Mimaroğlu: Dahi ve avangart

0
48

“Müzik sinematografik bir olaydır”

2012 yılında kaybettiğimiz İlhan Mimaroğlu hem Türkiye’nin hem de dünyanın saygıdeğer müzisyenleri arasında yer alan çok yönlü bir sanatçı ve entelektüeldi. Kendisi başta elektronik müzik olmak üzere edebiyat, sinema ve fotoğraf gibi sanatın farklı alanlarına ilgi duymuştu. Bununla beraber Mimaroğlu sanatın sadece üretici pozisyonunda değil teori kısmına da eğilmiş biriydi. Örneğin 1958 yılında yayımlanan Caz Sanatı, 1961 yılında yayımlanan Müzik Tarihi kitaplarını yayımlamıştı. Lakin bu çalışmaları klasik müzik tarihi kitapları kategorisine dâhil edemeyiz sanırım. Mimaroğlu bu kitapların ve müzik tarihi akışına doğrudan sızmıştır. Mimaroğlu bu çalışmalarında ansiklopedik bilgi verdiği kadar kendi öznelliğini ve yorumu lafını esirgemeden vurgulamıştır.

Mimaroğlu’nun sanat tarihinde kıymetli ve ayrı bir yere konumlandıran husus onun politik-avangart hatta modernist yanı olsa gerek. Modern dünyanın en önemli iki sanatından sinema ve elektronik müzikle uğraşması heves etmesi de onun modernist yanının en açık göstergesi zaten. Modernizm “yeni” olanı imlediği gibi aynı zamanda ilerlemeciliği de kapsar. Mimaroğlu da tıpkı ilk modernler gibi sanat çalışmalarında her daim “yeni” olanı aramış. Bu sebeple Mimaroğlu hiçbir kategoriye uymadan hatta tüm kategorilere başkaldıran bir sanat akımının temsilcisi olmuştur. Dolayısıyla onun ne müziğini, ne yazarlığını ne de görsel malzemeyle kurduğu ilişkiyi doğrudan bir başlık altına alamıyoruz. Böylesine gelenek yıkıcı bir sanatçının hayatı da bir o kadar merak konusu oluyor haliyle. Lakin tuhaf bir biçimde kendisiyle ilgili bugüne kadar yapılmış doyurucu bir biyografi çalışması neredeyse yok. Özellikle Türkiye’de Mimaroğlu’nun yeteri kadar tanındığı söylenemez. Yönetmen Serdar Kökçeoğlu’nun geçtiğimiz yıl yayımlanan Mimaroğlu belgeseli bu noktada kıymetli bir boşluğu kapatıyor. Filmin İlhan Mimaroğlu üzerine yapılmış ilk belgesel olma özelliğini taşındığından seyirciyle buluştuğu andan beri büyük ilgi görmekte.

Yönetmen Kökçeoğlu, filmi Mimaroğlu gibi gelenek yıkıcı, kategori dışı bir avangart sanatçının hikâyesini ezber bozan bir yerden ele almaya çalışmış. Film klasik belgesel anlatılarının dışına çıkarak kronolojik bir sıralama, konuşan kafalar üzerinden onun yaşamını mitleştirip anlatmak yerine, Mimaroğlu’nun New York ve İstanbul’da kaydettiği 8MM analog kayıtlar üzerinden ilerleyen bir kurgu ile anlatmış. Yani film Mimaroğlu’nun çekmiş olduğu kısa filmler ve fotoğraflar üzerine konuşan eşi Güngör Mimaroğlu ve müzisyenler, akademisyenlerin anlattıkları doğrultusunda ilerliyor. Kökçeoğlu’nun anlatısının buluntu, deneysel hatta deneme film formuna yakınlaştırması sebebiyle elimizde Mimaroğlu’nun estetik ve entelektüel dünyasına yakın “anti” biyografik bir hikaye var. Ayrıca filmde de görebileceğimiz gibi Mimaroğlu’nun sine-gözünün bir nevi video-art kategorisine girdiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla yönetmenin, Türkiye’de üretilen klasik belgesel türlerinden uzak kalmasıyla Mimaroğlu’nun tüm ömrü boyunca sanatında takındığı avangart tavırla örtüşüyor bir anlamda.

