A’dan Z’ye Memleket: Zeytin

0
136

Ulaş TanrıkulAğaç Mitolojisi” kitabında der ki;

“Kendi kubbesini oluşturan ağaçlar bir tefekkür alanı yaratır. Gökyüzüne ulaşan yaşlı ağaçlar ruhumuzdaki arkaik insanın duygulanımını su yüzeyine çıkarır. Bir Alman atasözünün dediği gibi, ağaçlar ormanı görmeye müsaade etmez. Orman düzensiz ve labirent gibi sokaklarıyla bir ortaçağ şehrine benzemektedir. Her köşe bir sürprize açıktır. Bilinçdışımızdaki doğaüstü yaratıklar ağaç gövdelerinde belirmeye başlar. Hıristiyan misyonerler ormandaki bu kadim dinsel havanın farkındaydı. Eski dinlerini unutturmaya çalıştıkları halkların ilk olarak kutsal ormanlarına saldırdılar. Misyoner Praglı Jerome, pagan Litvanyalıları kutsal ormanları kesmeye teşvik ediyordu.”

Neden zeytin ağaçlarımız yok ediliyor, neden ormanlarımız yakılıyor diye düşünüp duruyoruz. Bunun sadece rant için olduğunu düşünmek eksik olur. Çünkü Ulaş Tanrıkul’un kitabını okuyunca ağacın, ormanın genetik kodlarımızda mühim bir yeri olduğunu, ormanın zihnimize ruhumuza doğanın içinde huzur bulacağımıza dair mesajlar ilettiğini anlarız. Ayağımız toprağa değmeye, ellerimiz çiçeğe, ağaca dokunmaya binlerce yıldır alışıktır. İnsan olmaya doğayla, ağaçlarla, çiçeklerle başlarız.

Bizi kapitalizmin tanrısına inanmaya zorlayanlar da bizdeki bu kadim dinsel havanın farkındadır. Doğayı, onların tanrısı olan paraya tercih ettiğimizin farkındadır. Bizi şehirlerin beton duvarları arasına, fabrikalara, plazalarındaki iki metrekare odalarında masa başında kamburumuz çıkana kadar çalıştırmaları için elbette bizleri kadim inancımızdan yalıtmaya, ağaçtan indirmeye, toprağımıza beton dökmeye çabalayacaklardır…

Elbette biz de onlara toprağımızı vermeyecek, zeytin ağaçlarımıza sarılacağız, direneceğiz. Tıpkı tanrısı para olmayan, zeytin ağaçlarıyla huzur bulan Çiğdem Mutlu Arslan’ın #MutluZeytinDirenişi gibi…

Öyle X’te sadece desteğimi ifade etmek, direnişini paylaşmak yeterli gelmedi.  Yazdım. Görüşmek istediğimi söyledim. Hemen döndü kendisi. Direnişi üzerine sohbet ettik. Sohbet, ellerinize, gözlerinize, yüreğinize emanet…

Acun Karadağ: Merhaba Çiğdem, sizi #MutluZeytinDirenişi ile sosyal medyada gördüm. Genellikle bir direniş haberi gördüğümde direnen insanın kararlılığını tespit etmeye çalışıyor, sonra önemsiyorum. Bir iki günde bırakıp gidenler haliyle dikkatimi çekmiyor. Gördüm ki sizin direnişinizde ne istediğini bilen, olan biteni kamuoyuna aktarmak isteyen birinin samimiyeti var. Aslında sohbete de böyle karar verdim.

İlk sorum direniş üzere olacak ki okuyucu kiminle ve hangi konuda konuştuğumuzu bilsin. İhtimal ki zeytinliğinize saldırı 6 Şubat depreminin devamı olarak başladı. Hem evlerinizi kaybettiniz hem yaşam alanlarınıza saldırı var. Bizler uzaktayız. Siz içindesiniz. Ne oluyor Hatay’da. Neden direniyorsunuz? 

Çiğdem Mutlu Arslan: 6 Şubat depremlerinde yaşadığımız afette bizi önce ölüme terk ettiler. İletişimimizi kestiler ve aslında bir canımızı bu yüzden kaybettik hâlâ bulunamayan cesedi dahi ortada olmayan vatandaşlar mevcut. Aslında benim direniş öyküm Mart ayında çıkan rezerv haritası ile başladı. Ben kendi mahallemin rezerve alındığını görünce rezerv karşıtı olarak başladım. Temmuz ayına kadarda alanlarda rezerv karşıtı bir kitle olarak devam ettik. Ta ki Temmuz ayına kadar… Tesadüfen arazimde ağaç kıyımı yapılmaya başlandığını öğrendim. Tapu sahibi olarak hiçbir şekilde bilgilendirilmemiştim. 15 Temmuz günü gördüğüm o manzara sonrasında bu işi kimin neden yaptığını ajan gibi hem araştırıyor hem de vatandaşı bilgilendiriyordum. Bir sabah kızımı okula bırakırken aynı yolda fakat başka bir tapumda yine ağaç kıyımı yapıldığına dair telefon geldi ve ben hızla alana gidip kalan birkaç ağacım kesilmesin diye iş makinesinin önüne atladım. İşte o gün, ağaç altında direnişe başlamaya karar verdim

Acun Karadağ: Sevgili Çiğdem, bilmeyenler için anlatalım istiyorum. Nedir bu “rezerv alan” dedikleri. Devletin burada planı ne? Ne yapmak istiyor da sizin zeytinlikleriniz engel oluyor yapacaklarına? Zeytin ağaçlarını kesmeden olmuyor mu istedikleri?

Çiğdem Mutlu Arslan: Rezerv alan bizim evlerimizin olduğu alan. Zeytinliklerde farklı bir uygulama var. Evlerimizin olduğu mahallelerde depremden dolayı hasar alan evler vardı. Ağır hasar alan evler kaldırıldı. Ancak orta hasar ve az hasarlı olan binaları müstakil parsellerde olan evleri onardıktan sonra rezerv alan adı altında 6306 sayılı yasayı da değiştirip var olan evinizi yıkıp kendi tasarladığı proje ile yapıp size ait olanı size tekrar satıp, sizi 20 yıl borçlandırmak istiyorlar. Rezerv alan dedikleri bu ama zeytinlik alanı farklı bir yer ve farklı bir proje…

Acun Karadağ: Hımmm. Durum anlaşıldı. Yani “Halkla birlikte halk için” yerine “halka rağmen halk için” demeye çalışan bir iktidar aslında “halka rağmen rant için” kullanıyor yasaları. Yaralarını sarmadıkları halka ev vereceklerini söyleyip daha da yaralanmaları için… Neyse bunu halkın takdirine bırakıyorum.

Zeytinle ilgili sormak istiyorum. Zeytin, zeytin ağaçlarınız sizin için ne ifade ediyor? Depremden önce Hatay ve sizin için zeytinin hayatınızdaki yeri ve önemini biraz anlatmanızı istiyorum. 

Çiğdem Mutlu Arslan: Benim yıllardır farklı bir yerde arazim vardı içinde zeytin ağaçlarımın olduğu ancak uzak olduğu için depremden sonra orayı satıp şimdiki yeri aldım. Burada 1458 metrekare ayrı 1067 metrekare iki adet tapum vardı ben almadan önce belediyeden bakıp içinden yol geçiyor mu, geçmiyor mu diye baktım öyle aldım. Ancak kesinlikle yol projesi yoktu.  Ben doğayı ağacı çok seven zeytin toplayıp üretim yapmayı ve kendi ekonomime katkı sağlarken asırlık ağaçlarımı çok seviyordum. Onları haftada bir ziyaret ederdim ve çok mutlu olurdum meyvelerinin yeşilliğini görünce. Ve burada aslında öyle bir yolun varlığı da şu ana kadar onaylanmamış. Valiliğin konaklama amaçlı geçici el koyma kararı var bundan dahi bizim haberimiz yok. Dolayısıyla el koyma kararı ile yol yapma çalışıyor Mersin Karayolları 5. Bölge. Bu yol açıldıktan sonraki amaç ise iştah kabartan bir tarım arazisini yeni TOKİ konutları için istimlâk etmek. Burada şunu net söyleyebiliriz TOKİ inşaatlarına uygun bir zemin değil tarım arazisi. Asırlık ağaç katliamı yaparak tarımı, ekolojiyi, hayvancılığı bitirerek deprem bölgelerini ayağa kaldıramazsınız.

Acun Karadağ: Anlaşılıyor ki istimlâk edilen yer sizin tapulu araziniz. Yuvarlamadan yekten söylersek devlet yasaları da hiçe sayarak arazinize el koyuyor. Siz bir kuruma mutlaka şikâyetçi olarak başvurmuşsunuzdur. Ne sonuç aldınız? Bu usulsüz istimlâk neden engellenemedi? Bu süreci de anlatabilir misiniz?

Çiğdem Mutlu Arslan: Evet, tabii ki dava açtım ancak dava sürecinde taşeron firmanın da durmamasıyla ben alanda on beş gün ağaç altında oturdum. On altıncı gün çadır kurup direnişe toplamda kırk sekiz gün devam ettim. Tabii bu süreçte sayısız kez tüm siyasileri desteğe alana davet ettim. Bu hukuksuzluğa karşı direnişi büyütmeye çalıştım. Çeşitli sivil toplum kuruluşları da geldi. Ancak siyasiler ve sivil toplum kuruluşu üyeleri gelip bir resim karesi çekip kişisel hesaplarında yayınlayıp gittiler. Sonrası kaymakam ziyaret etti. Kaymakamın ziyaretinin sonrası destek neredeyse bitti. O güne kadar on dokuz kişi dava sürecine katılmıştı, desteğe de her gün geliyorlardı. Ancak kaymakamın ziyaretiyle artık gelmez oldular. Kırk yedinci gün ise emniyetten çağrıldım. Yaklaşık bir saat ifadem alındı ve tehdit edildim. Çadırımı kendi arazimden çıkarmadığım takdirde beni zorla çıkaracaklarını söylediler. Bu arada etnik kökenim vurgulandı ötekileştirildim. Tabii ben çıkarmayacağımı tapulu arazim olduğunu beyan ederek emniyetten ayrıldım. Kırk sekizinci gün ise alana gittiğimde sayısız iş makinesi ve şantiye şefleri vardı. Yalnızdım. Çalışacaklarını beyan edince yine ben yetki sordum. Elimde kalan sekiz adet zeytin ağacı ve yeni ektiğim fideleri korumak için kurduğum çadırı iş makinesiyle çıkartmalarına izin vermeyince kolluk kuvvetlerini aradılar. Yaklaşık yüz elli sivil/resmi çevik kuvvet jandarma ve TOMA alana geldi. Beni zorla çıkartıp katliama devam edip çadırımı söktüler ve alandan tapulu arazimden çekip aldılar. 14 Eylül günü ağaç söktükleri alana dolgu malzemesi getirdiler. Bu sefer arabamı kendi tapulu alanımda olan iş makinesi önüne park edip çalışmalarına izin vermedim. Birkaç saat oyalayabildim.  Bu sefer onlar yine emniyeti aradı ve alana gelen polis amiri beni kendi tapulu arazimden gözaltına aldı. Bu arada yüzlerce kez polis çağırdım bana herhangi bir tutanak tutmayan polis, şantiye için beni alandan zorla çıkartıyor.

