Son yıllarda yeni çıkan güncel albümleri takip etmek eskisinden daha zor bir hal almaya başladı. İnternet ve dijital müzik platformları sayesinde yeni çıkan albümlere erişmek daha olay olsa da günceli takip edebilmek için sürekli bir çok kaynağı takip etmek gerekiyor. Albüm yorumu okumak ise eskiye göre daha sıkıcı bir hal almaya başladı. Zira, genelde belirli bir kalıpta ve albümlerin dinlenmesini engellemeyecek şekilde, kişisel düşünceden oldukça arındırılmış yorumlar çoğunlukta. Bu yüzden, yeniye ulaşmak kolaylaşmışken beğenebileceğiniz yeni albümlere, yeni müzisyenlere ulaşmak daha zor ve zaman isteyen bir uğraş haline gelmeye başladı uzun bir süredir. Birbirine pek benzemeyen ya da nüanslarda ciddi farklılaşan albüm ve sanatçıları bu standart yorumlar yüzünden kaçırmak çok mümkün. Buradan internet çağındaki bilgi bombardımanı ile gerçek bilgiye ulaşmanın kolaylaşmış gibi gözükmesine rağmen nasıl daha zor hale geldiğine dair uzun bir tartışma üretmek de mümkün ama bu yazının konusu bu tartışma değil tabii ki.
Standart ve halkla ilişkiler metinleri tadındaki yorumlardan çok sıkıldığım ve yeni müzisyenler ve şarkılarla tanışabilmek için bu yılın başından itibaren yazılarımı güncel albümler, müzisyenler ve şarkılar üzerine yoğunlaştırmaya karar verdim ve yıl başından beri de bu çerçevede yazılar üretmeye gayret ediyorum. Ancak, 2023 hepimiz için zor bir yıl oldu. Yılın başındaki deprem felaketi, seçim curcunası, savaşlar ve genel gidişatın durumu ile hepimiz yaşamımız içinde bir yerlere savrulduk ve kimi zaman planladıklarımızın ve hayallerimizin uzağına düştük. Ben de bu savrulmadan payımı aldım tabii ki. Aslında haftalık olarak güncel yeni çıkan albümler üzerine yazmayı hedeflesem de bu hedefimin çok uzağına düştüm. Ancak, yine de bir çok yeni müzikler, albümler ve müzisyenlerle tanıştım. Önemli gördüğüm albümleri de yıl içinde geniş geniş yazıp sizlerle paylaşmaya çalıştım.
Bu durum çerçevesinde, yıl sonuna kadar bitirmeyi hedeflediğim yeni bir yazı dizisine başlamaya karar verdim. Bu diziye dahil yazılarda, bu yıl çıkmış ve benim bulabildiğim caz, blues, rock, hard rock, heavy metal albümlerini sizlerle paylaşıp kendi beğenim ve kendime ait bir puanlama sistemi ile listelemeyi hedefledim. Bu yazı da bu yeni serinin ilk yazısı. Serinin ilk yazısının konusu olarak da blues’u seçtim. Zira, benim keyif aldığım tüm müzik türlerinin kökenindeki şey o.
Bu yazı dizisine başlarken de her tür için haberdar olup ulaşabildiğim ve dinlemek için seçtiğim albümlerden dinamik bir ön liste yarattım. Her bir listelerde her tür için yaklaşık 50 ile 100 albüm bulunuyor. Bu albümlerin bazıları için zaten bahsettiğim gibi daha önce uzunca yazdım ama bazıları hala sizlerle paylaşılmayı bekliyor. Bu yazının konusu olan 2023 yılı Blues albümleri listem 70 albümden oluşuyor şu anda mesela. Yıl sonuna kadar bir kaç albüm de bu listeye girecektir mutlaka. 40 tanesini bugüne kadar dinledim. Bu yazının ikincisine kadar kalanı da biter. Bu yazılarda, bu albümler için kısa bilgiler verip kendi görüşlerimi yazıyor olacağım. Neyse, bu uzun girizgahtan sonra konuya gelsem iyi olacak sanırım.
Öncelikle bu yıl, geçen bir kaç yıldan farklı olarak, oldukça yeni ve farklı tarzlarda blues albümleriyle karşılaştığımı söylemem gerekir. Son yıllarda, genellikle popüler olan ve çoklukla karşılaştığım blues albümleri Texas Blues ya da elektrik blues albümleriydi. Özellikle, Joe Bonamassa‘nın yarattığı etki ve bilinirlik ile bir çok yapımcı ve müzisyen bu türde albümlere yönelmiş ve blues dünyasında bu türün ciddi bir baskınlığı oluşmuştu. Bu yıl da hala Texas Blues ve elektrik blues’un yoğunluğu olsa da daha eski formlarda ya da daha kendine has albümlerin çoğalmış olduğunu gördüm. Bu yıl, 1960’lar ve 70’lerdeki siyahi blues’un etkilerini barındıran, Amerikan Folk Müzik hareketinin güçlü olduğu dönemlerdekine benzer, Delta Blues’dan, Memphis blues’a bir çok blues akımını takip eden albümlerin çıkmış olması beni oldukça keyiflendirdi. Zira, son dönemde gerek blues gerek rock dünyası bu köklerden uzaklaşarak bir teknik şov haline dönüşüp ruhunu kaybetmeye başlamıştı. Bu köklere dönüş çabası bu yüzden oldukça heyecan verici.
Bu yıl bazı müzisyenler birden fazla albüm yayınlayarak yerinde duramamış. Ben de bu birden fazla albüm çıkartmış müzisyenlerin albümlerini bir arada değerlendirmeyi daha doğru buldum. Malum artık yılın sonuna geliyoruz.
Çifte Albümlüler
Blues’un Harika Çocuğu: Joe Bonamassa – Tales of Time / Blues Deluxe Vol. 2
Bu yıl yerinde duramayıp birden fazla albüm yayınlayan müzisyenler biri Joe Bonamassa. Bonamassa bu yılın Nisan ayında, hem CD hem de Blue-Ray video olarak çıkardığı ve yılın en keyifli blues albümlerinden biri olarak gördüğüm Tales of Time isimli albümü çıkardı. Bu albüm, 2 şarkı hariç 2021’de çıkardığı Time Clocks albümündeki neredeyse tüm şarkıları çaldığı bir canlı konser kaydı. Bonamassa, yılın ikinci yarsında ise Blues Deluxe Vol.2 albümü ile Ekim ayı başında yeniden plak raflarındaki yerini aldı. Bu albümün ismi 2003’de çıktığında Bonamassa’ya ilk liste başarısı getiren Blues Deluxe albümünden geliyor. Bonamassa, müzik piyasası tarafından ilk kez kabul edilerek üne kavuştuğu 2003’den bugüne 20 yıl sonra hangi noktaya geldiğini görmek istiyor bu albümde. Bu yıl çıkardığı her iki albümde de Bonamassa’nın yanında Josh Smith var. Josh Smith, Tales of Time‘da ritm gitarları çalmış. Blues Deluxe Vol.2‘da ise hem beste vermiş, hem prodüksiyonu üstlenmiş hem de konuk müzisyen olarak gitar çalmış. Blues Deluxe ile Blues Deluxe Vol.2‘yi arka arkaya dinleyince farkı gerçekten hissedebiliyorsunuz. 20 yıl sonraki Bonamassa çok daha rahat ve müziğini sadece büyük yeteneğine ve sololarına bağlamıyor. Çok daha rahat ve gösterişsiz çalıyor ama bu yine akıl almaz sololar atmasına engel olmuyor. Banamassa geçen 20 yıl içerisinde sakinleşmiş ve artık kendini kabul ettirmenin rahatlığı ile müzik yapıyor. Blues Deluxe Vol. 2‘de bu çok net şekilde hissediliyor. Ancak, ben bu yıl çıkan bu iki albümü içinde Tales of Time‘ı çok daha fazla sevdim. Şarkıların düzenlemeleri çok iyi ve albümün enerjisi gerçekten çok yüksek. Bu albümde gitar tonları çok daha sıcak ve şarkılara albümdeki hallerine göre daha fazla derinlik getirmiş. Zaten sahnede farklı biri haline geliyor Bonamassa ama bu albümde grubu ile birlikte bütün bir şey dinliyorsunuz ve bu çok daha keyifli hale geliyor. Tales of Time, benim bu yıl dinlediğim blues albümleri içinde ilk beş albümden biri açıkçası. Blues Deluxe Vol. 2 ise bu yılın iyi albümlerinden ama Tales of Time kadar etkileyici gelmedi bana. (ALBÜM PUANLARI – Tales of Time: 7,95 / Blues Deluxe Vol. 2: 7,55)
İrlanda İnadı: Van Morrison – Moving to Skiffe / Accentuate the Positive
Bu yıl yerinde duramayan ve biri arşivciler için enstrümantal olarak kaydettiği şarkılardan oluşan bir albüm olmak kaydıyla toplam üç yeni albüm yayınlayan isim ise Kuzey İrlanda’nın tezenesi Van Morrison. 1952’den beri sahnelerde olan Morrison, 78 yaşına gelmiş olmasına rağmen halen düzenli olarak albüm yayınlıyor ve hala iyi şarkı söylüyor. Bunu da her zamanki aykırılığı ile hem zamana hem de yeni müzisyenlere meydan okuyan bir enerji ile gerçekleştiriyor. Van Morrison, ilk olarak bu yılın Mart ayında yayınladığı Moving to Skiffe albümü ile başladı albüm yayınlama maratonuna. Skiffe müziği aslında 1900’lerin ilk yarısında blues, bluegrass, country, folk ve caz gibi farklı türleri bir araya getiren bir Amerikan folk müziği türü. Daha çok ev yapımı müzik aletleri ile icra ediliyor. 1950’lerde ABD’de yavaş yavaş gözden düşse de bu sefer İngiltere’de yeni bir akım yaratarak savaş sonrası bebek patlaması döneminin gençleri arasında popülerleşiyor. İngiltere’de 60’ların başından itibaren başlayan blues akımının da öncüsü oluyor. O dönemin önemli İngiliz skiffe gitaristlerinden Lonnie Donnegan ve Chris Barber gibi isimler daha sonra Eric Clapton’dan Mark Knopfler’a kadar bir çok İngiliz blues ve rock gitaristine ilham oluyor. Van Morrison’da bu albümle, müziğe başladığı o dönemlere geri dönüp İngiliz blues ve rock müziğinin yapıtaşlarından biri olan bu türe bir saygı duruşunda bulunup eski günlerini yad etmek istemiş. Albüm, tamamen halk şarkıları ya da skiffe’nin altın döneminin müzisyenlerinin şarkılarında oluşuyor. Bu yıl çıkan blues kayıtları içinde kesinlikle en keyiflilerinden. Ben Sail Away Ladies, Gov Don’t Allow, Come On In‘i baya sevdim. Gov Don’t Allow aslında Mama Don’t Allow isimli bir halk şarkısı ama Van Morrison şarkıya kendisi yeni sözler yazarak tam da kendisinden beklenecek şekilde kendine uyarlamış.
Van Morrison‘nun bu yıl çıkardığı ikinci albüm ise Accentuate the Positive. Bu albüm ise 1950’lerin rock’n roll ve blues şarkılarından oluşuyor. Morrison, bu albümde bu sefer rock’n roll dönemine selam dururken Chuck Berry, Little Richard, Billie Davis gibi bir çok o dönemin önemli isminin şarkılarını yeniden yorumlamış. Bu albümde oldukça keyifli bir albüm ancak Moving to Skiffe‘nin daha eğlenceli bir albüm olduğunu söyleyebilirim. Albümde en çok albümün açılışındaki You Are My Sunshine ve Red Sails in the Sunset‘i beğendiğimi söyleyebilirim. Tüm şarkıları kendine göre yeniden yorumlamış ve oldukça farklı hale getirmiş olsa da bu şarkıları tam bir Van Morrison şarkısı haline getirmiş. Bu yıl çıkardığı son albüm ise Beyond Words: Instrumental adını taşıyor ve eski şarkılarının enstrümantal olarak yeniden kayıtlarında oluşuyor. Ancak, bu albümü dijital platformlarda ya da plakçılarda bulamıyorsunuz. Zira, Morrison bu albümü sadece CD formatında ve kendi müzik şirketi üzerinden satıyor. O yüzden ne listelerimde ne de yorumlarımda bu albüm hakkında bir şey söylemem mümkün değil. Sadece meraklıları ve Van Morrison hayranlarına duyurabilirim. (ALBÜM PUANLARI – Moving to Skiffe: 7,88 / Accentuate the Positive: 7,65)
Şok Edici Bir Ses ve Ötesi: Misty Blues – Outside the Lines / Tell Me Who You Are: A Live Tribute to Odetta
Bu yıl yine iki albüm yayınlayan bir başka grup ise sanırım bizim ülkemizde belki de blues müziğini sürekli takip edenler için bile bilinmeyen bir Amerikalı grup, Misty Blues. Ben de grubu şans eseri yeni çıkan albümleri tararken keşfettim. Grup, vokal ve gitarda Gina Coleman, bas gitar ve yan vokallerde Bill Patriquin, davul ve trompette Bob Tatten, saksafonda Aaron Dean, gitar ve yan vokallerde ise Seth Fleishmann‘dan oluşuyor. Grubun kadın vokalisti Gina Coleman‘ın gerçekten çok sağlam, güçlü bir davudi sesi var. Söylemeye başlayınca kendinizi dinlemekten alamıyorsunuz. Grup, 2019 yılında Uluslararası Blues Müzik Yarışması’nda finalist olmuş zaten. Bu yılın Mart ayında ilk olarak çıkardıkları Outside the Lines albümü kendi bestelerinden oluşuyor. Beni bu yıl çıkan blues albümleri içinde dinlediklerim arasında en iyilerinden biri bu albüm. Albümde soul blues’dan elektrik blues’a bir çok farklı blues türlerini bulabiliyorsunuz. 60’lar ve 70’ler blues albümlerinin lezzeti var albümde. Albümdeki One of These Days, I Don’t Sleep, Days of Voodoo and Laughter, The Hate ve Been a Long Time Coming benim oldukça beğendiğim şarkılar. Coleman’ın sesi ile bu şarkılar bambaşka bir lezzete kavuşmuş.
Grubun ikinci albümü ise bence çok cesur, canlı kaydedilmiş bir konser albümü. Bu yılın Ağustos ayında çıkan bu albümün adı Tell Me Who You Are: A Live Tribute to Odetta. Albüm grubun tamamen Odetta şarkılarını söylediği bir konserin kaydı. Odetta söylemek gerçekten büyük cesaret isteyen bir şey. Zira, Odetta’nın o davudi ve güçlü sesiyle çıktığı notalara ulaşmak herkesin harcı değil. Gina Coleman bu cesaret isteyen işi oldukça başarılı şekilde gerçekleştirmekle kalmamış. Sesi ise insanı burada alıp 60’lara, Odetta’nın parladığı o Amerikan folk ayaklanması yıllarına götürüyor. Albüm zaten Glory Glory ile açılıyor ve Coleman orada zaten dinleyenin gardını düşürüyor. Albümün devamındaki Take This Hammer, Sometimes I Feel Like a Motherless Child, Blues Everywhere I Go ve Easy Rider çok başarılı yorumlar. Grubun her iki albümü de 2024 Grammy’lerinde blues ve folk dallarında çeşitli ödüllere aday gösterilmiş. Bence blues sevenlerin kesinlikle kaçırmaması gereken iki albüm bu kayıtlar. (ALBÜM PUANLARI – Outside the Lines: 7,92 / Tell Me Who You Are: A Tribute to Odetta: 7,69)