Geçtiğimiz son 20 yılda belgesel sinemanın klasik anlatını yapısını zorlayan onun dışına çıkmak isteyen Peter Forgacs, Alan Berliner gibi sinemacılar filmlerini tamamen arşiv görüntülerinden oluşan imajlar ve kayıtlar üzerinden kurgulamışlardı. Bu sinemacılar arşiv materyal üzerinden kurguladıkları filmlerle hafıza, tarih ilişkisini sorgulayıp sıradan ve öznel kayıtların nasıl toplumsal hafızanın bir parçası olabileceğini estetik bir dille anlatıyorlardı. Arşiv görüntüleri üzerinden hikaye anlatanlar işin ağırlığını montaj masasında hallediyorlardı. İmajları birbirine bağlayarak bir duygu ve sinemasal atmosfer yaratıyorlar hatta metaforik bir anlam yaratıyorlardı. Örneğin, Alan Berliner babasının hikayesini anlattığı Nobodoy’s Businness filminden babasıyla yaşadığı tartışmaları görselleştirmek için siyah beyaz bir boks maçı koymuştu.

Serdar Kökçeoğlu da Mimaroğlu belgeselinde benzer bir sinema dili oluşturmuş. Örneğin filmin başında Güngör Mimaroğlu yaşadığı sorunlu evliliği anlatırken kadraja fırtınalı bir deniz görüntüsü giriyor. Güngör hanım’ın İstanbul’u artık tanıyamıyorum dediği anda ise güneş gözlüğünü takıyor ve bir anda Mimaroğlu’nun kaydettiği İstanbul karelerine dönüyoruz. Mimaroğlu’nun kaydettiği sinematografik imajlar üzerinden onun hayatından manzaralar anlatmış. Mimaroğlu’nun sinemaya olan tutkusu ve elektronik müziğin sinemaya olan yakınlığı da yönetmenin bu tercihinde belirleyici olduğu söylenebilir. Zaten filmin açılış bölümünde kendisini kayda alan ve kadraj içerisinde hararetli bir şekilde sağa sola yürüyen Mimaroğlu’nun ağzından “Müzik sinematografik bir olaydır. Kulağı gözeten sinema. Elektronik müzik için bu özellikle böyle… Tıpkı bir film gibi” cümlesini işitiyoruz. Filmde de İlhan Mimaroğlu’nun kamera-gözüyle besteleri arasında yakınlık daha net bir şekilde ortaya koyulmuş. Mimaroğlu, New York gökdelenlerini, neon aydınlatmalı bulvarlarını, kalabalığını, trafiğini, afişlerini, dev mazgallardan uçup gökdelenlerin arasında gezinen poşeti, insan yüzlerini, mekânlarını estetik bir şekilde kaydetmiş. Filmi izlerken Mimaroğlu’nun bu kayıtları yaparken, kentte yürürken zihnin içerisinde bir orkestrayla yürüdüğünü, besteleri yaptığını hissedebiliyorsunuz. Sinema ve müziği bir bütün olarak alan bir sanatçının hayatını da bu şekilde izlemek bizlere ilginç bir deneyim sunduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla belgesel bir müzisyenin bilincinin içerisinde dolaşmak gibi bir duygu yarattığı da söylenebilir. Film boyunca da bilinç akışı romanı gibi onun zihninde geziniyoruz. Zaten Mimaroğlu’nun bestelerindeki kolaj mantığıyla deneysel sinemanın anlamı doğrudan montaj üzerinden kurması arasında da derin bir bağ var. Yönetmenin kurgusu ve öyküye yaklaşımı filmi hem deneysel sinemaya hem de Mimaroğlu’nun New York’la kurduğu yoğun ilişki 1920’li ve 1930’lu yıllarda çekilen kent senfonileri anlatılarına yakınlaştırmış. 