Acun Karadağ: Anlattıklarınız inanılmaz. İnanılmaz derken tabii ki olan bitenin ne denli akıl almaz olduğuna dikkat çekmek istiyorum. İşin özü şu ki genel olarak bir devlet kurgusunda devletin kurumlarının vatandaşın can, mal ve kişisel haklarının korumasının önceliği olması gerektiğini düşünürüz değil mi? Yani vatandaş tapusunu neden alır? Mülkün kendisine ait olduğunu ispat için. Bu mülkün koruması da devlete aittir. Sizin başınıza gelenlerden anlaşılıyor ki devletin kurumları tapulu mülkünüzü gasp ediyor ve diğer bir kurum olan emniyet bu gaspın gerçekleşmesine yardımcı oluyor. Haliyle tapu, kişisel haklarınız, mülkiyet hakkınız hatta yaşama özgürlüğünüz sözde bile önemsiz oluyor. Üstelik emniyetinizden sorumlu emniyet güçleri de bu durumda hiç oluyor. Yani kelimenin tam anlamıyla kanun, kural, vatandaş, devlet aslında bir “hiç…”

Siz anlatınca ben kendimi korumasız bir kuş devleti de beni avlayan bir avcı gibi görüyorum. Siz başınıza gelen bunca şeyde neler hissettiniz/hissediyorsunuz? Direnmek elbette, sesinizi duyurmak elbette… Ama bu pervasızlık karşısında genel olarak ne yapmalı, bu cehennemin içinden nasıl çıkmalı sizce?

Çiğdem Mutlu Arslan: Şöyle; Evet, ilk zamanlar rezerv kavramı dillendirilmeye başlandığında ben zaten memleketimizi terk etmeyip, sönen ışıklarımızın yeniden yanacağına, yaralarımızı hep birlikte sarıp ayağa kalkacağımıza inandım. Bu umudu ektik yüreğimize. Tabii ki zordu ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Ancak mülksüzleştirme orada başladı. Sonrasında ise tapu iptalleri başladı. İlk zamanlar Hatay Dikmece Mahallesi, sonra  Kırıkhan’dan bu haberler geldi. Biz buna el atarken benim tapulu arazim gündeme düştü. Ya zaten her şeyimizi kaybettik elimizde kalanları da bizden gaspla alıp kimlere ev yapıyorlar, bizim olanı bizden alıyorlar. O zaman TC Tapu evrakı neden var anlamı yoksa? Evet, ne yazık ki valisi kaymakamı emniyeti hepsi şirketlerden yana onları koruyor, vatandaşı ötekileştiriyor.   Deprem bölgesi topyekün saldırı altında ve artık bizim Hatay’ı terk edip gitmemiz dolaylı yolla gösteriliyor. Bakın, yirmi ay olacak hâlâ küçücük çocuklar imkânları olmadığı için otostop çekerek okula gidiyor. Sağlık deseniz, zaten yetersiz. Öğrencilerin çoğu, okul ikili eğitimde olduğundan karanlıkta gidiyor karanlıkta geliyor. Yıkım kentte devam ediyor. Yıkım molozları hâlâ yaşam alanlarında ayrıştırılıyor. Hâlâ ulaşım yeterli değil. Konteynır kentleri bulaşıcı hastalıklarla dolu… Hayvanları yeterli mamalara ulaşamadığımız için bir sabah ölü buluyoruz. Bu kentin sorunlarını kimse dinlemiyor çözmüyor. Ana muhalefet üç maymunu oynuyor.  Herkes sessiz konuştukça sorunlar artıyor.

Acun Karadağ: Sanırım Hatay gibi memleketin her yerinde yaşadıklarınız yaşanıyor. İnsanlar derdini anlatacak kurum bulamıyor. Kurum bulsa da çözüm bulmuyorlar. Bence halkın dermanı yine halkın ellerinde. İktidarı da hayatımızı da değiştirecek güç ellerimizde. Derdinizi yine halk anlayacak, çözüm de onlarda. Peki, son tahlilde kamuoyuna ne söylemek istersiniz? Sizin için ve Hatay için ne yapabiliriz? 

Çiğdem Mutlu Arslan: Kent bir şantiye alanı ve bu şantiye alanında nefes almaya çalışıyorsunuz. O nefesi alırken tonla toz yutuyorsunuz ama burada olmaktan mutlusunuz ve aslında her gün öldürüyor asbest. Ama bu kentten vazgeçemiyorsunuz. Ancak el ele verirsek ayağa kalkacağımıza inanıyorum ben. Burada siyasiler çok sessiz. Yerelde ve genelde kaderine terk ettiler bizleri. 6 Şubat’ta ölüme terk ettikleri gibi kentin sanki bu afeti yaşaması beklenmiş gibi… Bazen “Bu bir kurgu ve bir rüyadan ibaret, gözlerim kapalı birazdan gözlerimi açınca her şey eskisi gibi olacak” diyorum. Kentini kaybetmek öyle acı veriyor. Ne tarafa baksanız yıkıntılar var. Çocuklarımız adil eğitim almıyor. Kaygılıyız. Can ve mal güvenliğimiz yok. Mesela yıllardır oturduğumuz mahallede o kadar yabancı yüzler var ki afetin izleri dururken bizler kendimize mi, çocuklarımıza mı, evlerimize mi, mahallemize mi, topraklarımıza mı, neye sahip çıkacağız? Yemek dahi yapamıyoruz evimizde artık. Oradan oraya ve yetersiz oluyor. Kentin ciddi bir desteğe ihtiyacı var ancak destek yok. Bizleri o kadar hiçleştirdiler ki…

Acun Karadağ: Sevgili Çiğdem sohbet için çok teşekkür ederim. Söylemek istediğiniz ne varsa sormasam da söyleyiniz. Ama isterim ki okuyucu sizi tanısın. Tanısın ki katiller, hırsızlar, tecavüzcüler onlarca suç kaydına rağmen canları istediği gibi yaşarken, iyi insanlar hangi koşullarda yaşatılıyor bilsinler. Anlatın bize; Nerede doğdunuz? Aileniz, çocukluğunuz, gençliğiniz nasıl geçti? Kuşkusuz böyle bir muameleyi asla kimse hak etmez. Ancak eminim böyle bir hayatı aklınıza bile getirmemişsinizdir. Bize hayallerinizi, düşünüzü anlatır mısınız? Ne olsun isterdiniz? Anlatın; Nasıl bir hayat, nasıl bir ülke olsun ki mutlu olalım?

Çiğdem Mutlu Arslan: Ben, medeniyetlerin şehrinde doğdum. Çok çeşitli etnik kökeni bir arada barındıran eşsiz bir yerde… Hiçbir zaman etnik köken sorgulamadan aynı sofrayı paylaştık.  Kim olduğunu nereden geldiğini bilmeden sorgulamadan…  Çocukluğum da burada geçti. Ben hiç ayrılmadım. Orta halli kendi halinde bir ailenin tek kızıyım beş de erkek kardeşim var. Evliyim, iki tane  pırıl pırıl Atatürk ilkeleriyle yetiştirdiğim kızım var. Biri üniversiteye gitti bu sene. Diğeri de üniversiteye hazırlanıyor. Çok bir isteğim yoktu. Zaten her anne gibi çocuklarım okusun ve bu ülkeye  gelecekte faydalı olsun istedim. Aynı ulu önderin dediği gibi “benim ümidim gençliktedir.”

Defne’nin her yeri ilkbaharda nergis kokardı. Memleketim her köşesine hayranım, severim. Hatay’ı çok severim. Kan kokusu var şimdi. Nergis kokmuyor artık. Atıl bir şehirde acı keder özlem var. Kolay mı? Biz sadece sevdiklerimizi kaybetmedik. Biz inşası çok zor memleketimizi  tarihimizi kaybettik. Hangi “kırklar” dindirecek acılarımızı, hangi mevlütler rahatlatacak henüz cesedini bulamadığımız sevdiklerimizi? Sihirli bir değnek mi bulmamız lazım? Çok şey istemiyorum. Acıdan yorulduk. Yirmi ay oldu, ne uykularımız uyku ne yediğimizde tat var. İyi değiliz, yorgunuz. Acı geçmiyor artık rahat bıraksınlar bizi. Talan ediliyor her yer. Kendi toprağımızda biz mülteci olduk. Hiçbir talebimiz yok bizi bize bıraksınlar yeter!

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz