Malumunuz ben iletişim ve medya alanında çalışmaları olan bir akademisyenim. İletişim konusu sağlık, siyaset, ekonomi, spor gibi her alanda ihtiyaç duyulan bir konu. Bundan dolayı da farklı birçok disiplinde akademik olan ya da olmayan nitelikteki çalışmalara katılma fırsatım oldu.
Sağlık alanı da bunlardan biri. Konu iletişim olunca da kaçınılmaz olarak sağlık yönetimi, ekonomisi ve uygulamalarına ilişkin birçok konuya tanıklık ediyor insan. Üniversitelerde uzun yıllar sağlık iletişimi, sağlık okuryazarlığı gibi başlıklarda dersler verdim, işin saha tarafında da bulundum.
Bu yazıda özellikle bir konuya ve bu konu üzerinden de yaşadığım bazı deneyimlere değinmek istiyorum. Sonuçta kulaktan kulağa konuşmalarda kalmasın, tarihe bir not olsun. Konumuz Hasta Dernekleri…
“Neden hasta dernekleri?” diyeniniz olabilir, kısaca değineyim. Sağlık alanında var olan özel ya da kamusal nitelikteki yapılar içinde belki de “en önemlisi hasta dernekleridir” diyebilirim. Çünkü hasta dernekleri hak savunuculuğu yapan, hastalık alanıyla ilgili gerekli çalışmaları en hassas bir şekilde ve hastaların çıkarlarını gözeterek gerçekleştiren organizasyonlar… Sağlık alanındaki diğer yapılara, hekim derneklerine, ilaç kuruluşlarına, özel ya da kamusal sağlık kurumlarının oluşturdukları örgütlere benzemezler. Zira eşekten düşenin halinden ancak eşekten düşen anlar…
Neredeyse diyebilirim ki devletin sağlık kurumları dahi hastalık alanıyla ilgili ve hasta çıkarları konusunda onlar kadar hassas değil… Bundan dolayıdır ki Dünya Sağlık Örgütü dünyanın her yerinde sağlıkla ilgili özel şirket ya da devlet kurumlarının hepsine hasta dernekleri ile çalışmalarını tavsiye eder. Zira diğer tüm yapılar hastalık ve hastalar var olduğu için vardırlar. Ama durum bizim ülkemizde pek nanay…
Aslında bu bir sivil bilinç meselesidir, toplumsal aklın gelişmişliğiyle ilgili bir konudur. Ticari çıkarlar üzerine kurulu bir sağlık piyasası düzeninde hasta çıkarlarını, hasta haklarını savunacak, hastalık konusuyla ilgili toplumu bilgilendirecek, kuralsız bir hal almış olan böylesi piyasa düzenlerinde bir nebze de olsa denge sağlayacak bu türden kuruluşlara ne kadar çok ihtiyaç olduğu ortada iken gel gör ki hasta dernekleri dış kapının dış mandalı…
Ülkemiz bu konuda yeterli düzeyde bir bilince sahip olmadığı için, hastalar ve hasta yakınlarının desteğiyle kurulmuş olan bu dernekler maalesef yeteri kadar ilgi görmüyor. Olmayan kaynakları ve çabalarıyla ayakta durarak bir şekilde çalışmalarını yürütüyorlar. Çoğunlukla Ankara’nın kirlenmiş kamu koridorlarında dışlanmaktan kurtulamayan bu hasta dernekleri, hak savunuculuğu yaparken ters düştükleri özel sağlık şirketleri tarafından da öyle sanıldığı gibi bir ilgiyle karşılanmıyorlar. Uluslararası yaklaşımlar, amiyane tabirle kısmen de olsa dayatmalar olmasa, ülkemde bu türden sivil girişimler hiç kâle alınmayacak.
Oysa hasta dernekleri bireysel ve toplumsal sağlığın gelişiminde önemli bir bileşendir. Hatta ve hatta ilaç şirketlerinin, özel sağlık kurumlarının, kamu sağlık yönetiminin kalite bakımından gelişmesinin de düpedüz bir kaynağıdır. Yararlanmasını bilene… Vatandaşların sağlıklı olma bilincinin gelişiminde, koruyucu sağlıkta, toplumsal sağlık yükünün, kamu sağlık maliyetlerinin azaltılmasında bir aktördür.
Dünya Sağlık Örgütü sağlığı, yalnızca hastalık veya sakatlığın olmaması durumu değil, bedensel, ruhsal ve sosyal olarak iyi olma hali şeklinde tanımlıyor. Yani sağlığımızı kaybetmemek için sağlıklı olma bilincini geliştirmemizi, hasta ya da sakat olmadan önce bu konularda önleyici, koruyucu anlamda bir şeyler yapmamız gerektiğini hatırlatıyor.
Kısaca ifade etmek gerekirse sağlıklı olma durumu, biyolojik ve genetik faktörlere, sağlıksız çevresel faktörlere, yaşam tarzı ve sağlık bakım sistemlerine doğrudan bağlı. Hal böyle olunca da koruyucu sağlık, sağlığın geliştirilmesi başlıkları öne çıkıyor. İşte burada öne çıkan ilk konu “Primordial Korunma”… Yani risk faktörleri ortaya çıkmadan riskleri önlemek… Obezitenin engellenmesi, erken yaşta sigara kullanımının yok edilmesi gibi… “Sağlığın Geliştirilmesi” yaklaşımı bu bakımdan çok önemli.
Sağlığın teşviki ve geliştirilmesi konusu kısaca bireyin kendi sağlığını geliştirme ve kendi sağlığı üzerindeki kontrolünü arttırma gücünü kazanması olarak tanımlanıyor. Yani bu anlayışa göre hasta olmamak, sağlıklı yaşamak için yeterli düzeyde bilgi ve becerilere sahip olmak gerekli. Bireylerde böylesi bir ilerlemeyi sağlamak için de bilgilendirme, öğretme, davranış değişikliği geliştirme amaçlı çalışmalar yapmak yani sağlığın geliştirilmesi faaliyetlerini hayata geçirmek elzem hale geliyor.
Bu konuda çok fazla yayın var meraklı okurların bu yazılara göz atmasını tavsiye ederim. Ama burada iki önemli gelişmeyi atlamadan geçmeyelim. Zira konumuz bakımından önemli…
İlki Sağlığın Teşviki ve Geliştirilmesine Yönelik 1986 yılında ortaya konmuş olan Ottawa Sözleşmesi. Bu sözleşmeye göz attığımızda şu üç temel stratejiyi görürüz: “Sağlık koşullarının yaratılması için sağlığın desteklenmesi; insanların tam sağlık potansiyellerine erişmelerinin sağlanması ve sağlık arayışında toplumdaki farklı çıkarlar arasında arabuluculuk yapılması.” İşte bu stratejilere ulaşmak için de şu eylem alanları belirlenmiş: Sağlıklı halk politikası oluşturulması, sağlığı destekleyici çevrelerin yaratılması, sağlık için toplum hareketinin güçlendirilmesi, kişisel becerilerin geliştirilmesi, sağlık hizmetlerinin yeniden yönlendirilmesi.
İkincisi ise aynı çalışmaların devamı niteliğinde olan 1997 tarihli Jakarta Bildirgesi. Bu bildirgede de “21. Yüzyılda Sağlığın Teşviki ve Geliştirilmesi” için şu beş öncelik belirlenmiş: Sağlığa yönelik sosyal sorumluğun teşvik edilmesi, sağlık gelişimi için yatırımların artırılması, sağlığın teşviki ve geliştirilmesi için ortaklıkların genişletilmesi, toplum kapasitesinin artırılması ve bireylerin yetkilendirilmesi, sağlığın teşviki ve geliştirilmesi için altyapının garantilenmesi.
Konuyla ilgili çok fazla içerik var. Yazımız nedeniyle ayrıntılarda boğulmamak için buraları geçiyorum. Ama her iki maddede de dikkatinizi bir yere çekmek istiyorum. İlk metindeki “Sağlık için toplum hareketinin güçlendirilmesi” ve ikinci metindeki “sağlık için toplum kapasitesinin arttırılması ve bireylerin yetkilendirilmesi”. Her ikisinde de toplumsal kapasite ve bireysel bilincin altı çiziliyor. Hoş diğer maddelerin de temel amacı zaten bu…
Uzun lafın kısası, günümüz dünyasında sağlığın geliştirilmesi ve teşviki konusu dikkat çekici bir şekilde öne çıkmaya başladı. Toplumsal kapasitenin arttırılması, bireysel ve toplumsal düzeyde sağlıklı olma bilincinin yaygınlaştırılması önem kazandı.
Zira öteden beri fabrika kapitalizmiyle birlikte sağlıksız bir dünya yaratılmış ve bu dünyanın hem insanlık hem de toplumlara ve yönetimlere ciddi bir yük doğduğu artık herkes tarafından kabul edilir hale gelmişti. Artık önemli adımlar atılmalı, bireylerin ve dolayısıyla toplumun sağlıklı olma bilincinin geliştirilmesine yönelik çalışmalar yapılmalıydı.
İşte bizde de bu konularda farkındalık 2000’li yıllarla birlikte oluşmaya başladı. Öyle toplumsal ya da politik bir bilinç ışığında değil tabi! Dünya Sağlık Örgütü ve sağlıkla ilgili küresel organizasyonlar Ankara ile çalışmaya başladığında masaya bu konuları taşıdılar. Doğal olarak bizimkiler için de olumlu sonuçları vardı bunun… Sonuçta vatandaşlar sağlıklı olma bilincine sahip olurlarsa toplum sağlığı olumlu yönde gelişir ve aynı zamanda sosyal yükler azalırken kamuya doğan mali ve idari yüklerde de azalmalar gerçekleşirdi… Geçmişte yok muydu bu türden çalışmalar diyebilirsiniz. Vardı ancak onlar devletin bizzat yönettiği, yaptığı işlerdi. Uyarıcı nitelikteki çalışmalardı. Toplumsal bir kapasite amacı da içermiyordu. Bizzat devlet kurumları yasak savar gibi işler yapıyordu. Çalışmalar yaygın, toplum tarafından, vatandaşlar tarafından sahiplenilir nitelikte değildi. Zaten yapılan faaliyetlerin sonuçlarını bilen de yoktu. Hizmetlerden yararlanan vatandaşlara yönelik kullanılan iletişim dilinden bunu anlamanız mümkün. Hastane duvarlarında “susun işareti” yapan hemşire fotoğrafını sanırım herkes hatırlar…
Tabi değişmek öyle kolay iş değil. Öncelikle devlet aklını, kurumların iş yapma biçimlerini değiştirmeniz gerekiyor. Sonra sağlığın geliştirilmesi hedefi kapsamında toplumsal kapasite, bireylerde sahiplenme yaratmanız lazım. Bunun içinde alışkanlıkları, davranışları değiştirmeniz gerekiyor. Davranış değişikliği için de düşünüş biçimlerini değiştirmeniz lazım. Yani sağlığın geliştirilmesinin bir bileşeni olan sağlık iletişimi konusunda çalışmalar yapmak kaçınılmaz hale gelmiş oluyordu.
İşte bu noktada sürece dahil olmuştum. İletişime ihtiyaç vardı. Etkili mesaj, etkili iletişim kanalı, etkili iletişim kaynağı, sözcü, hedef kitle vesaire…
O yıllarda Ankara’da bu konularda yetkin bir kamu birimi yoktu. Batıdaki örneklerine özgü bir bürokratik yapılanma için arayış söz konusuydu. Geçmişteki dostluğumuz, iletişim alanındaki çalışmalarım ve belki de bu alandaki görüşlerim etkili olabilir bilemiyorum dönemin bakanının iletişimle ilgili işlerinden sorumlu olan bir dostum aradı. Çalışmalarından, yapmak istenilen şeylerden bahsetti. Doğrusu umut vericiydi. Çok önemli bir boyutun altını çiziyordu. Akademik alandan bir destek olur mu düşüncesiyle beni de davet etti. O vakitler çalışmalara destek olmak amacıyla Ankara’ya epeyce gittim geldim. Ve o önemli adım nihayet gerçekleşti ve Sağlığın Geliştirilmesi Genel Müdürlüğü 2011 yılında kuruldu. Bugün sizlerin bildiği “Dumansız Hava Sahası”, “Obeziteyle Mücadele” gibi bazı sağlık iletişimi kampanyaları işte o dönemlerde gerçekleşmişti.
Faydalı bir çabaydı şüphesiz. Ama esas konu hala bu değil…
Esas konu “Sağlığın Geliştirilmesi” çalışmalarının yetersizliği, toplumsal kapasite geliştirmeye yönelik doğru düzgün bir çabanın harcanmaması ve bilakis bütün bunların özel sağlık şirketleri ve piyasasının öncelikleri, onların desteklenmesi amacıyla kasıtlı olarak ötelendiği düşüncesinin bariz olarak görülür hale gelmesi…
O ilk yıllarda sağlık iletişimi için yapılacak çalışmaların çok maliyetli olduğu düşüncesinden hareketle bir toplantıya davet edilmiştim. Nasıl bir çözüm bulunabilir düşüncesiyle fikirler değerlendiriliyordu. Toplantıda yer alan bakanlık bürokratları sağlık iletişimi ve kampanya işlerinin çok maliyetli olduğundan dem vurarak özellikle reklam harcamalarının altından kalkamayacaklarını anlatıyorlardı. Kısaca bu işlere nasıl bir kaynak bulacakları derdine düşmüşlerdi. Oysa dert daha bir başkaydı. Yani alışkanlıklarından kurtulamamışlar, sağlık bilincinin yaygınlaştırılması konusundaki çalışmalar için toplumsal kapasite geliştirmeyi, hasta dernekleri gibi sivil yapılardan yararlanmayı hiç düşünmüyorlardı. Yani “kamu kaynaklarından nasıl bir imkan yaratılabilir ve bakanlık olarak biz bu işi nasıl yaparız” konusuna yoğunlaşmışlardı. Madem öyleydi ben de tavsiyede bulundum: “Çok kolay. Siz kamu olarak ilaç ve özel sağlık kurumlarının ödemelerini yapmıyor musunuz? O zaman ödemelerden mesela on binde bir kesinti yapın, tıpkı TRT için elektrik faturalarından yapılan kesinti gibi bir kesinti yapın ve sağlığın geliştirilmesi amacıyla yapılacak iletişim çalışmaları için harcanacağını söyleyin” dedim. Sonuçta bu şirketler, ilaç ve sağlık hizmetlerinden yararlanan vatandaşların hizmet bedellerini SGK üzerinden alıyorlardı ve ortaya çıkan faturalar hiç mi hiç az değildi. Üstelik vatandaşların sağlıklı olma bilincini geliştirmek için yapılacak böylesi ciddi bir sosyal sorumluluk çalışmasına özel sektörün katkı sunmaması mümkün olamazdı. Ne mi oldu? Duymamazlığa geldiler… Tıpkı RTÜK’te yaşadığım deneyim gibiydi bu da… Tabi bu konu ayrı bir yazı konusu, ileride yazarız…
Özel şirketlerle ters düşemezlerdi şüphesiz. Sağlık alanında kamu-özel sektör ilişkilerine bakınca bu anlaşılır bir konuydu…
Bakın sadece 2021 yılı verisine göre bazı rakamlar paylaşayım. Siz gerisini zaten hemen anlarsınız. 2021 yılı toplam sağlık harcaması 353 milyar 941 milyon TL. Bir önceki yıla göre yüzde 41,6 oranında artmış görünüyor.
Toplam sağlık harcamaları içinde devlet harcamalarının oranı 2021 yılında %79,2, özel sektör sağlık harcamasının oranı ise %20,8. Devlet ve özel sektör harcamalarının alt kırılımlarına baktığınızda 2021 yılında Sosyal Güvenlik Kurumu %47,2, Merkezi Devlet %31,4, Hane halkları %15,9, Sigorta Şirketleri %2,6, hane halklarına hizmet eden kar amacı gütmeyen kuruluşlar ile diğer işletmeler %2,3, mahalli idareler %0,6’lık bir pay ile bu ödemelerde yerini almış. Yani sağlık harcamaları, pardon kimilerine göre sağlık yatırımları göreceğiniz üzere sizin benim vergimle oluşan kamunun sırtına binmiş.
Sağlığı geliştirdik diye böbürlene böbürlene yönetildiği iddia edilen şey budur. Yani çoğu yabancı olan ilaç şirketlerinin karlarını garanti etmek, bir kısmı kendi politik yandaşları ile kurdukları hastanelerin, özel sağlık şirketlerinin finansmanını sağlamak ve dahası kullanışlı olmayan dev şehir hastanelerinin yapımı amacıyla inşaat sektörü için iş yaratmak. Devlet üzerinden yapılan sağlık ödemelerinden halk sağlığı için, halkın sağlıklı olma bilinci geliştirmek için kesinti yapın dediğimde duraladıkları nokta işte burası…
Yıllar önce sağlığın geliştirilmesi konusundaki yaşadığım bu deneyimin pek değiştiğini göremiyorum. Zaten ben de aynı yerde duruyorum.
Devlet taraf değildir, taraf olsa bile yeri halkın yanıdır. Özel hastanelerin, ilaç şirketlerinin garantörü de değildir… Toplumsal sağlığın gelişimi için hasta derneklerinden yararlanmayı halen öğrenememiş bir devlet aklıyla sağlıklı olma bilicine ilişkin gelişmeler beklemek hayal olur.
Giderek yükselen bir şekilde sağlık harcamaları artıyor. Hastanelere müracaat sayısı 2021 yılında bir önceki yıla göre yüzde 13.89 oranında artarak 314.4 milyon kişiden 358.2 milyon kişiye yükselmiş. Kişi başına sağlık harcaması 2020 yılında 2 bin 997 TL iken, 2021 yılında %40,3 artarak 4 bin 206 TL’ye yükselmiş. Hanehalkları tarafından tedavi, ilaç vb. amaçlı yapılan cepten sağlık harcaması 2021 yılında bir önceki yıla göre %40,5 artarak 56 milyar 342 milyon TL’ye ulaşmış. 2010 yılında 308,5 milyon civarında reçete yazılmış iken bu sayı %11 civarında artarak 2020 yılında 342 milyon seviyesine ulaşmış.
Veriler ortada. Belli ki ülkece sağlığımız bozuk gidiyor…
Tüm bunlardan öte ayrıca şunu da söylemeliyim. Sorun bir yönetim anlayışı sorunudur. Halen 1970 kafasında giden koca bir bürokrasi ve tercihleri yanlış politik karar vericiler, binasıyla, aleti edevatı, makine teçhizatıyla kendini ne kadar cilalarsa cilalasın aynı kafayla işlemeye devam ediyor.
Sağlık düzeni halen özel şirketlerin çıkarlarına göre işliyor ve sağlığı bir piyasa gibi gören devlet aklıyla yönetiliyor. Geçmiş olsun.
Görsel : unsplash.com