İki insan tek hikâye

Mimaroğlu belgeseli doğrudan İlhan Mimaroğlu’nun hikâyesi değil. Filmin önemli bir ağırlığı İlhan beyin eşi, Güngör Mimaroğlu’nun öyküsü üzerinden ilerliyor. 1960’lı yıllarda tanışıp, evlenip ABD’ye yerleşen İlhan ve Güngör Mimaroğlu çifti için New York günleri onların yaşamlarında radikal değişimlere yol açmış. Özgür ve bağımsız bir kadın olan Güngör Mimaroğlu, 1960’lı yıllar New York’un ışıltılı metropol hayatıyla birlikte dönemin yükselen politik atmosferinden de çok etkilenmiş. İlhan Mimaroğlu ise Colombia Üniversitesi’nde bir taraftan elektronik müzikle iyiden iyiye ilgilenirken diğer taraftan Edgar Varase gibi müzik dehalarıyla tanışıp, arkadaş olmaya başlamış. Gündüzleri iki ayrı dünyada olan çift akşamları ise gün boyu topladıkları hikâyeleri birbirlerine anlatıyorlarmış. Özellikle Güngör Mimaroğlu’nun politik görüşlerinin keskinleştiği ve iyiden iyiye sola kaymasıyla birlikte İlhan Mimaroğlu’nun da müziği de aynı çizgiye gelmiş. Müzisyenin Tülay German’la yaptığı çalışmalar, Nazım Hikmet’in şiirlerinden bestelediği parçalar bu duruma örnek olarak gösterebilir. Bununla beraber İlhan Mimaroğlu’nun müziğindeki politik tavır, Deniz Gezmiş’in idamının onun üzerinde bıraktığı derin izler, Vietnam Savaşı, 1960’ların politik atmosferiyle daha da keskinleşmiş. Yönetmen Kökçeoğlu, belgeselde Mimaroğlu çiftinin uyumunu, aşklarını ve birbirlerine yoldaşlık etmelerini net bir şekilde ortaya koyarken, Güngör Mimaroğlu’nun güçlü karakterini, entelektüel derinliğini de vurguluyor. Mimaroğlu çifti hayatlarını New York, İstanbul, New York ve İstanbul hattı üzerinde geçirmişler. İlhan Mimaroğlu’nun vefatının ardından Güngör Mimaroğlu eksikliği tamamlanmayacak bir zaman dilimi içerisine girmiş. Uzun yıllar yurtdışında yaşamış Güngör Mimaroğlu, İstanbul’a kesin dönüş yaptığında bambaşka bir kentle karşılaşmış. Belgeselin en melankolik ve en hüzünlü bölümü de bu anlar zaten.

İlhan Mimaroğlu aslında kim?

İlhan Mimaroğlu gibi çok yönlü bir sanatçının yaşamını iki saatlik bir belgesel sığdırmak zor. Serdar Kökçeoğlu da filmin yapım sürecinde bu sıkıntıyı yaşadığını dile getiriyor. Filme yönelik çıkan eleştirilerde de Mimaroğlu’nun kitaplarından, edebiyatla olan ilişkisinden, Erdem Burini, Tülay German dostluğundan, Cumhuriyet tarihinin en önemli mimarlarından Mimar Kemalettin Bey’i olmasından bahsedilmemesi eksiklik olarak görülmekte. Bununla beraber, yönetmen röportajlarında da sıklıkla belirttiği gibi Mimaroğlu gibi radikal ve gelenek yıkıcı bir sanatçının izinden giderek, yenilikçi bir belgesel çekmeyi amaçladığını aktarıyor.

Peki, Mimaroğlu kim? Onu nasıl tarif edebiliriz? Bu da bir çırpıda yanıtlanabilecek sorular değil sanırım. Mimaroğlu belgeselinin çektiği sınırlar üzerinden sanatçının personasına dair bir imge oluşturabiliriz ama. Özellikle çağdaş ve klasik müzik arasındaki bilek güreşine dair Mimaroğlu’nun takındığı tavır sanatçının politik düşüncesini anlayabilmemiz için iyi bir hareket noktası sunuyor. Filmde gördüğümüz gibi “Measly Mozart “ t-shirtüyle New York’ta gezmesi, Beethoven ve Mozart’ı yarı şaka yarı ciddi işe yaramaz bulması onun sıkı bir modernist sanatçı olduğunu gösterir. Modernlik fikrinin devlerin üzerinden yükselen cüceler imgesinden geldiği düşünülürse Mimaroğlu da “yeni”, “çağdaş” müziğin bulabilmek için artık daha fazla geçmişe değil onların yaptıkları üzerinden ilerlemeyi savunan bir müzisyen olarak karşımıza çıkıyor.  Filmde de çevirmen, yazar Armağan Ekici de Mimaroğlu’nun bu tavrının arkasında hep aynı isimler etrafında dönen bir müzik ortamında yeni ve farklı müziğin oluşamayacağı görüşünün yattığını belirtmekte. Zaten müzisyenin de kendi müzikal arayışı için Avrupa değil de New York’a gitmesi çok anlamlı. 18. Yüzyıl sonrası modernliğin başkenti unvanını Paris’ten devralan New York, icat edilmiş bir modernliği temsil ettiğinden, geleneklerden uzak, farklı kültürlerin, çağdaş sanatın topoğrafası görevi görüyordu. Mimaroğlu da elektronik müzikle arayışlarını burada sürdürmesi, kendi müzikal kimliğini  burada oturtması filmde daha anlaşılır hale geliyor. Lakin, 1960’ların sonuna doğru modernlik fikrinin çuvallamaya başladığı, Hiroşima gibi bir felaketin yaşandığını unutmamak lazım. Bu yaşananlar tarihsel ilerlemeciliğe, modernlik fikrinin bizi hep daha iyi götüreceğine dair inancımı ciddi anlamda kaybolmasına yol açıyor. Haliyle Mimaroğlu’nun ütopyasını sarsıyor. Filmde Mimaroğlu’nun kadrajına giren nükleer protesto görüntüleri üzerine söylediği şu sözler durumu açıklar vaziyette: “Biz çağdaş bir toplumda yaşamıyoruz. Bunlar anakronik zamanlar. Geçmiş dönemin kalıntıları gibi yaşıyoruz. Böyle düşünüyor, böyle hissediyor, böyle hareket ediyoruz.” Bununla beraber yine filmden görebileceğimiz üzere, popüler müzik, kültür endüstrisi ve avangart sanat ikilemi de onun hayatını etkilemiş. Bir tarafta Elvis Presley diğer tarafta Mozart peki hangi müzik ilerici? Peki tüm bu ortamda avangart müzik nereye düşüyor? Mimaroğlu, filmde kendine has ironik yaklaşımıyla tüm bu meseleleri ters yüz ediyor.

Ben bir besteciyim bu bir intihar demek.

Bir çağdaş bestecisiyim, çağdaş olamayacaksam başka ne olabilirim bilmiyorum. İki intihar etti.

Bir elektronik müzik bestecisiyim, üç etti.

Ve politik müzik besteliyorum, dört etti.

Dört intihar ve hâlâ hayattayım.”

Zaten Mimaroğlu da benzer çelişkileri yaşayan bir müzisyen. Atlantic Records’ta Ahmet Ertegün’le birlikte çalışıp, Charles Mingus’un albümüne prodüktörlük yapması bu duruma iyi bir örnek olsa gerek. Bununla beraber Mimaroğlu’nun Finnadar Plak şirketini kurması, elektronik veya avangart müzik yapmak isteyen müzisyenlere kapılarını açması da bu durumu dengeleyen bir unsur olmuş. Son olarak Mimaroğlu kim? Sorusuna Mimaroğlu nereli? de eklenebilir. Hayatının önemli kısmını New York’ta yaşamış, müzikal dünyasını burada şekillendirmiş biri olarak onu hangi kıtaya konumlandırabiliriz peki? Kimliğin kapanmamış ve noktalanmamış bir inşa süreci olduğunu biliyoruz. İlhan Mimaroğlu da tıpkı müziğinde yaptığı gibi kendine kolaj bir kimlik seçmiş gibi. Bir tarafta modernist olarak sıfır noktasını kendisinde başlatmış diğer taraftan geldiği, yetiştiği kültürün de zenginliklerini kimliğine eklemlendirmiş bir müzisyen. Fellini’nin Satyricon filminde müziğinin kullanıldığı, avangart cazcılara prodüktörlük yapan, Türkiye politik müzik akımının tamamen dışına çıkan ama ülkesinin edebiyatından, şiirinden beslenen,  sözünü sakınmayan, muhalif kimliğinden asla vazgeçmeyen bir sanatçı aynı zamanda. Tüm bu parçalı kimliğe bakınca Mimaroğlu’nu doğrudan bir yere konumlandırmak bana çok da anlamlı gelmiyor. En nihayetinde Türkiyeli olduğu kadar beynelmilel bir insan Mimaroğlu. Mimaroğlu çağı yakalamış, geleneklerin, kalıpların peşine düşmemiş, her daim yeniyi aramış, politik müziğin sınırlarını zorlamış, ürettiği kadar sanat üzerine de düşünmüş, bu sebeple de çoğu kez anlaşılmamış, müziğinin karşılığını pek  bulamamış bu yüzden de “seçkinci” bir yalnızlıkla baş başa kalmış bir sanatçı. Filmin adının Manhattan’ın Robinson’ı olması daha anlamlı hale geliyor zaten.

Son söz olarak, Serdar Kökçeoğlu’nun belgeseli, avangart bir sanatçının hayatından manzaralar, biraz unuttuğumuz bir dehayı yeniden hatırlamamızı sağlayan yenilikçi ve kesinlikle kaçırılamaması gereken bir belgesel.

Not: Bu yazı, 21 Kasım 2021 yılında Turquazz’da İngilizce olarak yayımlanmıştır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz