Gözüme Sis İndiğinde, Bertha da Kaybolacak…

0
107

Bertha huzurevinin koridorunda ağır aksak ilerliyordu. Koridora bakan devasa camlar İstanbul’un davetkar sonbahar havasını içeriye buyur ediyordu. Bertha’yı uzaktan izleyen ben, kendisine hayranlıkla karışık saygı ile bakıyordum. Bertha 87 yaşında, çok görmüş çok geçirmiş, çok sevmiş çok sevilmiş, neredeyse huzurevinin temel direği olan muhteşem bir kadındı. Zeki, bilge ve mücadeleci ruhu ile karşımdaydı. Sanki onun onayı olmadan huzurevinin koridorlarında, odalarında, salonlarında, yemekhanelerinde  bir şey kıpırdayamaz, nefes alamaz, hareket edemez gibiydi. Bir gün anlatırım çünkü başka bir hikayedir bu, huzurevinin beni kabullenmesi bile onun bana sunduğu ve de herkese gösterdiği bir tebessümünde saklıydı.

İlerlemiş yaşına rağmen fikren ve ruhen dimdik duran Bertha’nın en büyük zevki, keyfi, merakı MR çıktılarına bakmaktı. Özellikle beyin görüntülemeleri özel ilgi alanıydı. Odasına her gittiğimde beynin yapısı, işleyişi, şaşırtıcı yanları üzerine konuşmak isterdi. Bunu öğrendiğimden beri onun ilgisini çekebilecek bilgileri önceden çalışır, becerebilirsem görselleri toparlar yanına girer, dakikalarca konuşurduk. Mutlu olurdu, mutlu olurdum. Bertha sohbetin aralarına kendi hikayesinden parçalar da eklerdi. Bu satırları yazarken odanın kokusu, odanın mevsimlere göre değişen renkleri, gölgeleri, Bertha’nın yüzünün her bir ayrıntısı, gözlüğünün kırık sapının bandı, neredeyse hiç çıkarmadığı koyu yeşil örgü yeleği gözümün önünde ve beni şu andan ayırmakta. Kim bilir belki arada orada olma isteğinin tezahürüdür bu kadar canlı hissetmek geçmişi. Bir parçam hala orada, o odada Bertha’nın yatağı üzerinde kalmıştır. Belki ikimiz de oradayız halen. Zaman, illa bildiğimiz ya da kavrayabildiğimiz gibi olmak ya da akmak zorunda mı?

Bertha’nın kocası ki kaç yıl önceden bahsediyorum anlayın diye not düşüyorum; Beyoğlu’na şapkasız çıkılmadığı zamanlar, Mercan Yokuşu’nda kalaycı imiş. Hatta dükkânın önüne ıhlamur ağacı bile dikmiş. Sırf Bertha ıhlamur sevdiği için. Dedim ya çok sevilmiş ve sevmiş. Hep doktor olmak istemiş ama ailenin en büyük çocuğu olduğundan, ailesi için çorap fabrikasında çalışmaya başlayınca doktorluk hayalleri de sonsuzluğa uğurlanmış. Bertha için bunun kendisine acımak ya da dinleyeni üzmek adına anlattığı bir hikâye olmadığını bilin lütfen. Hayatta başımıza gelenler onları nasıl anlamlandırdığımıza göre gerçeklerimize dönüşür inancı hakimdi çünkü Bertha’da. Sevdiceği, kocası, genç yaşta yanından sonsuza kadar ayrıldığında artık tek başına kızını ve oğlunu yetiştirmek zorunda kalan bir kadın ve anneydi. Birden fazla işte çalışarak evine ve emanetlere sahip çıkarak onları yetiştirmişti. Ailesini, arkadaşlarını çok severdi Bertha. Hayatı, yaşamayı severdi, seviyordu. Gerçekten de hayatın bir yolculuk olduğuna inanırdı. Varış noktası baştan belli olsa da o ana ulaşana kadar her gün, her sabah, her akşam yolculuğun kendisiydi hayat…

Bertha bir süre daha geniş camların aydınlattığı koridorlarda ağır aksak yürüdü, koridorların, odaların, salonların, yemekhanelerin sessiz ama sağlam güvencesi oldu. Bertha var oldukça dünya bildiği gibi dönebiliyordu. Sanki merkez oydu. Salınımın durabildiği, havanın sükûnete erişebildiği bir yerdi Bertha.

Bertha Covid salgınını da atlattı. Belki Yaradan’ın lütfu, belki huzurevinde gösterdiğimiz azami demeyeyim, insanüstü çaba ile kayıp vermeden sonuna erdiğimiz salgın sonrası yeni bir hayata başlayabilirdik.

Fakat Bertha eskisi gibi değildi artık. Değişiklikler başlamıştı. Önceleri geniş camlı koridorlarda daha az dolanır oldu. Sonra giderek odası onun hiç çıkmadığı yer oldu, sonra yatağı. Bertha geri çekiliyordu, onu bir şey geri çekiyor, sislerin arasına katıyordu. Bertha unutmaya da başlamıştı. Bertha artık etrafa da şüphe ile bakıyordu. Ben biliyordum neler olduğunu. Şüphelerim doğruydu. Evet Bertha yeni, yepyeni ama bilinmezlerle dolu bir yolculuğa çıkıyordu. Bertha’nın yeni rotasını Alzheimer belirleyecekti. Belki de ilk defa Bertha için yanında olan bizler, başına gelen hakkında onun yerine bir anlamlandırma yapacaktık. Madem ki Bertha’nın başına bu gelmişti onun gerçeği bizlerin vereceği anlam çerçevesinde şekillenecekti. 

Bertha kaybetmeye mi mahkumdu yoksa bu, yol alınacak bir yolun başı mıydı? Karar bizimdi. Bertha yavaş yavaş bu hayattan silinecek miydi hiç var olmamışçasına?  

Ne yazık ki genel inanış toplumlarda bu yöndedir. Demans hastalarının yavaş yavaş yok olduğu ve kimliğinin kaybolduğu algısı sıklıkla tüm gidişatı şekillendirir. Buna o kadar çok şahit olmuşumdur ki. Her seferinde de bu inanışın karşısında Don Kişot gibi durmuşumdur.

Elbette demans insanları etkiliyor. Demansın kişileri yalnızca kısa süreli hafızalarını kaybetmelerini değil, çok farklı şekillerde; duyusal, duygusal, fiziksel alanlarda da kayıplar yaşattığına eminiz. Burada önemli olan, kişi demansla yaşıyor olsa bile ruhunun biricikliğinin, özünün orada var olmaya maya devam ettiğini de biliyor olmamızdır. Biliyor olmanın ötesinde emin olduğumuz ya da emin olacağımız bir gerçekliktir bu. Lütfen, tüm kalbim ve tecrübemle diyorum ki: bu gerçekliğe sarılın. Bu, her iki taraf için de hem demans hastası hem sizin için yolculuğun gerçek pusulası olacaktır.

Bunun Bertha için de geçerli olduğunu, gerçek olduğunu biliyorum.  Bertha’nın ruhunun özü, kim olduğu değişmedi. Etrafına, ailesine olan sevgisi, kimi zaman hırçınlığı, mizah anlayışı, kendine ve dünyaya merakı aynı kaldı.  

İnsanlar bir kişinin demans olunca yitip gittiği inancını veya algısını neden taşır? Unutuyor olmak her şey mi? Ya da değiştirelim soruyu… Hatırlıyor olmak her şey mi? Bu, görünen dünyanın ispatı olarak kolaycılığa kaçmak mı? Ya da taa Descartes’ten beri gelen “düşünüyorum o halde varım” önermesinin oldukça yanlış anlaşılmasında mı saklı bu tutum? Demansın zamanla hafızayı, bilişsel yetenekleri ve kişiliğin bazı özelliklerini etkileyen ilerleyici ve dejeneratif doğasına mı bakıp kalınıyor? Tıpkı uçurumdan aşağı bakar gibi. O uçurumun derinliğinin bizi aşağı çekmesi gibi.

Oysa Winnicout’ a kulak kesilirsek demans hastası ve kendimiz için çıkış noktasını bulabiliriz. Yeniden biz olabiliriz. Şöyle ki, Winnicout bir çocuğun annesinin gözündeki pırıltı olmasını içten içe arzu ettiğini yazar. Pırıltı, çocuğun anne tarafından duygusal olarak fark edilme, yansıtılma arzusunun bir metaforu olarak görülebilir. Bu pırıltı, yani çocuğun gördüğü yansıma, güvenli ve özgün bir benlik duygusu oluşturmasına yardımcı olur.  Böylelikle duygusal sağlığı ve dayanıklılığı teşvik edilir. Anne çocuğa sevgi, neşe, tanınma ve anlaşılma duygularını geri yansıtınca ki bunları da yüz ifadeleri, sözler, eylemler yoluyla yapar, çocuk kendini dünyanın değerlisi, en önemlisi görülmüş hisseder. Karşılığında çocuk da pırıldar.

Demans hastaları için özerklikleri, hafızaları, birçok yetenekleri demans tarafından hışma uğrarken bakım verenin giderek daha fazla devreye girmesi gerekir. Bu zorlu görev başladığında kimse bakım verenin mükemmel olmasını beklemesin, hatta bakım verenin kendisi de. Yeter ki Winnicout’ın anlattığı gibi, hastanın duygusal ve fiziksel ihtiyaçlarına duyarlı ve uyumlu olunsun. Tıpkı yeterince iyi bir anne gibi, bakım veren de demans hastasının kendini güvende, desteklenmiş ve duygusal olarak anlaşılmış hissedeceği bir alan, ortam içinde her şeyi ile her şeyine rağmen onuruna, kişiliğine, kişisel geçmişine saygı göstererek tüm sahip olduklarını koruyabildiği bağımsızlık alanı yaratmayı denesin.

Acı ama gerçektir, insanlar çoğu zaman diğer insanlarla anlamlı bir bağ kuramamaktan dolayı içten içe kaybolurlar, ölürler. İnsanlar kişi merkezli bakımın ve demans hastaları için duyguların önemini anladıkça değişim başlar. Yeterince iyi bir anne gibi yeterince iyi bir bakım veren olmak fikri ve inancı yerleştikçe demans hastaları için de dünya değişecek. Onlar için elde kalan, korunan en önemli alan duygu alanı çünkü. Bunu geçen on beş yıllık mesleki tecrübemle her gün daha iyi anlıyor ve görüyorum. Keşke hepimiz anlayabilsek, anlamaya niyet etsek. Keşke hastaların eylemleri altında yatan duygulara daha fazla odaklanabilsek, odaklansak. Bunu başarabilseydik görecektik ki, göreceğiz ki demans hastası aslında silinip gitmiyor, gitmeyecek. Kaybolmuyor, kaybolmayacak. Bertha da bir yere gitmedi. Bertha bizlerin gözündeki pırıltıda yaşayacak. Ancak bizim gözümüze sis indiğinde, Bertha da kaybolacak…

Halen MR çıktılarına bakıyor, halen meraklı gözlerinin kalın gözlük camlarının arkasında parladığı anlara şahit oluyorum. Zaman zaman beni hatırlıyor. Oysa bilmiyor ki ben onunla ilgili hiçbir şeyi unutmadım, unutmayacağım. Bertha hep burada… Ama Bertha arada demansın kendine özgü doğasına geçtiğinde, yapmam gereken, yapmamız gereken tek şey bağlantıyı koparmamak… O’nun gerçekliğini kabul ederek, O’nun gerçekliğine ulaşmaya çalışarak köprüleri yeniden ve yeniden inşa etmek ve o köprülerden birlikte yeniden gerçekliğe geçebilmek…

Bertha ya da bir başka demans hastası demansın doğasına terk edilemez. Bizler, yakınları, onu tanıyanlar var oldukça onların yeri yanımız. Onların yeri kendileri. Kendi kendilerine yok olmalarına silinip gitmelerine izin veremeyiz. İçlerinde” o eski ben” hala ve hep mevcut. Doğduğumuz günden bu yana biriktirilen, üst üste konulan “ben” diye yaratılan o canlılık… O hayat.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz