İş İşten Geçti

0
118

“Evet dediğime bin pişman olmuştum. Trafiği kontrol etmek için ara ara Google harita uygulamasına bakıyordum ama nafile. Üç bilemedin beş yüz metrelik yol için hala yirmi beş dakika vardı. Yaklaşık bir buçuk saat olmuştu evden çıkalı ve tam bir bezginlik içindeydim. Gerginlikten boynuma, başıma ağrılar girmişti.

Aracın camını açsam dert açmasam ayrı bir dertti doğrusu. Akşamın o saatleri için hava oldukça sıcak ve kirliydi. İstanbul trafiğini bilirsin işte egzoza bulanmış her tür koku, gürültü, toz, pislik… Bütün bunlar ve içinde bulunduğum ruh haline karşın yıllar sonra yeniden aynı yerde olduğumdan sanırım duygularım başkaydı. Dile kolay tam otuz beş yıl geçmiş üzerinden. O vakitler üniversiteyi yeni bitirmiş, önünde uzun bir yol, hayalleri olan toy bir delikanlıydım. Düşününce şimdi ne günler geliyor aklına insanın… İlk anda çok şey değişmiş gibi görünüyordu ama biraz daha dikkatle bakınca her şeyin yerli yerinde olduğu açıktı.

Bir düğüne davetliydik. Rıhtım yolu boyunca kısa sayılacak mesafede sağlı sollu epeyce otel, mağaza, dükkân vardı. Ve neredeyse tamamı yabancı markaydı.

Nihayet birkaç aracın yoldan ayrılmasıyla önümüz açıldı ve kendimizi bir anda ışıltısıyla caddeyi de aydınlatan beş yıldız bir otel girişinin önünde bulduk. Varmıştık. Filmlerden fırlamış gibi kunduz şapkasıyla şık ve havalı bir otel çalışanı hızla araca yaklaştı, kapıları açtı. Yanında duran bir başka görevli ‘hoş geldiniz, şöyle buyurun’ diyerek yön gösteriyordu. Nasıl diyeyim, havaya girmedim desem yalan olur. Hani Casablanca filmindeki “Rick” gibi hissettim kendimi… Parıltılar içinde bir kapının önündeydim. Fötr şapkam, jilet gibi Brioni takım elbise içinde papyon ve parlak rugan ayakkabılarım da olsa tam olacaktı…

Yol boyunca Karaköy rıhtım bölgesinin nasıl değişmiş olduğu düşüncesiyle doluydum. Kimileri ne iyi olmuş dese de bana göre kat kat makyajlanmış, ruhu düpedüz talan edilmiş bir kadından farklı değildi. Mimarisi, binaları, kaldırımları, ışıklandırmaları ve hatta çalışanların görünümüne kadar tüketimden, ticaretten başka hiçbir şey düşünülmeksizin biçimlendirilmiş yavan, bayağı bir yerdi açıkçası. Tarihin ve sosyal dokunun yok edilmek istendiği çıplak gözle bile görülebiliyordu. Tabi her şey bakana göre değişir derler…

Öyle sıradan bir yerden bahsetmiyorum Muzaffer Abi. Kendine özgü sosyal dokusu olan bir yerdi burası.

İyi hatırlıyorum. Üniversiteyi yeni bitirmiştim. Bir kamu bankasının Eminönü’ndeki genel müdürlük binasında memuriyete başlamıştım. Karaköy’deki bu binalar da konu denizcilikle ilgili olduğundan çalıştığım bankayla aynı bakanlığa bağlıydı. Dolayısıyla birbiriyle ilişkili kurumlardı. Bankanın bir şubesi de sanırım otelin olduğu bu noktadaydı. Hatta, ek hizmet bölümleriyle birlikte rıhtım boyunca devam ediyordu bina. Hiç unutmam bir gün bankada çıkan yemekten fena halde zehirlenmiştim de ilk müdahale için buradaki bir sağlık birimine getirmişlerdi.

Ta o yıllarda dahi bir farkındalık vardı galiba…”

Muzaffer abi bu durur mu? Ağzımdan son kelimeler dökülür dökülmez cümlemi tamamlamama fırsat vermeden ani bir şekilde araya girdi. Çaylar gelmiş kafedeki televizyonunun gürültüsü kesilmişti. Akşamın geceye doğru ilerlediği saatlerde ikimizde de bir yorgunluk hali olduğu açıkça görülüyordu. Bir eli çay bardağında arkaya doğru kaykıldığı bahçe koltuğundan, yuvarlak çerçeveli gözlüğünün üstünden şehla gözleriyle, dudaklarını buruşturmuş bir şekilde bakıyordu.

