Şimdi gözlerinizi kapatın ve kendi yaşam öykünüzü biraz düşünün. Bu öyküde bilgeliği ile size yol gösteren, sarsılmazlığı ile size dayanak olan, içtenliği ile sizi kucaklayan, her daraldığınızda, hayat her üstünüze üstünüze geldiğinde ya da her mutlu olduğunuzda kaçıp yanına gittiğiniz, ziyaret etmek için türlü çeşit fırsatlar yarattığınız coğrafyada neresi var? Bu fiziksel varoluşunuz da olabilir zihinsel uzaklaşmanız da. Benimkisi deniz. Sevincimi de sıkıntımı da denize anlatırım ben. Hıdırellez’de dileğimi denizin koynuna bırakırım, bedenim suyla bir oluncaya, balıklar yanlarında beni görmeyi yadırgamayıncaya kadar yüzerim. Tuzlu tuzlu oturur sahilde denize akıl danışırım. Benim bilge kahramanımdır deniz. Oylum Yılmaz’ın yeni romanı Ağaçların Rüyası’nın bilge kahramanı ise ağaçlar.
“Sis, sırlar ve türlü mucizelerle dolu bir hikaye olmuş, ormanın içine inmiş, onu anlatacak birini arıyor, ağaçların arasında dolanıyordu. Bu ıslak, varlığından çok yokluğuna şaşırtan hayalin, bu varla yok arası tülden bulutun içinden geçene hayatını değiştirecek bir hikaye vaat etmişti sanki.”
Ağaçların Rüyası kitabı, hikayenin içerisinde geçen bu sis tanımının ta kendisi. Sırlar ve türlü mucizelerle dolu, ormanın içinde yaşayan, içinde ormanı yaşatan, varla yok arası tülden bir bulut. Bu romanın içinden geçecek herkesin öyle ya da böyle hayatını sorgulatacak bir metin ve yine Oylum Yılmaz’ın satırlarıyla bu sisin içine dalıp vaat ettiği armağanı almak cesaret istiyor.
Kitap okuma serüvenimde en uzun süre elimde dolanan kitap Ağaçların Rüyası oldu. Kitabı bırakıp bırakıp yeniden okumaya başladım. Birkaç kere okumaktan vazgeçtim, sonra zihnim beni “hadi ama merak ettiğini biliyorum” diye dürttü. Satırlar arasında gezindikçe kendimi anladığım bir öykünün içerisinde olduğuma ikna etmek üzereyken bir arka sayfada konu beni yerleştiğim yörüngeden uzay boşluğuna fırlatıverdi. Tam dedim ki “kitap iki kız arkadaşın adada yaşadığı bir yaz macerası olacak tamam”, birdenbire metinde fantastik bir öğe belirdi ve sahipsiz evlerin önceki sakinlerinin geride kalmış düşüncelerini, hayaletlerini, bu hayaletlerin hastalıklarını, acılarını içinde hisseden bir kız çocuğuyla karşılaştım. Ah dedim “şimdi tamam hikaye hafif fantastik bir çerçevede geçecek bakalım hangi evlerde kimlerin ne sırları varmış?” Derken hikaye yine iki kız çocuğunun, klostrofobik hissettikleri ada manzarası içerisinde, birbirleriyle zaman zaman dengesi değişen aşk, haset, merak, ikna etme oyunları üzerine evrildi. Oradan aynı zamanda anlatıcı karakterimiz de olan Füsun’un hayatı anlamlandırma gayretine, bilime olan merakına, dedesiyle olan iletişimsizliğine, aslında dedesi üzerinden erkeklerin kadınlar üzerinde kurduğu bu işler kız çocuklarına göre değil! söylevinin Füsun’un ve tabi ki bu söyleve maruz kalmış ve kalmakta olan her kadının zihinsel gelgitlerine, ardından yine fantastik öğelerle kurulu, hayal mi gerçek mi okuyucunun kararına bırakılan, bir ülke gerçeğinin gölgelere çekilmiş, unutulsun diye üzerine türlü çeşit uydurma hikayeler yaratılmış, Rum Yetimhanesine ayak bastım. Yetimhanenin atmosferinde ise kitabın tüm kahramanlarının sakladığı ve köşe bucak saklandığı sırlara vakıf oldum.
Füsun’un tüm düşünceleri, gelgitleri, yaşadıklarına vermeye çalıştığı anlam ve yaşamda kendi yerini belirleme çabaları hayatın belirli dönemlerinde hepimizin öyle ya da böyle kapısını çalan çatışmalar. Metnin tamamı bu arayışı, anlamlandırma çabasını bir genç kızın düşüncelerinin ve düşlerinin imbiğinden geçiriyor. Açıklamalar içinse bilgelikleriyle yol gösteren ağaçların cümlelerine sığınıyor çoğu zaman. Metnin içerisinde ağaçların var oluş bilgelikleri üzerinden yazılan satırlardan bir Ata Ağaçlar Sözleri kitabı ayrıca yazılabilir.
Ağaçların Rüyası sisin içerisinde zihin yordamıyla okunacak bir metin. Fusün’un düşüncelerinin ön planda olduğu, Nihan’ın Füsun üzerindeki etkisinin ve Füsun’un Nihan üzerinden kurmaya çalıştığı yaşamının sorgulandığı, canavar oğul Ayhan’ın doğayla başlayıp, ağaçlara, balıklara, bilime uzanan bitmek bilmeyen tiratlarının sayfalar arasında savrulduğu, Rum Yetimhanesi’ndeki Elza ve Despina’nın dehşet veren yaşam öykülerinin beni ürperttiği, edebiyatın nasıl edebiyat, bilimin nasıl bilim olması gerektiği üzerine fikir yürütmelerin olduğu, her bölümde içinden yeni bir katman çıkan, her katmanda yeniden yaşamsal bir detayı oturup düşünmeye sevk eden bir metin. Tüm bunların toplamında Ağaçların Rüyası romanını şu ya da bu tarza ait diye etiketlemek pek mümkün olmuyor. Benim etiketimse bir sorgulama romanı olduğu yönünde. Ailenin, merakın, arkadaşlığın, gençliğin, yaşlanmanın, bilimsel deneylerin, erkek egemen yaklaşımın, aşkın, edebiyatın, gerçekle hayalin sorgulandığı bir roman.
Roman bölümler halinde yazılmış ve her bölümün başında bir epigraf var. Yazarın epigraf seçimi ise başlı başına düşünsel bir yolculuğa davetiye çıkarıyor. Sevgili Küçük İskender’in Periler Ölürken Özür Diler kitabından bir şiirin bu epigraflardan biri olması ise okuma zevkimi katlanarak arttırdı.
Yazarın dönüp dolaşıp aynı yere varma üzerine Füsun’un zihninden yansıttığı “Yine başa döndüm işte Nihan, bedeninin, aklının, ruhunun, arzularının sahibi olmayan bir bendim yine, madde madde hayattım. Kendime değil onlara ait oldukça kahraman değil, trajediydim.” cümlesi yine her birimizin başına mutlaka gelmiş ve gelecek olan bir başladığın yere geri dönüş sıkıntısını anlatıyor. Kendi hayatlarımızın trajedisi değil kahramanı olabilmek dileğiyle. Sizleri Ağaçların Rüyası’nı okumaya davet ediyor ve deniz kenarına gidiyorum.