Üniversite öğrencileri yaşamlarının en güzel kesitinde yaşamlarına neden son verir? 20’li yaşlarında hayattan vazgeçecek kadar yorgun düşmeleri ne ile açıklanabilir? Günlerdir üzerine düşündüğüm genç intiharlarına psikolojik yönden yaklaşamam ancak yazdıkları mektuplar tüm gerçeği haykırıyor.
Satır aralarından mutsuzluk ve umutsuzluk damlıyor. Ekonomik olarak sıkışmış haldeler. Burslar yetmiyor. Yurtlarda kendilerini var edemiyorlar. Yemekhanelerde çıkan öğünlerin hijyenik olmadığına, doyurucu ölçekte olmadığına dair her gün sosyal medyada haberler dolaşıyor. Ayrıca yapılan zamlarla artık öğrenciler için ekonomik de değil. Yurt parası, yemek parası, ulaşım parası, kitap parası derken harçlıklara aileler de yetişemez olunca çoğu genç okurken çalışmak zorunda kalıyor. Derste uyuyanların, devamsızlık yapanların olmaması mümkün değil. Dört yanlarını saran ekonomik koşullar, üzerlerinde bir zor aygıtına dönüşmüş durumda. Bir yandan da üniversitelerde özgür hissetmiyorlar. Seslerini çıkarsalar yurttan atılma, soruşturma vb baskılarla karşı karşıya kalıyorlar. Sinema, tiyatro, konseri geçtim bir kafede oturmak bile lüks kalıyor onlar için. Hal böyle olunca hemen hepsi daha okulu bitirmeden iş ve gelecek kaygısına düşüyor, çözümü yurtdışına gitmekte arıyor.
Üniversite Yıllarım
Ben de okurken çalışmak zorunda olanlardandım. Kafelerde garsonluk, kapı kapı dolaşıp anketörlük yaptığım da oldu. Matematik dersi vererek harçlığımı çıkarmaya çalışmışlığım da. Özellikle proje teslim dönemlerimde maket ve çizim malzemelerine ulaşmak epey maliyetliydi. Geriye dönüp baktığımda o dönemde de emekçi ailelerin çocukları için üniversite okumak hele de benim gibi şehir dışında okumak çok zordu. Barınma, yemek, ulaşım sınıfı geçmek kadar meşgul ediyordu zihnimi.
2000’li yılların başıydı. Her şeye rağmen bugünkü kadar yarınımdan umutsuz, bugünümden mutsuz değildim. Olanı paylaştığım sol görüşlü arkadaşlarım vardı etrafımda. Onların varlığı güven veriyordu. Yârin yanağından gayrı her şeyde hep beraberdik. İlk birkaç yıl devlet yurdunda kalmıştım. Aynı odada üç ranza, altı dolap vardı. Aynı katta 60 kişiydik. Her 10 kişiye bir banyo ve tuvalet düşüyordu. Kattaki çalışma odaları yeterli değildi. İki yıl sonra oda arkadaşımla eve çıkabildik ve mezun olana kadar paylaştık öğrenciliğimizi. Aramıza onun bir sınıf arkadaşı da katıldı sonradan. Üçümüz dayanışmanın en güzel yanlarını ürettik yıllarca. Ara sıra ailelerimiz gelir, evimiz anne evine dönerdi. Demem o ki genç olmak sınavlar dışında kaygısızca yaşamak demekti.
Oysa günümüzde gençler yarının kaygısı, geleceğin ağırlığı altında var olma kavgası veriyorlar. Twit atanın tutuklandığı bir ortamda sözlerini özgürce söyleyemiyorlar. Yaratılan baskı ortamında duygularını özgürce yaşayamıyorlar. Taciz ya da şiddetin kol gezdiği sokaklarda özgürce dolaşamıyorlar. Ayrıca yönetenlerin onların sorunlarına ilgisiz kaldığına, kendilerine değer vermediğine, umursamadıklarına dair de hiç de haksız olmadıkları eleştirileri var bu sisteme.
Nedir bu sistem?
Karşımızda gençlerimizin canını yiyerek beslenen bir düzen var. Yiyor ama doymuyor. Moto-kurye işçisi gençlerin ömürlerini yutuyor. İnşaat işçileri gençlerin ömürlerini yutuyor. Üniversite öğrencisi gençlerin ömürlerini yutuyor. Doymuyor. Sizler için bu yazıyı hazırladığım esnada Amasya’da genç bir avukatın intihar haberi geçiyordu basına. Avukatların, ataması yapılmayan öğretmenlerin hatta lise öğrencilerinin de genç ömürlerini yiyor fakat doymuyor.
Emeğin sömürüsüyle döndürüyor çarklarını. Çarkların dişlisinde nice canları öğütüyor. Çalışsan, üretsen de kazanamadığın bir döngüde gündüzü akşam ettiriyor sana. Ayın sonunda tek dolan patronun kasası oluyor. Ürettiğini alma gücünü bile sana vermiyor. Ertesi gün işe gelebilmen için yetecek kadar beslenebildiğin, yetecek kadar uyuyabildiğin bir zaman dilimini sana bırakarak geri kalan ömrüne çöken bir düzen bu. Şanslı sayılanın iş bulabildiği yani bu çarka girebildiği lanet bir düzen bu. Şantiyede iş güvenliği ekipmanlarının senin canından daha pahalı görüldüğü, kaçak madende denetimsizliğe kurban edilenin, hastanede bir günde yüzlerce hastaya baktığın halde bekleyen hasta yakınının şiddetine uğrayanın sen olduğu bir düzen. Sermayeyi odağına alan, onun çıkarı için her şeyi göze alan bir rant düzeni bu. Bu düzen içinde gençler mutlu, umutlu, güvenli yaşayabilir mi? Onları intihara sürükleyen koşulların, bu koşulları yaratanların, besleyenlerin hiçbir sorumluluğu yok mu?
Enes Kara’yı Unutmak Mümkün Mü?
15 Mayıs akşamı Marmaray’da intihar eden lise son sınıf öğrencisi K.E’nin basında yayınlanan mektubunda şu cümleler geçiyordu; “Çocukluğumu yaşayamadım, gençliğimi yaşayamadım. Bir ders kitabı alıyorum 200 lira. Markete gidiyorum diyorum cebimden en az 300 lira gidiyor. Psikoloğa gidiyorum 1000 lira. Psikiyatriste gidiyorum 1000 lira. Babam sabah 4’lerden akşam 8’lere kadar çalışıyor bizim için. Yazık değil mi ona? Annem çalışıyor ama aldığı parayı biriktirse ölene kadar bir ev alamaz.” (krt.com.tr)
15 Ekim gecesi Anadolu Üniversitesi yemekhanesinde hayatına son veren R.A, Eğitim Fakültesi İlköğretim Matematik Öğretmenliği bölümü öğrencisiydi. Arkadaşlarıyla yapılan röportajda O’nun için şunları dile getiriyorlardı: Öğretmen olmak isteyen bir emekçi çocuğu ve okurken çalışmak zorunda kalan bir gençti. Bu düzende bir çıkış yolu bu hayatta tutunacak hiçbir şey bulamamıştır belli ki. Bize üniversite yönetimi ‘Borcu yüzünden intihar etmedi’ diyor ama ne önemi var. O ya da bu sebepten hayata dair bir umudu ve beklentisi kalmamış bir genç canına kıymış. Sorumlusu bu düzenin kendisidir.” diyor. (haber.sol.org.tr)
22 Ekim’de Eskişehir Teknik Üniversitesi Kimya Fakültesi öğrencisi S.N.R kaldığı Mükrime Hatun KYK Kız Öğrenci Yurdu’nda, 25 Ekim’de Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi öğrencisi S.T kaldığı yurtta yaşamına son verdi. Okul Öncesi Öğretmenliği birinci sınıf öğrencisi olduğu öğrenilen gencin arkadaşları hem çalışıp hem okuduğunu, işten yeni geldiğini ifade ediyordu. İki öğrencinin de geçim sıkıntısı çektiği basına yansıdı. (gazeteduvar.com.tr)
30 Ekim’de Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi dördüncü sınıf öğrencisi E.Z.K’nın yurt odasında yaşamına son vermesi, tarikat yurdunda yaşadığı baskıyı anlatan Enes Kara’dan bugüne gençlerin sorunlarının giderek arttığı gerçeğini hepimizin yüreğine, bilincine, suratına çarptı. Peki ya yönetenlerin?
“Devlete İnancımı Kaybettim.”
25 Ekim gecesi Aydın Güzelhisar KYK Kız Öğrenci Yurdu’nda asansörün düşmesi sonucu hayatını kaybeden Zeren Ertaş’ın babasının ilin valisine söylediği sözler bunlar. İnsan olanın canını yakan, canı yanmış bir babanın sözleri bunlar. Üstüne söylenecek başkaca laf bırakmayan sözler bunlar.
Az ve öz. Kısa ve net. Yazımın da son cümleleri; “Ben kızıma saygılı olmayı öğrettim. Karıncayı dahi incitmezdi. Yüzümü yere eğmedi hiç. Çocuğumu devlete emanet ettim ama devlet benim çocuğuma 20-25 gün bakamadı. Ben devlete olan inancımı kaybettim. İhmal sonucu olduğu için çok yaralıyız. Benim çocuğum yandı, biz yandık, başka çocuklar yanmasın. Ancak bu, dilek ve temenniyle olmuyor.”