünde Rüstem Ana Galeri hayata geçti, şimdi dönüp bakıyorum kendi çabalarımızla 30’un üzerinde irili ufaklı sanat ve dökümantasyon sergisini hayata geçirdik orada. Tabi onlarca güzel insanın karşılıksız destekleri ile. Corneille, Picasso, Rodin, Cousteau, Dali Abidin Dino, Devrim Erbil gibi devleri, Ceren Asmaz, Senih Çavuşoğlu, Diler Ertuğ, Günay Güzelgün, Serap Kanay, Cevdet Çağdaş, Osman Ertuğ, İsmet Vehit Güney, Olga Rauf, Emel Samioğlu gibi değerli sanatçıları ağırladık galeride. 2018 sonu başladığımız renovasyon ile Rüstem’i bir kültür-sanat merkezine çevirmeyi başardık.
Şimdi haftada en az iki etkinlik ve düzenli olarak açılan sergilerin takip edilebildiği uğrak bir alan. Yayın işine de geri döndük, sürpriz uluslarası birkaç ortak yayın projesi şimdi neticelenmek üzere. Aynı zamanda asıl kıymetli olansa hayata geçirmek için çabaladığımız Rüstem’s Arkeoloji Müzesi. Ailenin yasal olarak kayıtlı Kıbrıs’a ait hacimli arkeoloji koleksiyonun kamuya açık bir müzeye dönüşeceği bu özel proje bizi oldukça heyecanlandırıyor. Avrupa’da bir yerde ya da İngiltere’de olsaydı burası fanusun içinde korunurdu heyhat biz varlık savaşı veriyoruz.
Girişte dediğim gibi bu özel alan bu yıl 85. Yaşını kutluyor, tüm negatif basınca dimdik direniyor, inatla genişliyor sadece kendi öz sermayesi ile ayakta duruyor. Düşünün bu alanın durduğu toprak dört ülke değiştirdi, bu müthiş yapı hepsine bizzat tanıklık etti. Tarihin bir parçası olan bu abidenin bir üyesi olmaktan gurur duyuyorum.
Ulvi Yaman: Hadi bu son soruda sözü sana bırakıyım bize yeni projelerinden bahset biraz. Kafanda binlerce olduğunu çok iyi biliyorum, yakın zamanda hayata geçecek olanlardan başlayalım.
Halil Duranay: Proje çok, masanın üstü sürekli yenisi eklenen projelerle dolu. Pandeminin posasını üzerimizden atmaya çalışıyoruz ve Kült’ü yeniden matbu dönemine döndürmek için çalışıyoruz Kamil’le halihazırda baskıya hazır onlarca kilit metin var elimizde. Mali işleri çözdükçe ince ince kitaplar yeniden okurlarla buluşacak. Rüstem içinse önümüzde sözleşmesi tamamlanmış beş sergi var, yayına hazırlanan üç kitap ve tabi ki müzemiz. Şahsi olaraksa Kıbrıs’ta beş altı koleksiyoner dostla hayata geçirmeye çalıştığımız Antika & Koleksiyonerler derneği kurulmak üzere. Zaman bulursam Buluntular & Kalıntılar programının 2. Sezon projesi var, onu da bitirmek istiyorum. Malignant’ın seneye 20. Yılı, Sencer Yücel ön ayak oldu belki işler yolunda giderse 2023’de bir reunion konser ve belki bir kayıt daha yaparız. Benim yedi senedir yazdığım bir antika satıcısının gizli tarikatlarla başını belaya sokmasını anlatan bir romanım var onu bitirmek istiyorum. Nietzsche üzerine tuttuğum fragman notlardan oluşan bir kitap var, o bitti, onu yayınlamak istiyorum ve tabi benim bir başka saplantım olan Frankenstein romanının çevirisi var, o da epey sona ulaştı, biterse onu da yakın bir zamanda yayınlamak istiyorum.
Meraklısı için;
Kült Neşriyat Web Sitesi: http://www.kultnesriyat.com
Ücretsiz PDF Kitap ve Dokümanlar için:
Sabotaj Biçimleri / Anne Boyer
Kültür Karıştırıcılığı – Göstergeler İmparatorlugunda Hackleme, Tahrip & Pusu Ateşi
(T)erör & Şiir – Franco Berardi “Bifo”