Unutulan 60’lardan Bugüne: Bob Corritone & Friends – Women in Blues Showcase / High Rise Blues / Somebody Put Bad Luck on Me
Bu yıl hızını alamayıp bol bol albüm çıkartanlardan biri de Amerikanın önemli blues armonikacısı ve yapımcısı Bob Corritore. Blues müzisyenleri içinde bu yıl 3 arşiv albümü yayınlayarak çok çalışanlar kervanına katılanlardan. Her üç albümün de ortak özelliği Corritone’nin zaman içinde beraber çalıştığı ve albümlerinde armonika çaldığı müzisyenlere ait kayıtları bir araya getiren albümler olması. Corritone, ilk olarak bu yıl Mart ayında Women in Blues Showcase albümünü yayınlamak ile başlıyor yayınlara. Bu albüm, beraber çalıştığı kadın blues müzisyenleri ile yaptığı kayıtlardan oluşuyor. Albümde blues kraliçesi Koko Taylor, önemli kadın blues gitaristlerinden Barbara Lynn, Carol Fran gibi isimler var. Bu yıl Mayıs ayında yine Bob Corritone & Friends olarak çıkardığı High Rise Blues ve Eylül ayı sonunda çıkardığı Somebody Put Bad Luck on Me albümleri de benzer şekilde Corritone’nin farklı blues müzisyenleri ile yaptığı kayıtlardan oluşmuş. Her üç albüm de çok keyifli ve blues’un ikinci altın çağı olan 60’lardaki blues’u bize geri getiriyor. Her üç albüm de özellikle blues arşivcilerinin arşivlerine katabileceği iyi seçkilerden oluşuyor. Tabii her üç albümün de en büyük özelliği şarkıların içindeki Corritone’nin armonikası ile attığı imza. Albümlerdeki seçkinin Corritone’nin kendi arşivinden olması sebebiyle bu seçkinin daha sonra bir araya getirilmesi zor. Blues armonikası meraklılarının ise kesinlikle arşivlerine katması gereken albümler bunlar. (ALBÜM PUANLARI – Women in Blues Business: 7,50 / High Rise Blues: 7,51 / Somebody Put Bad Luck on Me: 7,50)
Tek Albüm Yeter Diyenler
Yılın En İyisi: Coco Montoya – Writing on the Wall
Bu yılın bence en iyi blues albümü 72 yaşındaki Coco Montoya‘dan geldi. Bu yıl Eylül ayında çıkardığı Writing on the Wall albümü şu ana kadar dinlediğin ve bu yıl çıkmış ve benim bu yazıya kadar dinlediğim 40 albümün içinde bence en iyi, en derli toplu albüm. Albüm temelde tam bir elektrik blues albümü olsa da albümdeki bazı şarkılarda, John Mayall and the Bluesbreakers döneminden olsa gerek, o İngiliz blues lezzetini de aldım. Mesela, You Got Me (When You Want Me)‘yi dinlerken bir yandan o Amerikan blues’unu diğer yandan İngiliz blues gitarı dokunuşlarını duymak çok iyi geldi. Aynı şeyi Stop isimli şarkıyı dinlerken de hissettim açıkçası. Albümden parça önermem pek mümkün değil zira albümdeki tüm parçaları beğendim. Şarkılara tek tek baktığınızda “Bu bambaşkaymış. Yeni blues hit’i bu şarkı” demiyorsunuz ama albümün tümünü dinlediğinizde albümün tümü parıl parıl parlıyor. Coco Montaya zaten özel bir gitarist. Tamamen kendine has bir tel dizilimi ve gitar kullanışı var. Stevie Ray Vaughan’la beraber elektrik blues’un ve blues’un günümüze taşınmasında büyük etkisi var zaten. 4 yıllık bir sessizlik sonrasında yayınlanmış olsa da, bu albümde kendini göstermek ve hatırlatmak adına hiç öyle gitar şovları yapmak için parçalamamış kendisini. Albümün damarlarında saf blues dolaşıyor sadece. O yüzden çok keyifli ve insanın dinledikçe dileyesi gelen bir albüm çıkmış ortaya. Blues sevenlerin kaçırmaması gereken bir albüm bu. Şiddetle tavsiye ederim. (ALBÜM PUANI: 8,26)
Beklentinizin Ötesi: Damon Fowler – Live at the Palladium
Damon Fowler, önemli bir slide gitarcı ve blues müzisyeni. Gregg Allman, Butch Trucks ya da Dickey Bets gibi güney rock ve blues’unun ve özellikle sahnede jam session ile bambaşka konserlere imza atan isimlerin kendi gruplarıyla yaptıkları turnelerde yanlarında görmek istedikleri bir isim. Bu yılın en sağlam blues albümlerinden biri de Fowler’in bu albümü. Albümün ismi Live at the Palladium. Fowler’in Florida’daki Palladium konser salonunda verdiği konserin kaydından oluşan albüm tam bir güney soul blues ve elektrik blues resitali. Albümü dinlerken eski The Allmann Brothers konser kayıtlarını dinliyor gibi hissediyorsunuz bazı yerlerde. Bir saati aşan albüm bittiğinde o bir saat nasıl geçti anlamıyorsunuz. I’ve Been Low, Up the Line, 11 dakikayı aşan Sugar Shack ve Tax Man benim albümdeki favorilerim oldu. Blues sevenlerin, hele elektrik blues sevenlerin bence bu yıl çıkan albümler içinde kesinlikle dinlemesi gereken bir albüm bu. (ALBÜM PUANI: 7,95)
Köklere Dönüş: Nat Myers – Yellow Peril
Nat Myers, yarı Koreli yarı Amerikan, 32 yaşında genç sayılabilecek bir blues müzisyeni. Bence, bu yılın en heyecan verici blues albümlerinden birine imzasını atmış. Yellow Peril müzisyenin ilk albümü. Blues dünyasını ele geçirmiş olan elektrik blues rüzgarına kapılmayarak doğrudan 1920’ler ve 30’ların delta blues’unu yapmış bu albümde. Nat Myers‘ı keşfeden kişi The Black Keys‘den Dan Auerbach. Pandemi döneminde YouTube’dan Myers’i bulunca hemen irtibata geçip beraber çalışmaya başlamışlar. Albümdeki şarkıların çoğunu da Auerbach ile Myers beraber üretmiş. Albümü dinlerken uzundur bu şekilde blues’un köklerinden doğan bir albüm dinlemediğimi fark ettim. Rosenator gitarı ile Myers, insanı 21. yüzyıldan alıp büyük buhran zamanında bir Mississippi deltasındaki pamuk tarlasına götürüyor. Albümdeki Ramble No More, Undertaker Blues, 75-71 gibi şarkıları sanki devasa lambalı bir radyodan dinliyor gibi dinliyor insan. Bence, bu yılın en özel blues albümlerinden biri. (ALBÜM PUANI: 7,93)
Meselesi Olanlar İçin Blues: Eric Bibb – Ridin’
Bu yılın açık ara en politik blues albümü Eric Bibb‘den geliyor. Bibb’in bu yılın Mart ayında çıkardığı Ridin’ albümü son dönemde çıkmış ve blues’un köklerine bağlı kalmış nadir albümlerden. Albümün sözlerinde bol bol ırk ayrımı ve sosyal eşitsizlik üzerine pasajlar var. Bibb’in politik tavrı 60’ların meşhur gazetecisi John Howard Griffin’in yaşadıklarını anlattığı The Ballad of John Howard Griffin şarkısı ile tavana vuruyor. Griffin, 1959’da siyahilerin yaşadıkları zorlukları anlatabilmek için kendisi beyaz olmasına rağmen her yerini siyaha boyayıp hayata karışıyor ve gördüğü ayrımcılığı daha sonra bir yazı dizisi olarak gazetede yayınlıyor. Başına da gelmeyen kalmıyor. Ölesiye dövülüyor, ölüm tehditleri alıyor ve sonunda çareyi yıllarca Meksika’ya kaçıp orada yaşamakta buluyor. Bibb, yıllar sonra artık unutulmaya başlanmış olan bu olayı tekrar hatırlatarak ırk ayrımı ve siyahilerin yaşadığı zorlukları tekrar masanın üzerine koyuyor. Hold the Line‘da ise bu sefer savaştan ve nefretten yorulmuş insanları anlatmayı seçiyor. Blues’un sadece müzik ile değil sözleri ile de aşağıdakilerin hayatını anlatan bir müzik olduğunu hatırlatıyor bize. Albümde önemli blues müzisyenleri de konuk. Taj Mahal, Jontavious Willis, caz gitaristi Russell Malone, Mali’den Habib Koite gibi isimler albümde Bibb’e katılmış. Modernize edilmiş ama köklerine bağlı eski usul blues dinlemek isteyenler bu albümü dinlemeden geçmemeli. (ALBÜM PUANI: 7,64)
Türkler de Blues Yapar: The Özdemirs – Introducing the Özdemirs
Avrupa’da 90’lardan beri turlayan bir Türk blues grubu olduğunu söylesem kimse inanmaz sanırım, ama var. Bu yıl çıkardıkları Introducing the Özdemirs albümü olmasa benim de haberim olmaz ve muhtemelen aynı tepkiyi verirdim. The Özdemirs tam bir aile grubu. Bas gitarda baba Erkan Özdemir var. Oğullarından Kenan Özdemir gitar ve vokallerde, Levent Özdemir ise davul ve vokallerde. Aile Almanya’da yaşıyor. Uzun süredir Avrupa’nın bir çok yerinde turneler yapmışlar ya da bir çok başka blues müzisyenleri ile birlikte sahne almışlar. Bu albümleri grubun ilk albümü. Albümde batı yakası blues’undan soul blues’a oradan elektrik blues’a çok çeşitli blues türlerinden şarkılar var. 10 şarkılık albümde bir şarkı Kenan Özdemir’e ait. Diğer şarkılar başka müzisyenlerin şarkılarının uyarlamaları. Albüm gayet iyi bir albüm. Bence kesinlikle bir göz atmalısınız. (ALBÜM PUANI: 7,64)
Ruh Kabartan Blues: The War and Treaty – Lover’s Game
The War and Treaty siyahi karı kocadan oluşan bir ikili. Lover’s Game albümündeki şarkıların tümü kendilerine ait. Hem Michael Trotter Jr. hem Tanya Trotter‘ın çok iyi sesleri var. Michale Trotter’ın sesi tam bir motown, soul erkek sesi. Tanya Trotter’ın sesi ise çok çok iyi. Albümde Angel ve Have You a Heart isimli iki düetleri var ki orada Tanya Trotter’ın sesi arşa çıkıyor. Bu albüme saf bir blues albümü demek doğru olmaz. Blues yanında Americana, country ve soul tarafı da çok güçlü. Bu arada, ikili 2023 Grammy’lerinde en iyi Amerikan şarkısı ve en iyi yeni çıkan sanatçı dallarında aday listesinde. Albümü dinlerken ne kadar uzun zamandır bu lezzette bir sese denk gelmediğimi fark ettim. Dinlediğinizde sizin de aynı hissi yaşayacağınızı düşünüyorum. En azından Tanya Trotter’ı dinlemek için bu albüme göz atın derim. Öyle notalara çıkıyor ki şarkıların içinde, hayret edeceksiniz. (ALBÜM PUANI: 7,67)
Şimdilik burada bırakayım. Zira, bu yazının devamı olacak ve orada da anlatmak istediğim albümler ve sanatçılar var. Yazının sonuna bu yazıda bahsettiğim albümlerdeki şarkılardan oluşan ve çok da uzun sayılmayacak bir çalma listesi oluşturdum. Umarım yazıyı okurken bu listeyi dinleyerek de keyifli zaman geçirirsiniz. Unutmadan söyleyeyim, listedeki sıralamayı keyifle dinleyeceğinizi umduğum şekilde kendimce önceden yaptım. Bu sıralamanın benim beğenilerim ya da şarkılar, müzisyenlerle ilişkisi pek yok. Daha çok şarkıların ve listenin rahat dinlenebilir ve akıcı olmasına dikkat ettim. Umarım bu sıralama ile daha keyifli bir şekilde dinlersiniz.
Listeyi dinlemek için lütfen tıklayın