Dalgakıran: Bir Meydan Okuma Gerek Kendini Yeniden Yaratabilmek İçin

0
391

“Enver birazdan eve gelir. Yemekler hazır neyse ki… Ama şimdi bu da olmaz ki ah Allahımmm ya! Marulu unuttum! Git de al gel de yıka. İşin yoksa koştur. Şöyle güzel yağlı bir marul alırım. Oyalanmadan çıkayım ben. Nerede benim ceketim? Hayda cüzdan nerede? Hoppala kapı nerede? Nerede? Nerede? Ne nerede? Müjgan aklını mı yitiriyorsun nedir? Tövbeler olsun! Neresi burası, hayırdır inşallah?  Aa! Siz de kimsiniz şimdi? Niye çıkamıyorum efendim, evim değil mi, çıkarım da girerim de?! Çıkarım da nerden çıkacağım ben? Yahu dokunmayın bana ne demek evin burası? Yoooo evimi bilmez miyim! Neler oluyor böyle? Sen de kimsin? Ne kızımı! Kızım mızım değilsin sen!  Kızım okulda. Aaaa sinirleniyorum ama. Ne yapıyorsunuz siz ne diyorsunuz? Ben evime gidiyorum, marul alacağım, ceketimi de siz aldınız cüzdanımı mı çaldınız? Enver gelecek, kocam gelecek, yemeği yapacağım, yemek…ev..evim…lütfen…lütfen…evime…ama imdat…Bana  “ama Saime Hanım” deyip durmayın…Polisi çağıracağım!..”

“Bana bakan kim, bana? Ben ona bakıyorum o bana, hayda! Elimi kaldırdım o da kaldırdı. Yabancı gelmiyor ama adını çıkartamıyorum. Çok ama çok tanıdık. Allah allah kim bu?

Annemi bekleyeceğim ben, annem gelecek beni almaya, annem beni alacak. Bahçeye çıkmalıyım. Annem okul bitince beni almaya gelecek. Bahçede olmalıyım. Dur çantamı alayım da bahçeye çıkayım. Çantam nerede? Bahçe nereden gideceğim? Bahçeye gitmeliyim. Okul bitti annem gelecek beni alacak. Çantamı alıp bahçede olmam lazım. Annem dedi. Annem gelecek. Yaaa…dokunma bana tutma beni. Sen kimsin? Annem gelecek. Lütfennn…Okul bitti…Annem bahçeden alacak!“

Rıfat biliyorum lütfen beni kandırma. Nilgün kanser oldu. Biricik kızımız, meleğim. Ama iyileşecek değil mi? Beni götürün doktora ben de konuşayım. Bak Rıfat devamlı o kanser falan değil diyorsun beni üzmemek için biliyorum. Annesiyim ben…Benden mi saklayacaksın? Geçen Cemile’ye de dedim. O da “ya Müjgan ne üzüyorsun kendini” dedi. Siz oturun da benden saklayın. Hıh!…Ben de inandım. Neyse Rıfat ben biliyorum. Kızımızı kurtarmamız lazım. Kanser o.”

“Koridordayım…Ayaktayım…Karnım ağrıyor…Canım acıyor…İyi hissetmiyorum. Bakar mısınız lütfen? Benim canım yanıyor…Demin terzideydim ben…Buraya nasıl geldim? Nadya nerede? Nadya’ya söyleyin canım yanıyor. Terzideydim. Nadya orada mı?”

Bu satırları okuduysanız eğer sanırım ters giden bir şeyler olduğunu düşündünüz. Gerçi ne hissettiniz bilemeyeceğim. Ben olsam biraz korku biraz şaşkınlık biraz merak biraz tekinsiz hissederdim sanırım. Haklısınız. Bu durumda bir açıklama borcum var sizlere. Zamanında bu insanların anlattıklarının bir parçası olmuştum çünkü. Yaşananların hepsi aklımda, dosyalarda. Gerçi isimler değiştirildi. İsimleri gerçek isimler diye düşünmeyin. Onlar saklı, sonsuza kadar hem de…  Benimle onların bildiği olarak kalacaklar. Söz verdim, yemin ettim.

Şimdi isterseniz tek tek hikayelere dönüp esrar perdesini kaldırmaya çalışalım. Dediğim gibi ben daha önce oralarda bulundum. Yani yolu hatırlıyorum oraya kadar gidersek her şeyi gösterebilirim. Ama her şeyi gösterebilirim derken uyarayım her şeyi de anlamayabiliriz. Bu da işin esrarı ama gerçeği de. Bakarken orada kahramanlarımıza lütfen korkmayın, şaşırabilirsiniz ama korkmayın. Neden? Korkmak bilmemekten kaynaklanır. Biz bilmeye gidiyoruz. Ve sizi temin ederim gidip de döndüğümüz zaman siz de farklı olacaksınız. Siz de şahit olanlardan olacaksınız. Ve belki ileride bu yolu başkalarına siz göstereceksiniz. Defalarca gidip dönecek ve anlatacaksınız.

Enver Bey’in evine Saime Hanım’ın yanına gidelim. Başka bir evde, cüzdanı çalınmış, üzerine üzerine gelen üstelik kızı olduğunu söyleyen koca bir kadın ile baş başa bırakmıştık. “Kızım ilkokula gidiyor benim” diyordu kadıncağız; yaşı geçkince olan, “anneciğim kızınım ben, Nilay” diyordu diğer kadın. Diğer taraftan bir adam ve bir başka kadın da “ama Saime Hanım gidemezsiniz, eviniz burası” diye tutuyorlardı onu.

Evinden çıkamayan ama evine de giremeyen, kızınım diyen ama kızı olmayan biriyle kala kalan, cüzdanı kaptıran, kocayı da kaybeden bir Saime Hanım var ortada.

Ne düşünüyorsunuz? Ne hissediyorsunuz? Nedir bu garip olaylar silsilesi. Saime Hanım’ı kurtarmak mı lazım? Polisi biz de mi aramalıyız?

Durumu daha da karışık hale getirmeden işin gerçeğini anlatmaya başlayayım. Tüm bunların mümessili DEMANS. Özellikle Alzheimer tipi demans için bu durumlar hastalığın gidişatı içinde olası durumlardır. Tıpkı zaman yolcuları gibi hastalarımız zamanda atlamalar yaşayabilirler. Tabii ki bilinçli olarak yapmıyorlar. Hastalığın beyinde yarattığı yıkım nedeniyle bu durumlar yaşanmakta. Hastalığın kendi öznel doğası neden. Kişinin gerçek bedeni bir yerde hastalığın kendi bedeni bir yerde ve bedenleşmek için hastalık bizlerin beyinlerini tercih etmiş. Her ne oluyorsa beynimizin içinde olmakta. Saime Hanım vakasında olan gibi, demans hayat denilen süremi oluşturan anılarımı bin parçaya bölüp onları darmadağın olarak beynimin içinde savurur adeta. Uçuşan pericikler misali anılarım parça parça minik minik dağılırlar dört bir yanıma.  Sanki yaramazın biri gelmiş on binlerce parçalık yapbozumu bir tekmeyle ya da bir el hareketiyle bozmuştur. Yapboz artık yerlerde tarumar vaziyettedir. Çık çıkabilirsen içinden. Yap bakalım yeniden anlamlı yapbozu. Artık mümkün değildir. O yüzden Saime Hanım 2022 yılının Nisan ayında olduğunu, kızının evinde yaşadığını, ilk ve son aşkı Enver’ciğini 3 yıl önce kaybettiğini yaşadığı o anlar için unutarak 1970 yılının belki de Ekim ayına geçmişti. O yüzden yıllardan 1970 mevsim sonbahar ve Saime Hanım Kuzguncuk’taki evinde. Enver Bey işten gelecek. Nilay henüz ilkokula gidiyor. Kaybettiğini sandığı cüzdan da o andaki cüzdanı, şimdiki değil. İşte öğrendiniz gerçeği.

Aynadan bakan kimdi peki? Hayalet mi? Eşek şakası yapan biri mi? Gerçi tanıdık da gelmişti Tarık Bey’e ama kimdi bu adam bir türlü bulamıyordu. Sizce kim?

Tarık Bey’in adını hatırlayamadığı bir türlü nereden tanıdığını çıkartamadığı kişi elbet ki Tarık Bey idi.  Şaşırdınız mı? Garipsediniz mi?

Niye mi? Cevabımız yine DEMANS. Demans ilerledikçe kimi zamanlar hastalarımız yakınlarını, arkadaşlarını hatta kendi yüzlerini bile tanımayabilirler. Bir yabancının onlara baktığını düşünebilirler. Algı ve görüş kapasitesi yıkıma uğramaktadır. Bu yüzden öfkelenebilirler ya da korkabilirler. Sonuçta bir yabancı onlara bakmaktadır. Ya da kendilerini oldukları yaştan daha genç olarak da algılıyor olabilirler.

Ragıp annesini bekleyecekti hatırladınız mı? Bahçeye çıkmaya çalışıyordu. Çıksın ki annesi onu okul bahçesinden alsın. Her gün saat 16:00 da annesi geliyordu zaten Ragıp hazır olmalıydı. Eee…o zaman ne duruyor ki koşsun bahçeye anneciği de birazdan yolun başında gözükür.  Bu dediklerimin olması için Ragıp’ın 89 yaşında olmaması, anneciğinin hayatta olması ve Ragıp’ın okula gidiyor olması gerekmekte.  Ragıp Bey artık 9 yaşında değil, annesi bu dünyadan göçeli kaç yıl olmuş sayamadık. Fakat kızından duyduğumuz gerçekten annesinin onu her gün okuldan aldığı evde kurabiyelerin, keklerin onu beklediği. Ragıp Bey’de torunlarını okuldan almış uzun süre. Yani Ragıp Bey’in hayatında okul çıkışı denilen bir alışkanlık var kuvvetle yer etmiş anılarında. O yüzden o okul çıkış saati yaklaştıkça eski alışkanlıklarına ait rutin davranışlar  ile anıları birden diplerden yukarı çıkmaya başlıyor ve onu bugünde okul çıkış saatlerine ilişkin rutini ve annesinin onu aldığı zamanlarına ait anılarını tetikliyor.  Zaman ve mekân kaymalarını da hatırlarsak hastalığa özgü olan, Ragıp Bey’in okul çıkış saatlerinde neden hareketlendiğine anlam verebiliriz.

Kanser olan Nilgün ne durumda acaba? Müjgan Hanım ne yaptı acaba? Doktorlar ne dedi? Rıfat bey bu durumdan oldukça yorulmuştu. Çünkü ne mutlu ki kızları kanser falan değildi. Ama Müjgan Hanım bir türlü ikna edilemiyordu. Bazen karısını sessizce ağlarken buluyor bazen de Allah’ a isyan ederken. Müjgan Hanım demans hastasıydı. Biraz konuyu araştırınca ilginç bir ipucu yakalandı. Ben oradaydım biliyorum. Müjgan Hanım annesini kanserden kaybetmişti ve kızı annesine benziyordu. Demans ilerledikçe hastalarımız kişileri özellikle de akrabaları birbirine karıştırabilir. Nesiller boyu aktarılan benzerlikler de olunca yüzleri karıştırmak oldukça sık rastlanır. Oğlunu babası zannedebilir, torununu oğlu, kızını teyzesi gibi.

Mary Hanım koridorda canı yanarken, karnı ağrırken güneş yüzüne vuruyordu. Yardım istiyordu. “-Bakar mısınız lütfen”

Bu hikâye her aklıma geldiğinde bir taş da oturur yüreğime. Kim bilir belki ilk yolculuklarımdan olduğu için. Bu yoldaki karşılaşma size anlattığım diğer yolculuklara çıkma merakı getirdiği için mi yoksa biraz da kadınsı bir hassasiyetin dışa vurması mı? Lütfen kadınsı hassassiyet dedim diye seksist biri demeyin bana. Anlatayım sonra belki demekten vazgeçersiniz.

Mary, 1945 ‘in İstanbul’ unda 16 yaşında bir genç kız. Savaş yeni bitmiş. Pera’da salınıyor Mary. Umutları varmış, çok güzelmiş ama cesurmuş da. İkisi bazen tehlikeli olur der eskiler. Para kazanmak istermiş, liseyi bitirmiş. Fransızcası zaten çok iyiymiş. Ablası anlattı. Onun yalancısıyız. Neyse Mary Beyoğlu’nda pastanede iş bulur. Pastane o zaman önemli hele Beyoğlu’nda. Mary mutlu, patronu mutlu, müşteriler mutlu. Seviliyor, gülüyor, çalışıyor…onlarca hikâye getiriyor, anlatıyor evde. Şık giyiniyor, sinemaya gidiyor, evde piyano dersini alıyor. Günler böyle geçerken bir gün bir oğlan pastaneye geliyor, sonra hep geliyor, geliyor. Nadya, Mary’nin ablası, anlıyor. Bir şeyler olmakta, olacak olanlar korkutuyor Nadya’yı. Yapma Mary etme Mary. Ama ne derler, olacak olan oluyor ve âşık oluyor Mary. Çok seviyor kendince ama oğlan nedense artık Mary’nin peşinde dolanmıyor. Mary çok üzülüyor, Nadya seviniyor…İşe yaramaz oğlandan kurtulduk diye. Mary terk edilmiştir ama artık tek değildir. Sanırım anladınız. Bu durumun 1945 yılında acil çözüme ulaşması gerekmektedir. Bu işleri yapan bir terzi vardır. Hemen ona gidilir terzi Mary’i tek olarak dükkândan yolcu eder. Artık hamile değildir Mary. İki haftada toparlar Mary. Mary’nin hikayesi budur. Karnım ağrıyor, canım yanıyor. Terziden çıktım. Bakar mısınız lütfen?

Niye anlattım bu kadar hikâyeyi? Aslında hatırlatmak için. Neyi? İnsan denilen varlık sadece hücrelerden, nöronlardan oluşmaz işte. İnsan hikayelerden oluşur. Her demans hastası bir koca hikâye hangi demans çıkıp da bunu ondan, onunla yaşayan ya da yaşamış olan bizden alabilecek. Vermemeye karar verirsek, vermemek için bilgilenirsek yani korkmadan yan yana durabilirsek, hastalığın ardında sıkışıp kalan insanı duymaya, görmeye, anlamaya çalışırsak dalgalara karşı dalga kıran oluruz. O zaman fırtınalar kopsa da biz limanımızda kalan günlerin, yaşanacak nice anıların hikayelerini yazmaya otururuz.

Fotoğraf: Danie Franco / unsplash.com