On bir yaşımda Mobylette ve çiğ benzin kokusu ile başlayan motosiklet maceram ve tutkum zaman içerisinde onlarca motosiklet ve geride bırakılan binlerce kilometre ile devam etti. Bu uzun yolculukta “Cruiser ve/veya Chopper”, “Super Sport”, “Enduro”, “Cross”, “Touring”, “ Street Bike ve/veya Naked Bike” gibi sınıflandırılan farklı tarzda motosikletler bana eşlik etti. Farklı segmentlerdeki bu motosikletlerin farklı ihtiyaçlar, farklı sürüşler, farklı rotalara yönelik avantajları ve dezavantajları olsa da ayırt etmeden iki tekerlekli her makineyi tutkuyla sevdim. Aşk seviyesinde bir tutku ise yalnızca “Naked Bike” diye adlandırılan grenajlandırılan sıyrılmış, büyük yuvarlak bir fara sahip, motor bloğu ve şasisinin ihtişamını gözler önüne sermekten utanmayan kaslı motosikletlerle oldu.
Aslında hepimizin dünyaya çıplak geldiği gibi motosikletler de geçmişte ilk piyasaya çıktıklarında çıplaklardı, tıpkı ilk örneklerinden Norton Komondo gibi. Yıllar geçtikçe aerodinamik ve tasarım kaygıları yüzünden giyinmeye başladılar. Özünde “Naked Bike”; çıplak hale getirilmiş, yalın ama güçlü çizgilerle stilize edilmiş bir yarış motosikletidir. Günümüzde artık her motosiklet üreticisi oluşan talep doğrultusunda piyasaya sürdüğü belli motosiklet tiplerinin çıplak halini de sunmak zorunda kalıyor. “Naked Bike”lar aslında 1950-1960’lı yıllarda İngiltere’de ortaya çıkan ve bugün hala popüler olan “Cafe Racer” tarzının bir uzantısı olsa da ikisi arasında hem felsefe hem de teknik olarak büyük farklılıklar var. “Cafe Racer”e başka bir yazıda sonra değiniriz. 80’li yılların sonu ve 90’lı yılların başında ilk kez görmeye başladığımız ve “Street Fighter” olarak adlandırılan “Naked Bike”lar; kaza yapmış bir “racing” motosiklet ile tamir için cebinde yeterli parası olmayan veya ancak hasarlı bir motosiklet satın alabilecek bir motosiklet tutkununun buluşmasıyla başladı. İlk başlarda aslında bol steroid almış, kaslı bir “Rat Bike”dan başka bir şey değillerdi. Parçalanmış grenajların ve gereksiz tüm aksesuarların atılıp, yalnızca spor bir gidon ve yuvarlak bir far takılarak sokaklara çıkan bu motosikletler, bir yandan güç gösterisi olarak motor bloklarını sergilerken diğer yandan “savaş yaralarını” yani kazadan geriye kalanları da sergiledikleri için “Street Fighter” olarak adlandırılmaya başladılar. (Alt segmentler olarak bu kültürde Street Tracker, Brat, Café Racer, Bobber ve eğer soyulmuşlarsa Cruiser’ları sayabiliriz.) Bu alt-kütür popülerleşip yaygınlaşmaya başladığında motosiklet üreticileri de bu talebe karşılık vermek zorunda kalacaklardı. Artık ortada iyi bir pazar vardı ve aerodinamik grenajlar vb. gibi fazlalıklardan kurtulurak maliyetleri aşağıya çekmek ve kar marjını artırmak da işlerine gelecekti. Bu konuda en cesur ve “hızlı” davranan Ducati olacak ve 1993 yılında Monster’ı piyasaya sürerek her konuda olduğu gibi yine öncü davranacaktı. (Gerçi daha önce çıkmış Suzuki Bandit 400 vb. gibi modeller vardı ama talep görmediği için pazarda yeni bir segment yaratamamışlardı.) Miguel Angel Galluzzi tasarımı Monster devrim niteliğindeydi ve bu cesur tasarım sektörde “Galluzzi, Ducati’nin eteğini yukarıya kaldırdı” olarak tanımlanacaktı. “Street Fighter” artık yoksul motosiklet tutkunlarının bir alt-kültür oyuncağı değil fabrika üretimi üst düzey bir tasarıma sahip, “Naked Bike” olarak adlandırılacak yeni bir tarzdı.
“The Build”ın yazarlarından Robert Hoekman Jr. ‘”Naked Bike,ı şehirdeki günlük yaşam için esnek sürüş keyfi, öğleden sonra gezintileri ve otobana çıktığınızda yapmak istediğiniz her şeye cevap veren” makineler olarak tanımlıyor.
Ducati’yi yakından izleyen Honda, birkaç yıl satış rakamlarını takip ettikten sonra bu pazara 1998 yılında CBR600F3’ün tasarımını değiştirip, soyarak “Hornet” olarak adlandırdığı CBR600F ile girdi. Artık yeni oluşmuş segmentte iyi bir pazar vardı ve onları Triumph Speed Triple, Yamaha FZ, Suzuki SV, Kawasaki Z serileri takip edecekti ve yalnızca motosikletleri soymakla kalmayıp yarış motosikletlerinin aksine farklı vites aralıklarındaki torku da artıracaklardı.
Bana göre ise fabrika çıkışlı ilk “Naked Bike” gerek tarzı gerekse gücü anlamında Honda tarafından 1978-82 yıllarında üretilen Honda CBX’tir. 1074cc, 6 silindirli ve 105 beygirlik zamanın ötesindeki bu kas yığınının lansmanı yapıldığı yıl olan 1978 tarihli bir motosiklet dergisini çocukluğumdan beri hala saklıyorum. Bana göre dedim çünkü Steve Mcqueen’in “Great Escape” filminde kült olmuş motosiklet sahnelerinde kullandığı 1962 model Triumph TR6 650 Special’ı da sonuna kadar fabrika üretimi bir “Naked Bike” olarak tanımlamak mümkün.
Günümüze geldiğimizde yüksek torklar, motosikletin tüm kaslarını ortaya seren agresif bir tasarım, daha dik oturuş pozisyonunun görüş açısı sebebiyle trafikte verdiği güvenli sürüş ve kontrol duygusu, yüksek gidonun verdiği sürüş ve frenleme rahatlığı ”Naked Bike”lar için trafikte ve şehir içinde büyük avantaj sağlıyor. Oturuş pozisyonunun uzun sürüşlerde verdiği yorgunluk hissi, dik oturuş ve rüzgar koruma camı olmadığı için uzun süre rüzgara maruz kalmanın getirdiği zorluklar eksi yönleri olsa da, kaslı ve güçlü bir motosikletin üzerinde kavgaya hazırlanan bir goril şeklinde oturmak fazladan testosteron salgılamak için ise birebir.
Tasarımsal özellikler, arkasında barındırdığı tarihsel alt-kültür ögeler sizi cezbetmiyorsa bile, “Naked Bike” sahibi olmak için farklı bir çok somut sebep daha var; gerek tecrübeli gerek tecrübesiz sürücüler için diğer motorlara göre kullanım kolaylığı, manevra kabiliyeti, düşük bakım masrafları, güç ve hız için uygun fiyatlı seçenekler sunması bunların başında geliyor .
Özetle “Naked Bike”lar için; yalnızca dev bir motor bloğu ve şasiden oluşan motosikletin en yalın hali dersek yanılmış olmayız sanırım…