Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) 13 Mart günü Show TV’de yayınlanan Kızılcık Şerbeti adlı diziye yönelik soruşturma başlattığını duyurdu. Kadına yönelik şiddetin eleştirel perspektifle anlatıldığı bir sahne, RTÜK’ün radarına girdi. RTÜK Başkanı açıklamasında bu sahnenin “kadınlara baskıyı teşvik etmeye yönelik” olduğunu belirtti. Söz konusu sahnede bir kadın, zorla evlendirildiği erkek tarafından pencereden atılıyor. Türkiye’de son yıllarda kadına yönelik erkek şiddeti vakalarında sıklıkla görülen “pencereden atma” eylemi, izleyiciyi rahatsız edecek bir gerçeklikle aktarılıyor. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Dr. Öğretim Üyesi Feyza Akınerdem’le, Kızılcık Şerbeti örneğinden yola çıkarak RTÜK’ün dizilere etkisi, senaristlerin özgürlüğü ve alternatif yayıncılığın imkânları üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
SÖZ/ Sanat Özgürlüğü İzleme Platformu, Mart 2023
Güncel bir meseleyle başlayalım. RTÜK başkanı Kızılcık Şerbeti dizisi için kadına yönelik şiddet gerekçesiyle inceleme başlattı. Dizide Nursema’nın zorla evlendirildiği adamın tecavüzünden kaçmak için cama çıktığı, adamın da onu ittiği sahne sosyal medyada da çok tartışıldı. Bu sahne ve bu karar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Dr. Feyza Akınerdem: Aslında Kızılcık Şerbeti çok ilginç bir dizi oldu. Türkiye’de üretilen dizilerde toplumsal çatışmalar genelde bir aşk hikayesi üzerinden anlatılır. Kürt-Türk meselesi ise bir Kürt erkeği ile Türk kızının aşkı anlatılır. İşte zengin kız fakir oğlan hikayesini zaten biliyoruz, sınıf meselesi onun üzerinden anlatır. Ama bu seküler ile muhafazakar hikayesi şimdiye dek pek anlatılmamıştı. Geleneksel-modern ayrımı anlatılmıştı da Türkiye’nin özellikle son 20 yılda politik olarak katılaşan ve kimlikleşen ama aslında 100 yıllık hikâyesi olan seküler- muhafazakar karşıtlığı böyle bir aşk hikayesi üzerinden pek anlatılmamıştı. Bunu denedi Kızılcık Şerbeti ve bence güzel oldu. Bunu da bir tam bir melodramatik anlatı olarak yaptı. Aslında melodramatik olması şu demek, iki kutbu da en uç ve sivri yönleriyle birbirine karşıt göstermek. Yani hani abartı diyoruz ya, “Bazı şeyler çok abartılı dizide, o öyle yapar mı? O kadar zengin bir aile kızına böyle davranır mı? İşte öyle olur mu böyle olur mu? Mağazada gördüğü başörtülü kadına açık açık seküler kadın hakaret eder mi?” falan. Bunların hepsi mümkün olan, hatta var olan ama en sivri uçlar. Kızılcık Şerbeti en sivri uçları gösteriyor. Anlatı türü gereği bu böyle ve senaristler de bence bu işi iyi biliyorlar. Melodram dünyası kurmayı iyi biliyorlar. Ama tabii bunlar, bu uçlar sivrildikçe de insanları, izleyicileri hem kendine çekiyor hem rahatsız ediyor, bir rahatsızlık uyandırıyor. Türkiye’deki izleyici kitlesi de rahatsız, çok rahatsız olur. Rahatsızlık bir izleme biçimi aslında, “Bundan rahatsız oluyorum. Bu beni yansıtmıyor. Bu gerçeği yansıtmıyor, bu çarpıtıyor, bu abartıyor”, diye diye izlemeyi seviyor izleyicimiz. Kızılcık Şerbeti de tabii bu açıdan çok tartışıldı, insanlar özdeşim kurdukları karakterlerin abartılı tutumlarıyla ilgili rahatsızlık dile getirdiler ve RTÜK de bizde rahatsızlığın en tepe noktasıdır. RTÜK’e “Türkiye rahatsızlık enstitüsü” diyorum ben, yani televizyondan rahatsız olma enstitüsü gibi. RTÜK çoğu soruşturmasını da izleyicilerin tepkilerine dayandırır. Bu ne kadar doğru, ne kadar yanlış? Hani o istatistiği bilmiyoruz ama izleyicilerden gelen tepkiler doğrultusunda meseleye yaklaştıklarını genelde söylüyorlar ve ondan sonra işte yayın yasakları, karartma kararları veya baskıyla ya da yaptırımla yayından kaldırma gibi çözümler sunuyorlar. Kızılcık Şerbeti’ne de sanırım bu sivri uçlar bir birikim yaptı ve en son bölümde Nursema’nın pencereden itilmesi sahnesi soruşturma konusu oldu. Bu da aslında Türkiye’de çok sık yaşadığımız bir şey, yani pencereden düşme. Atladı mı, atıldı mı? Mesela Şule Çet’ten bunu biliyoruz. Kızılcık Şerbeti çok tanıdık bir olayı, izleyiciye kendini çok sevdirmiş olan Nursema karakteri üzerinden anlattı. Burada da şiddetin sivri bir şekilde gösteriliyor olması izleyiciyi bir şekilde rahatsız etti. Tartışmanın nedeninin gerçeğe ne kadar uygun olup olmadığıyla ilgili değil de “bunu görmek istiyor muyuz, istemiyor muyuz” ile ilgili olduğunu düşünüyorum.
Kadınlar şiddetin adını dizilerle koyuyor
Dizilerde kadına yönelik şiddetin temsili, özellikle feminist çevrelerce de sık sık eleştirilir, bunun teşvik edilir şekilde sunulması tepki çeker. Ancak Kızılcık Şerbeti’nin bu sahnesiyle ilgili tepkilere baktığımızda daha çok muhafazakâr çizgideki hesapların “kadın yönelik şiddet” ifadeleriyle tepki gösterdiğini görüyoruz. Bu durum bize ne söylüyor?
Dr. Feyza Akınerdem: Tabii aslında incelemek lazım, ben çok izleyemedim sosyal medya tepkilerini, bana dolaylı olarak anlatıldı hep. Ama şöyle 2017’den beri sanırım, yani Sen Anlat Karadeniz’den beri adlı adınca kadına yönelik şiddet olarak çok temsil edildi diye düşünüyorum. Böyle kadına yönelik şiddet dizileri birbiri peşi sıra konuşulmaya başlandı. Bunlar da çok tepki aldı. Hatta Sen Anlat Karadeniz’de bir parmak kırma sahnesi vardı. Çok tartışılmıştı. Feministler özellikle o dönem çok eleştirdi. Bence herkes çok eleştirdi. Kızılcık Şerbeti’ndeki bu sahneyi ise muhafazakâr ve iktidara yakın kesimler daha çok eleştirdiyse ya da onlar da kadına yönelik şiddet açısından eleştirdilerse bu da beni şaşırtmaz. Birincisi o izleyici kitlesi çok özdeşim kuruyor Nursema ve ailesiyle. Dolayısıyla Nursema’nın ve ailesinin başına gelen ya da yapıp ettiklerinin üzerinde çok duruyorlar. Çünkü “Biz böyle miyiz? Biz böyle değiliz, bizi yanlış gösteriyor” hikayesi üzerinden sürekli kendini ifade edebileceği bir alan bulduğu için böyle bir farklılık olabilir. İkincisi, kadına yönelik şiddet artık adlı adınca çok fazla konuşulur oldu. Bunun feminist hareketin bu kavramı ortaya koyması ve önemli kılmasının yanı sıra son beş altı yıldır özellikle televizyonun kadına yönelik şiddeti bir mesele olarak tarif etmiş olmasıyla bence alakası var. Ben son üç senedir çok yoğun bir şekilde kadına yönelik şiddet üzerine saha yaptım, kalitatif görüşmeler yaptım ve tamamında şiddet kelimesinin, ekonomik, psikolojik, fiziksel şiddek türleriyle birlikte toplumun bütün kesimlerinden kadınlar tarafından adının konmasına, Müge Anlı ve dizilerle birlikte giderek arttığına tanık oldum. Kadınlar zaten kendileri söylüyorlar, “Ben Müge Anlı’yı izliyorum, oradan öğreniyorum. 6284’ü oradan öğreniyorum” gibi yorumlar yapıyorlar. Dolayısıyla iki taraflı bir süreç olduğunu düşünüyorum. Hem muhafazakârların kendilerini özdeşleşerek çarpıştıracakları, karşılaştıracakları, kıyas yapacakları bir dizi var hem de bunun içinde kadına yönelik şiddet meselesinin daha konuşulur olabilir olduğu bir bağlam söz konusu.
“RTÜK, normları kendi belirliyor”
RTÜK’ün izleyici tepkisiyle çalıştığından bahsettiniz. Geçtiğimiz Şubat ayında RTÜK birçok gündüz programına ve Yasak Elma dizisine ceza verdi. Yasak Elma’ya “evlilik dışı ilişkilerin olağanmış gibi gösterilmesi” ibaresiyle ceza verildi. Diğer yandan Yeni Akit gibi gazetelerde “Diziler mide bulandırıcı” ifadeleriyle haberler yayınlanıyor. Özellikle cinselliğin dizilerdeki temsili gerek RTÜK gerekse muhafazakâr çevrelerce çok sıkıntılı bulunuyor. Bu durum karşısında senaristler ne kadar özgür ya da bu özgürlük için nasıl çareler bulabiliyorlar?
Dr. Feyza Akınerdem: Bunun bir birçok yönü var. Hiçbir şeyin tek bir yönü yoktur ya, bunun da çok bir çok yönü var. Birincisi, evet, Türkiye’de RTÜK zaten aile değerlerini korumak, toplumun genel ahlakına aykırı olmamak gibi normlarla hareket ediyor. Bu normları da kendisi tarif ediyor. Neyin uygun olup olmayacağını kendisi tarif ediyor. RTÜK 1994’te kuruldu, 1991’de Türkiye’de televizyon piyasalaştı, yani özelleşti, devlet tekelinden çıktı. 1991’den 94’e, dört yıllık bir özgür dönem var Türkiye’de. O dönemde çok ilginç formatlar vardı. İşte Saklambaç gibi bir format yayınlanmıştır mesela. Gece yarısından sonra cinsel içerikli yayınlar yapılmıştır. Böyle bir deneysel dönem vardır Türkiye televizyonlarında. Ondan sonra bunları kısıtlamak üzere RTÜK kuruldu. Zaten devlet televizyonu sansürü varken RTÜK’e ihtiyaç yoktu. Özel yayıncılık, küresel türlerin Türkiye’ye gelmesiyle RTÜK’e bir ihtiyaç duyuldu. Şimdi de iki tarafı var bunun, yine yerel ve küresel arasında. Dijital platformlara yapılan işlerde senaristler, yönetmenler çok daha özgür davranıyorlar, içeriye yaptıkları dizilerdeyse daha muhafazakâr davranıyorlar. Böyle bir peri masalı, prenses masalı düzeyinde, daha genel izleyiciye hitap eden, + 16, + 18 kategorisine düşmeyecek hikayeler ve görüntülerle uğraşıyorlar. Ama ben orada da böyle bir şey görüyorum. Yani Netflix’e iş yaptıkları zaman da sanki sırf cinsellik göstereceklermiş gibi davranıyorlar. O zaman da Türkiye’de yapılan dizilerin özgün formatını kaybediyorlar gibi hissediyorum çünkü dünyada da Türk dizilerini beğenilir kılan şey tam da o daha klasik bir aşk hikayesi. Tanıdık, sıradan bir aşk hikayesi, daha peri-prenses masallarına yakın olması. Aile değerlerinin konuşuluyor, tartışılıyor, gösteriliyor, bazen esnetiliyor, bazen kabul ediliyor olması. Tıpkı Kore dizileri gibi Türk dizilerini de aslında bunlar özgün kılıyor dünya piyasasında. O yüzden de bence hem RTÜK’ün kısıtlaması var hem de bu türün zaten artık bizim anlatı türümüz olarak dünyada kabul görmüş olması var. Diğer taraftan dijital platformlarda daha az kontrollü, daha özgür, daha özgün işler yapabiliyorlar ama o zaman da bir şekilde Türkiye dizi piyasasının kendi normlarının dışında, daha küresel hikayeler anlatma pahasına sanki o özgünlüklerini kaybediyorlar gibi hissediyorum. Diziler tabii ki özgür değiller, o zaten çok verili. Yani RTÜK çok katı, siyasal iktidar da zaten çok katı. RTÜK o kadar katı olmak zorunda değil. Ama RTÜK de bir iktidar aracı olarak şu anda sınırları katı çizmeye çalıştığı için özgür değil. Öte yandan kadına yönelik şiddet hakikaten devletin, toplumun ve dünyanın gündeminde bir konu olarak son beş yıldır biraz daha meşruiyet kazandı ve eleştirel bir perspektiften gösterilebilir oldu. Yani ondan önce de gösteriliyordu ama belki bu kadar eleştirel bir perspektiften değil. Şimdi kadına yönelik şiddete karşı bir pedagoji ile gösteriliyor. Yani onu söyleyebilirim. Zeki yani senaristler.
Bir yandan RTÜK, bir yandan piyasa beklentileri arasında üretim yapmaya çalışan senaristler bu yasak ve beklentileri aşmak için belli yöntemler geliştirebiliyor mu? Böyle bir gözleminiz var mı?
Dr. Feyza Akınerdem: Popüler kültüre, televizyona üretim yapanları gerçekten yaratıcılık konusunda takdir ediyorum. Çünkü gerçekten bir süre kısıtları var. Kültürel, toplumsal, siyasal, yasal birçok kısıt içerisinde iş yapmaya çalışıyorlar. Üstüne bir de piyasa ekleniyor. Hani satılabilecek bir hikaye yapmaya çalışıyorlar. Hız meselesi var. Çok uzun dizileri çok hızlı bir şekilde üretmeleri gerekiyor ve böyle gerçekten fabrikasyon bir şekilde çalışıyorlar. Ben bu koyullarda senaristleri çok yaratıcı buluyorum. Çünkü gerçekten o manevraları, alternatif güzergahlar bulma meselesini, aralara mesajlar sıkıştırmayı da çok iyi beceriyorlar. Yani ben izlediğim zaman hakikaten “burada da senaristin mesajı var” dediğim küçük paketler, hediyeler, küçük sırlar görebiliyorum. Mesela kadına yönelik şiddeti anlatılabilir kılmakta bu esnetmelerin işe yaradığını düşünüyorum. Hani ilk görüşte anlaşılmayan ama bir şekilde bir mesaj içeren bir sürü manevra görüyorum o hikayelerin içinde ve o zaman yaratıcılıklarını da çok takdir ediyorum.
“Dijitale iş yapma”: Sipariş usulü diziler
Dijital platformların daha özgür bir alan sunduğundan bahsettiniz. Orayı biraz açabilir miyiz? Dijital platformlarda senaristler gerçekten özgür mü? Orada da siyasal ve toplumsal yapının etkileri sürmüyor mu? Ticari ilişkiler ile otosansür arasında da bir ilişki yok mu?
Dr. Feyza Akınerdem: Birçok tarafı var yine, oradaki en önemli konu dijital platformların biraz sipariş usulü iş yapması sanırım. “Şöyle bir hikaye olsun, böyle bir hikaye olsun”, sonra satılıyor zaten. Bir sezon satılıp iş yapıldıktan sonra ikinci sezon olmasa da oluyor. Yapımcıların bu konuda daha ticari düşündüklerini düşünüyorum. Senaristler de yereldeki o siyasal ve sosyal etkilerden bağımsız, daha kendilerini ortaya koyma ihtiyacı hissediyorlar. “Dijitale iş yapma” gibi bir tabir çıktı mesela. Hatta Berkun Oya’nın dizisi Bir Başkadır’ın çok ironik bir alt anlatısı vardı. Bu totale iş yapma dijitale iş yapma üzerine bir oyuncu vardı. Total dizi-dijital dizi ayrımıyla kendisi dalga geçiyordu. O çok hoşuma gitmişti o dizide. İşte biz daha kaliteli, daha özgün, daha evrensel bir anlatı kuracağız diye yola çıkıp ana akıma yapılan dizilerdeki kıvrak manevra alanını kaybediyorlar gibi geliyor bana ve böyle her seferinde bir hayal kırıklığı yaşanıyor. Yani Şahsiyet’in mesela çok idealist bir iş olduğunu biliyorum. Onur Saylak’ın gerçekten bu hikayeye duygusal, düşünsel bir yatırım yaptığını biliyorum mesela ama sonraki dijital projelerde bu olamadı. Sıcak Kafa’nın da bence öyle bir tarafı vardı, tam da o yüzden sürmedi. Ama mesela Şahmaran’da baya hayal kırıklığı yaşadık yani, “Ya niye izliyoruz bu diziyi?” duygusuna kapıldım ben açıkçası. Çünkü orada görüyorsun, bir sipariş söz konusu; işte otantik olsun, egzotik olsun gibi bir kaygı hissediliyor. Böyle bir yapaylık hissedince de onun yerine Yasak Elma olsun, Kızılcık Şerbeti olsun, “totale” çekilen dizileri izlemek daha çekici geliyor, çünkü orada bir sahicilik söz konusu, senaristin baskıya rağmen kendini ifade etmek için gösterdiği kıvraklıklar söz konusu.
Aslında bu yorumunuzla beraber okuyunca, özellikle Netflix’teki yapımlarda belli bir oryantalizm göze çarpıyor. Atiye gibi, Zeytin Ağacı gibi daha mistik yapımlar söz konusu sanki.
Dr. Feyza Akınerdem: Evet, biraz da o oryantalist bakış nedeniyle “Türkler de bunu anlatsın” diye sipariş geçiliyor. O da bizimkilerin herhalde işine geliyor ve anlatıp geçiyorlar. Hani çok da özgün olmaya çalışan, örneğin blu.tv’nin ilginç işleri oldu. Onlar, evet, biraz daha farklı deneysel işlerdi iyiydi yani, ama bir şekilde sektör kendi kurallarını belirleyip standartlaştırıyor.
Peki, sanatsal ifade özgürlüğüyle ilgili eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Dr. Feyza Akınerdem: Yani sanatsal ifade özgürlüğünün yanında bir de sanatsal ifade sorumluluğu da var. Galiba böyle işler yaparken “Ne anlatıyorum? Kime anlatıyorum, neyi tartıştıracağım, neyi tartışmayı açıyorum, bunun sonu nereye varacak?” gibi soruları düşünmek gerek. Bence herkes biraz, özellikle bugünlerde sorumluluğu çok düşündüğümüz bir dönemde, “Vatandaş olarak bizim sorumluluğumuz ne? Bu kadar çok sorumsuzluğun yaşandığı bir dünyada biz ne yapabiliriz”in cevabını aslında bence senaryo yazarken de, dizi yaparken de düşünülmeli; bir sanatsal temsil sorumluluğuyla yaklaşması tabii ki yaratıcı sektörde çalışanların ve karar vericilerin dikkat etmesi gereken bir konu diye düşünüyorum.