“Bu farkındalık iyi bir şey değil” dedi.

“Öyle” diyerek karşılık verdim. Zaten başıma da ne geldiyse bu yüzden gelmemiş miydi? Kısa bir sessizlik oldu. Sanırım bu farkındalık konusunun bize nelere mal olduğuna dair kısa bir düşünce turuna çıkmıştık. Aniden bir yağmur çiselemeye başladı. Oysa hava durumu için böyle bir tahmin görünmüyordu. İstemsizce yüzüme bir tebessüm vurdu. Artık beklenmedik şeyleri yaşamaya alışmalı diye iç geçirdim. Toprak ve çimen kokmaya başlamıştı…

“Eh neyin farkındalığıymış bakayım?” diyerek devam etti.

“Bölgenin çok kıymetli olmasına karşın bilerek gözden çıkarıldığını, bilerek döküntü, bakımsız bir hale getirildiğini anlamıştım Muzaffer Abi. O yıllarda kamu kurumlarının özelleştirilmesi, peşkeş çekilmesi denilince iktidardaki politikacıların, bir avuç aklı evvel üst düzey bürokratın izlediği ilk yol bu oluyordu. Belli ki bir yerlerden bu numaraları öğrenmişlerdi.

Taktik hep aynı be Muzaffer Abi. Kamunun elinde ne varsa, özelleştirilecek, peşkeş çekilecekse ne varsa önce içi boşaltılıyor, işe yaramaz hale getiriliyordu ki üç otuz paraya elden çıkarıldığında kimse ses çıkarmasın, tepki vermesin. Halkı böyle ikna ediyorlardı anlayacağın. Kuruluşlar zarar eder hale getiriliyor, sonra ekonomiye yükmüş gibi gösteriliyordu.

90’lı yıllara geldiğimiz o dönemlerde devleti elinde tutanlar hep bu yolu uygulamışlardı. Sonuçta 1980 sonrası izlenen ekonomi politikaları neydi, farklı mıydı? Küresel patronlar darbeci generallerden bunu istememiş miydi? Halen de böyle değil mi?

Kimi arkadaşlarıma durumu açtığımda saçmaladığımı söylediler. Ben de ‘burası çok değil 20-30 yıla kalmaz yağma edilir, görürsünüz’ demiştim. Yanılmamışım.

Neyse geçmiş zaman işte. Binanın girişinde durdum, şöyle alıcı bir gözle baktım. Mimarisindeki belirgin özelliklerden ayırt edebiliyordum ama ‘gerçekten aynı bina olabilir mi?’ diye tereddüde düşmedim desem yalan olur.

Lakin giriş kapısının biçimi kendini ele veriyordu. Burası bir zamanlar çalıştığım kamu bankasının da içinde bulunduğu devlet mülklerinden biriydi. Karaköy Merkez Han’ı… Nasıl da değişmiş diye iç geçirdim.

Girişi geçer geçmez önce sahilde, denize sıfır bir kokteyl alanına doğru yönlendirildik.

Adeta Amerikan filmlerinden fırlamış bir sahne gözümün önünde akıyordu. Kimi zaman gösteriş dolu, göz alıcı, şık giyimli kadınlar, erkekler. Orkestra müziği eşliğinde ellerde kadehler, tabaklarda, tepsilerde dolaşan ikramlar, atıştırmalıklar. Bulunduğum noktadan Haliç’e uzanan kısımda Eminönü ve Fatih’in, biraz uzaklara bakınca da Anadolu yakasının gece ışıklarını görebiliyordum. Denizde hafiften dalga vardı. Rıhtımın biraz uzağında Kabataş yönünde büyükçe bir yolcu gemisi limana demir atmıştı. Ağırlıklı yaşıtlarımdan ve onların genç yaştaki, göz alıcı giyimleriyle bakımlı çocuklarından oluşan kalabalık içinde herkes yaşanılan anın tadını çıkarıyordu.

Eee Muzaffer Abi nihayetinde küçük Amerika deyip deyip duruyorduk. Olmuşuz da yaşayacağımız varmış.”

Tebessümüne bir acının, üzüntünün yayıldığını görebiliyordum o an. Sanki biraz daha dokundursam yıllardır içinde biriktirdiği şeyleri dökecek. Kim bilir?

