“Önceden de oldu yüce anlarım. Bir kez geceleyin parkta yürürken, yağmur altında, güzün. Bir kez çöl ortasında, yıldızlar altında, ekseni üzerinde dönen yeryuvarına döndüğüm gün. Kimileyin düşünürken, sadece düşünüp tartarken olup biteni. Ama hep yalnız. Kendi başıma. Bu kez yalnız değildim. Yüce dağ başında bir arkadaş vardı yanımda. Bir şey yok, hiçbir şey yok bundan üstün. Ömrümce görmesem de bir daha, eh diyebilirim yine de, bir kez orada bulundum.”
(Sayfa 47)
Bugün terapi sonrasında aklımdan geçenleri dinleyebileceğim bir anım olmadı. Sıcak bir İstanbul öğlesinde tek derdim hızlıca ofise girip işe başlamaktı. Bu hafta yazacağım kitaba ise birkaç gün önce karar vermiştim. O yüzden bir kez daha okumuştum. Hepimizin büyük ninesi olan Ursula K. Le Guin’in Her Yerden Çok Uzakta romanı. Le Guin’in bu romanı ilk kez 1976 yılında yayınlanmış. Bu kitaba gençlik romanı diyebiliriz, fakat bence arkadaşlık ve aşk üzerine düşünmeniz gerektiğinde açıp kurcalamanızda da fayda var.
Benim Ursula K. Le Guin ile tanışmam 18 yaşında oldu, 2006 senesi. Ankara’da benden yaşça büyük bir kadın arkadaşlık ettiğim biri bana Mülksüzler’i hediye etmişti. Ve sonra edebiyat benim için gerçekten bambaşka bir boyut kazandı. Türkçe yayınlanmış bütün Le Guin kitaplarını da okudum. Her Yerden Çok Uzakta’yı ilk ne zaman okudum bilmiyorum, ama geçen sene Eylül ayında Burcu’yu Kanada’ya gönderirken tekrar okumuştum. Çünkü Burcu benim için o dağın tepesinde yanı başımda oturan arkadaşım.
Geçen hafta Küçük Kara Balık’ın özgürlüğünden bahsederken kendi değer yargılarımın sallandığını da yazmaya çalışmıştım. Bu değer yargılarının bu kadar sert bir şekilde sallanma nedenlerinden biri elbette seçim sonuçları, bir diğeri ise kendime, işime ve paraya verdiğim değerle ilgili. Şu hayatta beni tanıyanlar bilir ki, bir insana ne kadar aşık olursam olayım, arkadaşlarım her zaman her şeyden önce gelir. Bu yüzden sevgililerimin ve ablalarımın dahi kalbini kırmışımdır. Boşu boşuna “Yetiş Ado” lakabını almadım.
Yakın arkadaşlık, kadın ya da erkek fark etmeksizin, arkadaşlığın içine cinsiyetleri dahil eden biri değilim. İçinde biraz hayranlığı, biraz aşkı, biraz öfkeyi barındıran bir duygu. Romanımızın kahramanları Owen ve Natalie, yaşları birbirine yakın, yakın evlerde oturan, aynı okulda okuyan bir erkek ve bir kız. Ortak paydalarıysa yalnızlık.
Lise yıllarımı hatırlıyorum. Hiçbir zaman popüler bir öğrenci olmamıştım, güzel de sayılmazdım. Sınıfın en arkasında oturanlardandım. Lise yıllığında hakkımda yazılan en ilginç şey ise “acayip” giyindiğimdi. Stajyer genç delikanlı öğretmeni koruduğum için sınıfın bütün kızlarından da dayak yemiştim. İlk ve orta okulda daha çok aşık olduğum söylenebilir, lise de ise durumum başkaydı sadece evden gitmek istiyordum o kadar. Ha bir de en yakın arkadaşımla aram bozulduğu için okul değiştirmiştim.
Owen diğerleri gibi olmak istemiyor, babasının ona aldığı arabayla bile okula gitmek diğerlere benzemek demek onun için. Annesinin istediği gibi Eyalet Üniversite’sine de gitmek istemiyor. Birbirinden farklı bilim dallarıyla ilgileniyor. Natalie ise müzikle uğraşıyor, besteci olmak istiyor. Okulla birlikte müzik dersleri veriyor, babası biraz sıkıntılı biri, annesi ise belli çerçeveler içinde istediğini yapmasına izin veriyor. Owen’la karşılaşır karşılaşmaz her şeyden konuşmaya başlıyorlar. Müziğin ve düşüncenin birbirine ne kadar benzediği ilk sohbet konularından biri. Bu arkadaşlık gitgide bir dostluğa dönüşüyor. Hayallerinden ve gerçek hayattan bahsediyorlar. Ve şükürler olsun artık yalnız değiller, birbirlerini buldular.
