Chet Baker’ın mavisi, Cansever’in mavisine karışıyordu,
o ton da John Lee Hooker’ın mavisine sızıyordu.
Yahut Kaan Çaydamli’nin dediği gibi
“Her şey ters görünüyordu, mavi bile…”
Jimi Hendrix’in söylediği rivayet edilen “Blues çalması kolay ama hissetmesi zor bir müziktir.” cümlesi blues’un varoluşunu en iyi açıklayan sözlerden biridir. İyi bir müzisyeni, zanaatçıdan ayıran da sanırım bu duygu durumu. Bir parçayı mekanik bir şekilde çalıp tekrar etmekle, ona kendi ruhundan bir şeyler katmak arasında ince bir çizgi var. Bu sebeple blues esas olarak bir hissiyat aktarımı. Enstrümana hâkim olduğunuz kadar ona kendinizden de bir şeyler katmalısınız. Gitardan dökülen notalar sizin kimliğiniz olmalı. Bu dünyadan görkemli bir şekilde geçmiş olan Kerim Çaplı ve Yavuz Çetin de bu tarife uyan müzisyenlerdendi. Onlar, Türkiye rock müzik tarihinin gördüğü en yetenekli ve en özel isimlerdendi. Sanki başka bir galaksiden kısa süreliğine bizleri ziyaret etmiş gibilerdi. Çaplı ve Çetin’i rock müzik tarihinde bu denli özel kılan da müzikle kurdukları derin bağ ve notalardan taşan hissiyat olsa gerek. Müzik insanlık tarihinin en eski iletişim ve duygu aktarma araçlarından biridir. İşitilen incelikli melodiler, notalar çoğu zaman sayfalar dolusu kelimelerden çok daha şey anlatabilir. Kerim Çaplı ve Yavuz Çetin dünyaya yaşadıklarını, hissettiklerini eğip bükmeden, hesap kitap yapmadan olduğu gibi hep müzikleriyle anlattılar. Yokluklarının ardından kalan büyük boşluğun sebebi de buydu belki… Sahnedeki heybetleri, görkemlilikleri sebebiyle rock müzisyenleri genellikle Antik Yunan tanrılarına benzetilir. Biz “sıradan” fanilerin sahip olmadığı farklı bir büyü vardır onlarda. Ve her tragedyada olduğu gibi epiklikle trajedi aynı öyküde buluşur çoğu zaman. Tıpkı Kerim Çaplı ve Yavuz Çetin’inin hikâyesinde olduğu gibi. Onlar hakkında konuşmak bu yüzden kolay değil. Kısa hayatlarına büyük trajediler sığdırıp, üstüne sahnede devleşip bir kuşağı iyi müzikle tanıştırmak ancak gerçek rock’n roll tanrılarının yapabileceği bir şey.
Kerim Çaplı’nın babası Erdoğan Çaplı tanınan bir müzisyen, annesi Azra Gün de opera sanatçısı. Kerim Çaplı, 6 yaşındayken ABD’ye gittiler. Bu seyahat Kerim Çaplı’nın müzikal yolculuğunun da başlangıcı oldu. Orada bir süre babasının konserlerinde çaldı, birlikte müzik yaptılar. İlerleyen dönemlerde Kerim Çaplı rock’n roll’la tanıştı, besteler yaptı. Hem vokal yapabilme hem de davul, gitar gibi farklı enstrümanları çalabilme kabiliyeti sayesinde gruplara dâhil olmaya başladı. The Sundowners, The Monkees gibi 1960’ların önemli gruplarıyla çalıp besteler yaptı. İşler bir noktada öyle bir yere geldi ki Kerim Çaplı, 1967 yılında çıktıkları turnede Jimi Hendrix’le tanışıp onunla birlikte çaldı. 1969 yılında ise dünya tarihinin görüp görebileceği en efsane konserlerden Woodstock’ta bulunup yine Hendrix’le birlikte müzik yapma şansına erişti. Böylesine parlak başlayan bir müzik serüveni, ilginç bir şekilde bu tarihlerde sekteye uğradı ve Kerim Çaplı bir anda ortadan kaybolup Türkiye’ye dönüş yaptı. Yavuz Çetin de ufak yaşlarda müziğe başlayıp elektrikli gitarın sesinden büyülenenlerden. Gitara olağanüstü hakimiyeti, eşi benzeri bulunmayan müzik zekâsı ve 70’ler rock müziğini belki de icracılarından bile daha iyi özümsemiş olması sebebiyle kısa süre içerisinde müzik dünyasında tanınır hâle geldi. Turgut Berkes, Kıraç ve MFÖ’yle kayıtlar yapıp konserler verdi. Bu sırada, zamanın çok ilerisinde iki albüm çıkarı: İlk ve Satılık. Yavuz Çetin blues, hard rock etkileşimli, yer yer protest sözlere sahip bu iki albümle dünyaya karşı kaya gibi durdu ve kendi benliğini ortaya koydu. Özellikle ilk albümünde Erkan Oğur’la birlikte çaldıkları enstrümantal parça “Dünya” sessiz bir isyan hâlini betimliyordu. Kerim Çaplı ve Yavuz Çetin’i aynı hikâyede buluşturan ise hiç şüphesiz Blue Blues Band idi.
İnadın Rengi Olarak Mavi
Batu Mutlugil, Kerim Çaplı, Yavuz Çetin ve Sunay Özgür’den oluşan Blue Blues Band, 1990’lı yılların başında Türkiye’de rock müzik hareketliliğinin başlangıcının işaret fişeğini atıp bayraktarlığını yapmış bir grup olarak tarif ediliyor. Sadece cover çalmış olmalarına rağmen çaldıkları müzikleri kendileri bestelemiş kadar sahiplenmeleri, kendi kimliklerinin bir parçası hâline getirmeleri ve piyasayı, ekonomi politiği çok da düşünmeden inatla, tutkuyla, hissiyatla yapmaları onları kısa sürede efsane hâline dönüştürmüştü. Başka bir kıtada Hendrix’in yaptığı bir parça, döne dolaşa İstanbul’da Kemancı’da çok daha iyi bir şekilde, koro hâlinde söylenebiliyordu. Yukarıda blues üzerinden alıntıladığımız hissiyat aktarımı Blue Blues Band özelinde vücut buldu. Blue Blues Band’in yaratmış olduğu bu hareketlilik kısa sürede onları efsane hâline getirmişti. Her ne kadar görece yakın bir tarihte varlıklarını sürdürmüş olsalar da onlar hakkında çok az şey biliniyordu. Özellikle Kerim Çaplı ve Yavuz Çetin hakkında… 2017 yılında Sertan Ünver’in çekmiş olduğu The Blue belgeseli işte bu noktada çok önemli bir boşluğu kapattı.
Trajik müzisyen hikâyeleri sinema tarihinin vazgeçemediği anlatılardır. Bu anlatılarda hassas bir terazi vardır. İşin ucu az biraz kaçarsa vaziyet sömürüye dönüşebilir. Sertan Ünvar, bu durumun bilincinde hikâyesini şekillendirmiş. Kerim Çaplı ve Yavuz Çetin’in trajedilerini ne aşırı romantikleştirmiş ne de buna taraf olmaya çalışmış, hikâyeye mesafesini korumuş. Yönetmen, Kerim Çaplı ve Yavuz Çetin’in hayatlarını merkeze alarak hem Blue Blues Band’in hem de Türkiye’nin yakın tarihinden geçmiş bu iki olağanüstü müzisyeni yeni kuşaklara tanıtmış. Arşiv kullanımı ve dönemin tanıklarının anlattıklarıyla Yavuz Çetin ve Kerim Çaplı’nın hikâyesi derinleşmiş, anlam kazanmış. Özellikle, Erkan Oğur’un kolay kolay bulunmayacak bir samimiyetle Yavuz Çetin’den bahsederken sözlerine devam edememesi, gitarıyla yüzünü kapatması çok etkileyici. Kerim Çaplı’nın oğlu Ahmet Çaplı’nın babasıyla ilişkisini ve onun yokluğunun yarattığı izleri anlattığı ve Kerim Çaplı’nın Kayıp albümünün arkadaşlarına dinletildiği bölümlerde ise ister istemez gözler doluyor.
Blue, bir tarafıyla duygusal yoğunluğu diğer taraftan da hakikiliği sebebiyle çok çarpıcı bir belgesel. Kerim Çaplı’nın işleri zaman zaman zorlaştıran, tepede öfkeyle buluşup yıldırım yağdıran yağmur bulutlarını andıran kişiliği, Yavuz Çetin’in tetikte bekleyen rahatsızlığı ve bu gelgitli hâletiruhiyenin ailelerine, dostlarına, çocuklarına yansıması olduğu gibi yayılıyor filmin imgelerine. Film boyunca üstün yetenekli, müzik tutkunu iki müzisyenin aile, çocuk, ev geçindirme sorumluluklarıyla, kendi varoluşlarıyla her daim bilek güreşi hâlinde olmalarına, insan hâllerine, zaaflarına ve Batu Mutlugil’in hep üzerinde taşıdığı baba figürüyle Kerim Çaplı’nın zorlu kişiliğine sahip çıkmasına, her yol ayrımında “Kerim için değer” diyerek sürdürdüğü yoldaşlığına, Sunay Özgür’ün sükûnetine tanıklık ediyoruz.
Blue Blues Band’in varlığı, hikâyesi, sadece cover yaparak zamansız olmayı başarması herhangi bir grubun başarabileceği bir şey değil. Zaten Batu Mutlugil de belgesel boyunca dâhil olduğu anların eşsizliğinin farkında olduğunu vurguluyor. Hatta sırf bu yüzden, bir şekilde tüm zorluklara rağmen grubu bir arada tutmaya çalışmış. Yetenek, müzik ekonomi politiğe karışmıyor çoğu zaman, üstelik anlaşılmak da kolay olmuyor. En nihayetinde her kulak her şeyi işitemiyor, her şey biraz da zamanını bekliyor galiba. Selim Işık’ın hayaleti hep peşimizde. Anlaşılmak, anlaşılamamaya karışıyor: “Bat dünya bat!” Böyle anlarda hayat ağır basıyor mu bilinmez ama keşke Çaplı ve Çetin’in hikâyesinde ağır basabilseymiş.
Kerim Çaplı ve Yavuz Çetin hakkında konuşmak, yazmak hiç kolay değil. Romantizmle hakikat uyuşmazlığı en çok onların hikâyesinde buluşuyor. Onlar hakkında söylenecek fazladan bir kelime ile işler sarpa sarabilir. Hepimiz bu dünyadan gelip geçiyoruz, bazılarımız da onlar gibi iz bırakıp geçiyor ve asla unutulmuyorlar. Filmde Erkan Oğur’un dediği gibi “Anlaşılmamak diye bir şey yok. Sen zaten kendini anlıyorsan yeterli. Bir başkası da anlayabilir mutlaka. Anlamasa da önemli değil. Sen bir enerji yığını olarak varsın. İster anlaşıl ister anlaşılma, yok olamazsın. Müzik de öyle…”