“Neyse karşılama ve düğünün resmi faslı bitince eğlence ve yemek için salona yönlendirildik. İçerisi ayrı bir etkileyici. Yüksek tavanlardan sarkan pırıltılı avizeler, şamdanlarla bezenmiş zengin masalar. Fonda çalan Latin müzikleri eşliğinde konukları yönlendiren hepsi gencecik erkekler, kızlar…

Arkadaş bizim millet de ne kadar da meraklıymış böylesi yaşam tarzlarına… İçkiler, kadehler, purolar ortaya dökülüyor. Kadınlarda bir şıklık yarışı. Üst perdeden konuşmalar, latifeler, dikkatlice seçilmiş övgü cümleleri, baştan aşağı süzmeler… Sanki başka bir dünyaya ışınlanmışım gibi. Oysa üç kilometre öteye fırlatsan yer sofrasında çorbaya ekmek bandıran insanların kömür kokulu evlerine düşeceksin.

Sonra bütün bu resmi tamamlayan bir an yaşıyorum Muzaffer abi. Hani bazen bazı düşünceler tetiklenir ya birden, bir nedenle. İşte öyle bir an…”

“Hayırdır ne oldu? Zaten şu ana kadar olan biten seni tetiklemediyse…”

Nüktedan adam Muzaffer abi. Öyle bir geçmişten bugünlere erişmiş ki leb demeden leblebiyi anlamasına şaşmıyorum.

“Bir şarkı Muzaffer abi. Bilirim sen böyle yabancı şarkılara uzaksın. Ama beni tetikleyen bu oldu. George Michael’ı bilir misin?”

“Ne o ya, kimmiş o?”

“Neyse abi uzun hikâye şimdi. Eleman 80’li yıllarda ortalığı epey bir sallamıştı. Şarkının saksafonla başlayan giriş ritmini ve ardından onun sesini duyuyorum. ‘Careless Whisper’ adlı parçası var onu söylüyor. Bir vakitler bu ülkede gençlerin, değişen gençliğin popüler şarkılarından. Yalnızca o ve onun şarkıları değil tabi mevzubahis olan. O yıllarda Amerikan pop müziği ortalığı sarmış, moda akımlar, değerler, giyim, konuşma, yaşam biçimleri bakımından Amerikanlaşma yoluna girmiştik. Anlayacağın ‘coni’ bizi başka bir yolla yutmaya başlamıştı. Nasıl da popüler kültüre, cilalı imajlara teslim olmuştuk bilemezsin.

İşte o an1984’e gidiyorum. Tabii senin bildiğin George Orwell’ın 1984’üne değil abi. Ona zaten çoktan girmişiz henüz farkında dahi değiliz. Amerika’nın ve onun etkisindeki ülkelerde olduğu gibi bu ülkenin de yaşadığı 1984’e gidiyorum. Televizyondan, medyadan, kitle iletişimin gerçekleşebileceği her yerden neoliberalizm övgüsünün satıldığı, paranın, zenginlik hayallerinin akılları baştan aldığı yıllara gidiyorum… Dünyaya güçlü Amerika algısının satıldığı, batılı küresel şirketler için gösterişin, göz alıcılığın ve haz pazarlamasının gırla yapıldığı, parıltılı resimler, ışıltılı hayaller üzerinden tüketime dayalı yeni bir ekonominin dayatıldığı yıllar…

Ama aklım ne kadar o yıllara gitse de gerçekler önümdeydi yine Muzaffer abi. Henüz yirmilerinde olduklarını söyleyebileceğim çocuklar masalara servis için salona girdiklerinde müziğin baskın etkisinden çıkmıştım. Sınıf farklılığını sanırım yalnızca ben görebiliyordum. Bir yanda kapitalist düzenin, her tür yolla yarattığı, kazanımlarını bir hak görerek yaşayan varsıl kesimler ve diğer yanda ayakta kalmak, geleceğe tutunmak için çabalayan yığınlar. Bunu yaratan koca bir düzen vardı ve kimse bu düzene ilişkin düşünmeye pek ilgili değildi. Kendilerinin bu yaşananlarda bir yanlışlarının olmadığından öylesine eminlerdi ki konuşmalarından bunu anlamak mümkündü. Hatta düşüncelerimi bilenler için alay konusu dahi olabilirdim. Herkes akıştaydı anlayacağın.

Bizim masaya düşen servis elemanlarından biri üniversite ikinci sınıfta okuyormuş. Masadakilerden biri kızla konuşmaya başlayınca duydum. Diğer çocuklara da baktığımda gerek fiziksel hallerinden ve gerekse yüzlerinden bazı şeyleri anlamamak mümkün değildi. Evet Muzaffer abi hayat akıyordu, bizim gibilerin hayatlarında illaki değişimler oluyordu ama toplumsal sınıflara ilişkin gerçekler değişmiyordu işte.”

“Sen de ne absürt adamsın arkadaş. Düşündüğün şeylere bak. Değişecek olan neymiş bakalım, ne umuyorsun hala? Hem niye değişsin? Kim istiyormuş değişmesini?”

Konuşmaktan yorulmuştum. Zaten haklıydı, cevap verecek halim de yoktu. Hem düğün boyunca ‘ne işim var benim burada’ diye iç geçirdiğim anlar olmadı değil. Salaklıktı benimki. Aklı elinden alınmış bir toplumda bir şeylerin değişebileceğine dair inanca sahip olmak, hala bunu savunmaya çalışmak düpedüz salaklıktı…

Ülkenin içinde bulunduğu şu hale bakınca insanın içi acıyor.

Bugün artık sorunlar ekonomik olmanın çok ötesinde. Tam bir sosyal çürümüşlüğe evrildi. Kangren gibi her yanı sarıyor. Kitle iletişim düzeni ve tüm yönetim araçlarını elinde bulunduran egemen sınıfın toplum aklına yaptıklarını bilince bazı şeylerin neden olduğunu anlamak çok zor değil. Tam bir alıklaştırma mekanizması olanca hızıyla çalışmaya devam ediyordu.

Muzaffer abi yeniden çay söylemek için bitişiğindeki kafenin camına hafifçe vuruyor. “Bir cigara da getir” diye ekliyor. Dertlendi…

“Döndük dolaştık nereye vardık? İyice gördün mü?” diyerek söze giriyor.

“80’den, 12 Eylül’den bu yana yaşananlar ne kargaşaymış şimdi anlayabiliyor muyuz?.. Ve biz bunu yaşadık arkadaş.”

Sigarası geliyor. Bir duman tüttürdükten sonra daha bir sakin konuşmasını sürdürüyor.

“Bunca harcanan para, bilgi, efor, emek, sinerji. Her şey…  Bütün bunlar bizi bir Almanya seviyesine getirebilirdi. Onca kaynak doğru şekilde sarf edilse, doğru kararlar verilse bir Almanya olurduk. Şimdi geldik yine bilmem ne kadar borcun içine. 24 Ocak kararlarının alındığı zamanlarda da kara kara düşünüyorduk. Düşün 40 yıl önce de bu hallerdeydik. Çökmüş bir ekonomi, çaresizlik hali. Eh bizim 40 yıla ne oldu arkadaş. Biz 40 yıl neye çalıştık. Resmen koca bir ülkeyi yıllarca oyalayan bir düzenin içinde değil miyiz?

Bakarsan o güne göre daha ilerlemiş gibi görünüyoruz. Ama nerede ilerledik, neyin ilerlemesi? Sen mutlu değilsin, ben değilim. Geriye dönüp bakıyorsun, it gibi çalışmışız. Sonuç? Bir ev, bir araba, biraz birikim peşinde yok olan hayat neyi getirdi?

Misal şu trafiğe bak. Ben çocukken de İstanbul’un göbeği berbattı şimdi de aynı. O yola yıllarca masraf etmişsin, İstanbul trafiğine bir İstanbul kadar para harcamışsın, emek harcamışsın. Gel gör bak, elde var sıfır.

Kafa gitmiş kafa. Kırk yıl boyunca kafa kalmamış. Değerler altüst olmuş, yaşam biçimleri bozulmuş, akıl fikir kalmamış.

Düşünsene kırk yıl geçiyor. Onca çabanın sonunda elde var sıfır. Evet belki mal var mülk var ama kültürsüzlük, ahlaksızlık, insanlıktan yoksunluk diz boyu. İnsanlık ölmüş. Bir Anadolu kültürü vardı hiç değilse. İyi kötü bir insanlık değeri, ölçü vardı. Hepsi kayboldu gitti. Harala gürele bir yozlaşma aldı başını.

Bak şimdi bir düşünelim. Neoliberal modeli kabul ettik. İyi tamam. Peki herkes mi kazandı bu süreçle birlikte? Hayır herkes kazanmadı. Düzen herkese adil de davranmadı. Zaten böyle bir düzenin adalet vaadi mi olur? Kazananlar bu ekonomiden pay çalabilenler oldu.

