Lise edebiyat derslerinden hatırlarız çoğumuz şu cümleyi: “Realizm akımı romantizme, romantizmse klasisizme tepki olarak doğmuştur.” Tepki de tepkiden başka bir eyleme biçimi doğması da gayet doğaldır yani. Düşününce biz bile belki bir şeylere tepki olarak doğmuşuzdur, ebeveynlerimize sorup konuyu aydınlatmak mümkün; ama konuyu kişiselleştirmeye gerek yok şimdi. Benim derdim şunu söylemek: Eski, her zaman yeniyi doğuracak; içinde eskiden bazı nüveler de barındıran yeni de bir süre sonra eskiyecektir. Antik Yunan filozofu abimizin de gayet veciz ifadesini bir kez daha yâd etmeden geçmeyelim: “Her şey değişir. Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.”
Hayatın hangi alanında olursa olsun yeni, hiçbir zaman yepyeni değildir; yukarıda da söylediğim gibi içinde muhakkak eskinin birtakım özelliklerini ve hatta doğrudan eskinin araçlarını barındırır. Kendi başına ve kendinde aniden var olan, yüzergezer, tarih ve toplum dışı bir yeni arayanların hüsrana uğraması mukadderdir. Aynı şekilde eskiyi donmuş bir şekilde muhafaza etmeye çalışanlar da derin bir hayal kırıklığıyla baş başa kalacaklardır, zira böyle bir çaba da eşyanın tabiatını inkar etmekten başka bir anlama gelmez. Konu ister sanat, ister siyaset ya da hayatın başka bir yönü olsun; aynı eyleme biçiminin, ürünlerin ya da toplam üretimin, yani kısaca kültürün aynı anda var olan üç biçimi vardır: Ölmekte olan, egemen olan ve yeşermekte olan. Ölmekte olan tabii ki direnecek, egemen olan gücünü daha da arttırmaya çalışacak, yeşermekte olan ise egemen olanı öldürüp onun yerine geçmek için olanca gücüyle mücadele edecektir. Sanatta da bu döngü hep yaşanmış, bundan sonra da hep yaşanacaktır; öyle olmasaydı hâlâ duvar resimleri çiziyor ve çok çok çok eski atalarımızın şimdi tek bir özelliğini dahi bilmediğimiz muhayyel şarkılarını terennüm ediyor olurduk.
Bu naçiz fikirlerimi ifade etme sebebim, geçen hafta epeyce tartışılan ve tarihe “Zafer Algöz Hadisesi” olarak geçen olay. Cem Yılmaz’ın senaryosunu yazıp yönettiği 8 bölümlük “Erşan Kuneri” adlı dizi Netflix’te yayımlandıktan sonra bazı izleyiciler beğenilerini, bazılarıysa eleştirilerini sosyal medya marifetiyle dile getirdiler. Bir dizinin beğenilmesi de beğenilmemesi de gayet normal. Zafer Algöz yine sosyal medyadan kendisine yöneltilen ve (bakın burası çokomelli) aslında beğeni belirten bir letide Aziz Kedi ve Feyyaz Yiğit tarafından senaryosu yazılan ve Ömer Sinir tarafından yönetilen “Gibi” dizisinin adı geçince sonradan çok tartışılacak bir tepki verdi. Tek tepkiyle yetinmeyen Algöz daha sonra başka iletilere de ilginç yorumlarda bulunarak tepkisine kat çıkmayı ihmal etmedi. Eğer eşi dostu uyarmadıysa Algöz’ün en üstteki tepkinin üzerinde bir kat daha çıkma maksadıyla demir filizleri bıraktığına yemin edebilirim, ama bunu ispatlayamam.
Bence son derece başarılı bir oyuncu olan ve özellikle yine Cem Yılmaz’ın “Yahşi Batı” adlı filminde canlandırdığı Şerif Lloyd karakteriyle bende büyük hayranlık uyandıran Algöz’ün “Gibi” ve “Feyyaz Yiğit mizahı” tepkilerini, yukarıda izah etmeye çalıştığım egemen olan-yeşeren kültür ikiliği üzerinden anlamlandırmaya çalıştım kendimce. Artık –haklı ve hakkı olarak- klasikleşen Cem Yılmaz mizahı ve onun ürünleri denince akla gelen ilk isimlerden biri olan Algöz, yeni yeni boy veren bir başka mizah yapma pratiğine ilişkin salvoları sebebiyle haklı görülmese bile anlaşılabilir diye düşünüyorum. Sonuçta yeni; eskinin alanında boy atacak, o alanı kaplayacak ve yavaş yavaş da olsa eskiyi alanın tamamen dışına itecek. Potansiyel olarak olsa bile böyle bir projeksiyon ihtimal dahilinde. Eski de alanını savunmaya türlü çeşit şekilde devam etmek istiyor, anlaşılabilir bu.
Benim için esas yadırgatıcı ve üzücü olan ise Algöz’ün seçtiği sözcükler ve üslup oldu. Biri, “Ben Gibi ve benzeri dizileri komik bulmuyorum.” dese kimsenin buna tek kelime etme hakkı yoktur, edenin karşısına ilk ben çıkarım! (Şahit yazmasınlar diye olay yerinden uzaklaştı.) Ama fırın fırın ekmek, kilo kilo boyoz yedirmeler, geniş kitleler tarafından çok sevilen ve gülünen bir başka komedyenin mizahını emoji marifetiyle aşağılamalar gibi davranışlar doğrusu benim aklıma da vicdanıma da pek yatmadı. Tarih boyunca bir direniş mekanizması olarak da kullanılan, köklerinde toplumsal işbirliği ve birlikte yaşama pratikleri de bulunan mizahın tartışılmasındaki bu dil ve üslubu biz başta siyaset olmak üzere başka alanlarda yeterince görüyoruz ve artık bu dilden ve üsluptan ikrah ettik desek yeridir.
Kimse yoğurdum ekşi demediği gibi hiçbir yoğurt taciri de rakibinin yoğurdunu övmez, ayrı mevzu; ama konu mizah ya da sanatın başka bir alanı olunca anlaşılması gereken ilk nokta üretimler ayrı ayrı olsa dahi tüketimin birbirini beslediğidir. Hele hele gülmek için hunharca sebep aradığımız şöyle bir dönemde mizahçıların başka mizahçılara karşı üsttenci ve kaba bir dille mukabele etmesi en son ihtiyacımız dahi olmayabilir. İnsanî değerlere halel getirmeden, ırkçı-ayrımcı söylemlere başvurmadan insanları güldüren ya da en azından iyi niyetli bir çabayla güldürmeye çalışan her mizahçı en azından benim başımın tacıdır. Çok sıkıntılı zamanlardan geçiyoruz ve gülmek öyle ya da böyle iyi geliyor hepimize. Evet, belki yaşını başını almış bazı ustalar, yeni gelenleri çoluk çocuk olarak görüyor olabilir; ama biz o çocuklara da kahkahalarla gülüyoruz. İşlerini iyi yapıyorlarsa gülelim zaten! Yaşasın mizah!