Owen babasının ona aldığı arabayı Natalie ile bir yerlere gitmek için kullanmayı seviyor. Beraber deniz kenarına gidiyorlar, ateş yakıyorlar, soğuk suya giriyorlar, yemek yiyorlar. Owen’ın kurduğu hayali ülkeye Natalie şarkılar besteliyor. Buraya kadar her şey normal ta ki Owen’ın aklı karışana kadar. Erkek işte demeyin.
Owen sevdiği bir kadına dokunmanın ne demek olduğunu merak ediyor. Hisleri yolunu şaşırıyor. Tam anlamıyla karşılığı olup olmadığını bilemiyor. Bir adım atıyor, attığı adımın karşısında Natalie’nin duvarlarına ve gelecek planlarına çarpıyor. Sonra sonrası bir süreliğine ikisi de o koyu yalnızlıklarına geri dönüyorlar. Hafızalar yavaş yavaş siliniyor. Natalie hayalini kurduğu hayat için çaba sarfetmeye bütün gayretiyle devam etse bile, Owen hayatını durdurmaya karar veriyor.
Bu aralar insanlara pek tahammül edemiyorum. Kendimi kapatma ve hatta bir adaya kaçma arzum var ama o kadar çok işim var ki kalkıp ablamın yanına bile gidemiyorum. Bir yandan da temassız yaşayamayan bir insanım onu da biliyorum ama yine de işte tahammül edemiyorum. Çok çabuk kırılıyorum, arkadaşlarıma hem de çok sevdiğim arkadaşlarıma sınırlar çizmeyi geçin duvarlar örüyorum. Çünkü gösterdiğim özeni göremediğime inanıyorum. Hiçbir zaman sevgi sözcükleri duymak için deliren ya da benimle çok ilgilenilmesini isteyen bir insan olmadım ama nezakete önem verdim. Fakat şimdi bir tepki olarak nezaketsizliği ben de kullanıyorum. İnsanları beni sevdikleri için değil onlara değer verdiğim için seviyorum ve aynı şekilde benim ben olduğum için sevilmeye de her zamankinden daha çok ihtiyacım var. Kendimi yalnız hissediyorum dersem arkadaşlarıma haksızlık etmiş olurum ama içinde bulunduğum hali de sadece yalnızlık kelimesiyle tanımlamam da çok mümkün değil.
Owen’la Natalie’nin aileleri de birbirinden farklı, aileye bakışları da. Ama ailelerin onlardan beklentileri neredeyse aynı, onların istedikleri çocuklar olmaları ve onların kurdukları düzeni bir şekilde devam ettirmelerini istiyorlar. Geçtiğimiz hafta üniversite sınavına giren sayısını bilmediğim kadar genç insan oldu. Çoğu hayatta ne yapmak istediklerine karar bile vermemişlerdir eminim. Vermek zorunda olduklarını da düşünmüyorum. Bu memlekette üniversite okumanın hiçbir anlamı kalmadı. Varlıklı ailelerin çocukları bir şekilde yurt dışına giderken yoksulları bu faşizm düzeninde kendilerine bir yol bulabilirlerse çiçeklenecekler. Ne acı, oysa aşk acıları çekme zamanlarında ülkenin gidişatını değiştirmek için çaba sarfetmek zorunda kaldılar.
Ben Ankara’nın kenar mahallelerinden birinde bir şekilde büyüme çalışırken dans etmek isterdim. İnat edip konservatuvar sınavlarına bile girdim. Sonuç elbette hüsran, ya ne olacaktı. Sanat okumak için geçerli sınıftan değildim ama bunun farkında da değildim. El yordamıyla yazmayı bir şekilde öğrendiğime şükrediyorum.
Romanımıza geri dönecek olursak, yolun sonunda ayrılık var. Natalie ve Owen ayrı diyarlara okumaya gittiler ve birbirlerini tekrar gördüler mi bilmiyoruz. Etrafınızda bir şekilde genç insanlar varsa bu romanı okumalarını sağlayabilirsiniz. Hele o insanlar kendilerini yalnız ve yabancı hissediyorlarsa, kendilerinin yalnız olmadıklarını düşünmelerini sağlayabilirsiniz.
Yüzde 50’nin normlarına uymayabiliriz, yabani olabiliriz, iğreti durabiliriz, evimiz yol olabilir, durunca kendimizi yok hissedebiliriz, yalnızlıkla başımız dertte olabilir, tahammülümüz azalmış olabilir… Hepsi olur, olmaması biraz garip. Ama bir tek şey bizi ayakta tutar, o da yeri geldiğinde çivili olan dostun yatağı. Zaten en iyi yuva da o çivili yataktır.