‘Çok laf yalansız, çok para haramsız olmaz’ derler ya talandan pay alanlar zenginleşirken halkın büyük kısmı alabildiği kadar payını alabildi. Alamayan alamamıştır. Ha bu arada çok eğitim görmüşüz, çok çalışmışız, çok etmişiz. Bunu da alamayan çok. Herkes aynı fırsatlara mı sahip oldu? Hayır. Neoliberalizm sana hakkaniyeti, eşitliği falan mı getirecekti? Ne bekliyorsun? Sadece vurgun için, talan için fırsatlar sundu. Ama ne değerleri aldı çürüttü, hangi umutları yok etti kim bilir?

24 Ocak kararları dediğin ne? Sömürüyü legalleştirme değil mi? Bak bugün yaşadığımız gerçekliğe. Sömürünün kabul görmesinin sonucu değil mi?

Ülkenin dünyaca kaynağı israf edildi mi? Edildi. Ürettik, çalıştık bir değer yarattık mı? Yarattık. Ama bak o da kayboldu. Onca yıl sonra ne kazandık? Elimizde ne kaldı? Nasıl bedeller ödedik? Hangi mutluluktan, hangi refahtan, hangi toplumdan bahsedebileceğiz? Ömür gitti, ömür… Bir yanda paradan para kazanan, servetine servet katabilenlerin düzeni diğer yanda okul kantininden bir tost bile alamayan çocuklar.

Toplumsal anlamda, değerler anlamında tükettik kendimizi.

Bir toplumsal hafıza geliştiremedik. Aynı çelişkileri döndük dolaştık yine yaşıyoruz. Daha ötesi bir şey diyeyim. Gelecek kuşakları da kapitalistlere kaptırdık biz, biliyor musun? En acısı da bu…

Kendi çocuğumuzun hayallerini ellerimizle yok ettik. Bak gençlere? Tek hayalleri yurtdışına gitmek, Amerikan fikrine gitmek. Yani bir başkasının gücüne hayranlar, teslim olmaya hazırlar. Sömürge sisteminin, eğitim sisteminin getirdiği bir sonuç değil de nedir bu? Bu ülkede kendi ellerinle getirip bir sömürge sistemi eğitim düzeni yaratırsan böyle kuşaklar üretirsin. Bak geldiğimiz hal ne acı. Almanya’da Amerika’da benzin pompası tutan senin ülkende mühendis olduğu halde mühendislik yapmaz hale geldi. Çünkü kafa yanık.

Nedir bu eğitim düzeni dedikleri? Şimdi ne yapıyorsun çocuklara? Bir işin yalnızca bir parçasını öğretiyorsun. Kendi geleceğinde, özgürlüğüne sahip olamayacak kadar bir bilgiyle donatıp çıkartıyorsun. Çok enteresan ha… Bir uzmanlık veriyorsun, belki başarılısın da bunda. Ama bir tane. Başka da bilgi yok. Sonra o bir taneyi getiriyorsun şak diye sistemin çarkına sokuyorsun, yapıştırıyorsun. Sonra onu oradan bir ömür boyu sömürüyorsun. Ona yeni bir kimlik veriyorsun. Kurumsal kimlik demişler buna. 60 yaşına kadar posasını çıkartıyorsun. İş bitince de çekiyorsun çarktan, yenisini takıyorsun. Atıyorsun ortaya. O zaman anlıyor durumu ama iş işten geçmiş. Hayatın sonuna geldiği zaman eldekine bakıyor, avuçtakine bakıyor. Sudan çıkmış gibi. Dönüp geçmişi sorguluyor. Ama iş işten geçti… Kapitalizm onları çoktan yutmuş, tüketmiş, atmış…

Bak işte insanın, bu toplumun bu ülkedeki herkesin yaşadığı kırk yılın özeti bu. Onca zaman çabalıyorsun, üretiyorsun, emek harcıyorsun, toprağınmış, suyunmuş kaynakların yok oluyor ve hala borç içindesin hala sıfırdasın… Üstüne koca bir halkın tüm değerleri elinden alınmış. Aklı yoksullaştırılmış, yozlaşmış bir toplum…”

Bunun üstüne diyecek çok fazla söz yok diye düşünüyorum. Hakkı vardı, iş işten geçmişti gerçekten. Üstelik dünyada yeni bir değişim dalgası geliyordu ve biz hala neoliberal politikaların bataklığında debeleniyorduk.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz