Ben çok dinledim. Hem de çocuk yaşlarımda, henüz ergen bile değilken!
1960’lı yılların ikinci yarısında, başkent Ankara’nın güzide ilçesi Çankaya’daki bir ilkokulda okudum. 1969 yılının sonbaharı; aylardan Ekim, belki Kasım, yağmurlu bir gün… Fahriye Öğretmen okulun toprak bahçesine bizi çıkardı ve askeri nizama uygun biçimde sıraya soktu. Kollar ileri uzatıldı, hiza alındı ve yürüyüş başladı. Okula giden yol henüz asfaltla tanışmamıştı. Asker edasıyla, çamur yolda gidiyoruz. Boyum çok kısa, dolayısıyla sıranın en önündeyim. Çamura bata çıka, pek uzak olmayan bir yere kadar yürüdük. Küçük bir dükkânın önünde durduk, postaneymiş meğer. Orman Bakanı’nın karısı olan, bizim gibi çamurlara bata çıka okula gelen öğretmenimiz içeri girdi. Bekliyoruz. Bir süre sonra üçerli gruplar halinde içeri alındık… İlk grupta ben de varım. Boyumun kısalığı işe yaramıştı.
Arkasında ne olduğunu görmediğim bir bankonun ön tarafında, duvara dayanmış vaziyette demir ayaklı küçük bir masa duruyordu. Bankonun arkasındaki, üç düğmeli ceketli, siyah kravatlı adam bu masanın üzerine bir gazete serdi. Hürriyet olduğunu çok iyi anımsıyorum. Bizim eve siyah-beyaz Cumhuriyet girdiğinden, Hürriyet dikkatimi hemen çekmişti. Ne olup bittiğini anlayamadan kendimi ufak tefek adamın kolları arasında buldum. Adam beni kaptığı gibi masanın üzerine bıraktı. Çamurlu ayaklarım Hürriyet’teki fotoğrafı berbat etmişti. Ama fotoğraf neydi, hiç iz bırakmamış belleğimde. Sonra duvardaki bir şeye uzandı, aldı ve onu kulağıma tuttu. “Dıtttt” diye bir ses geliyordu. Bir telefondu bu ve okulda telefon sinyal sesini duyan ilk öğrenci olma şansına, hatta “şerefine” erişmiştim. Bacaklarımın titrediğini çok iyi hatırlıyorum. Hepimiz sırayla bu sesi dinledik. Mektup, gazete ve lambalı radyo dışında yeni bir iletişim aracını daha tanımış oluyorduk böylece. O gün bir kez olsun “Alo!” demesek de.
Onu dört yıl sonra evimize telefon bağlandığında deneyimledim ilk kez. 1973 yılıydı, Cumhuriyet kurulalı 50 yıl olmuştu. Mahalledeki tek telefona sahiptik. O yıllarda epeyce bir telefon dinlemişliğim var! Konu komşunun nişanını düğününü, ölüsünü dirisini, hastasını sağını, kaçağını göçeğini ilk duyan, ilk bilen oluyorduk. Ne gelen gidenden annemin yüzü asılırdı ne telefon faturası babamın gözünde büyürdü. Komşuların iletişim kurmasına vesile olmak ebeveynlerimi mutlu ederdi. Ağzımızı kimseye açmaz, duyduklarımızı ele güne yaymazdık. Henüz medya alanında bir nefer olacağım belli değildi. Ama belki de o kulak kabartmalar beni duymaya, görmeye, anlatmaya itti…
Yıllar geçti telefon dinlemenin insanların yaşamlarını nasıl alt-üst ettiğine ilişkin ibadullah örneğe rastladık. Siyasi hayatın direksiyonuna telefon dinlemelerin, “tape”lerin oturduğunu gördük. Dinleyen, dinlenen, dinleyeni dinleyen…
Aklınızı çelmeyeyim; böylesine bir telefonu hiç dinlemedim ama dinlediğim bir telefon hadisesi var ki, aklıma geldikçe hem gülerim hem düşünürüm. Vakti zamanında Sakıncalı Piyade Uğur Mumcu da yazmıştı bu 12 Mart kepazeliğini. Bizim eve telefon bağlanmasından iki yıl önce olmuş vaka. Belgeselci dostum Savaş Güvezne de hadisenin birinci elden öznesi:
“Akşam’da çalışan A. abinin asistanlığını yapmaya, gazeteci olmaya çalışıyorum. A. abi, aynı zamanda Almanya’daki bir ajansa Türkiye’den haber servisi yapıyor. Bir gün A. abinin evdeki telefon cihazı bozulmuş. O da TRT’de Dış Haberler Müdürü olan Emil Galip Sandalcı’dan evindeki telefon cihazını ödünç almış. Almanya’ya ilgili haberi telefon konuşmasıyla yazdırdıktan sonra cihazı bana verdi ve Emil Galip’in evini tarif edip götürmemi istedi. Emil Galip’in evi A. abinin evine 200 m. mesafede. Tarif ettiği apartmana gittim, kapıyı çaldım. Sert bakışlı bir adam açtı kapıyı. “Galip Bey’in evi mi?” diye sordum. Adam suratının sertliğinde “Hayır!” dedi ve kapıyı çat diye yüzüme kapattı. Karşı dairenin zilini çalmıştım ki, az önceki adam kapıyı tekrar açıp “Hangi Galip?” diye sordu. “Emin Galip” deyince, “Burası,” deyip beni içeri buyur etti. “Gerek yok,” dedim, “Telefonunu getirmiştim.” Dinlemedi bile beni ve kolumdan tuttuğu gibi beni içeri çekti… Telefon elimde, içeride tuhaf tuhaf insanlar.”
Kolumdan tutulup konduğum masanın üzerinde ilk kez telefon sesini duyduğum Çankaya’da, Savaş da kolundan tutulup bir evin içine sokulmuş. Meğerse polis eve karakol kurmuş. Savaş’ı kanapenin arkasına yere yüzükoyun yatırmışlar. Ne dese nafile, inandıramamış. Sonra… Sonrası Mamak… Savaş gibi eve gelen ve “enselenen” birkaç kişi de Mamak’a götürülmüş: Savaş’ın yanı sıra, önemli bir yayınevinin sahibine pantolonluk kumaş getiren bir genç kız, sokakta yoğurt satan bir satıcı… Yoğurtçu, “Aracım yolda kaldı, yoğurtlarım bozulacak,” diye ağlayarak yalvarmışsa da ikna edememiş polisleri. Savaş telefon cihazını bırakmamış elinden. Polisler de almamışlar. Kaybolur maybolur, zan altında kalmamak için olsa gerek.
Bir ay süren, kimseyle görüştürülmeyen bir gözaltı, kötü muamele, işkence… O günlerde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına idam cezası verilmiş, infazlar bekleniyor. Aralarında A. abinin de olduğu bir avuç insan infazı durdurmak için yırtınıyor. Hatta bu amaçla Sofya’ya bir uçak kaçırılıyor… O güne kadar hiç uçağa binmemiş olan Savaş da uçak kaçırma davasına dahil ediliyor. Savaş Dev-Gençli, mimli. Nitekim Dev-Genç davasından 8 yıla mahkûm ediliyor. Cumhuriyet’in 50. Yılı nedeniyle çıkarılan genel aftan da yararlandırılmıyor. CHP Anayasa Mahkemesine baş vuruyor ve Anayasa Mahkemesinin kararıyla affa dahil edilince özgürlüğüne kavuşuyor. “İşsizlikten” kameraman oluyor, hem de Emil Galip’in çalıştığı TRT’ye. Hem de tam bizim eve telefonun bağlandığı dönemde, hem de Çankaya’daki TRT’ye!
Birkaç yıl sonra yolumuz kesişti Savaş’la. TRT’den ayrılmıştı, serbest çalışıyordu. Birlikte birçok filmde çalıştık. Yönetmenliğini yaptığı filmlerde kameramanlığını yaptım, ortak filmler yönettik…
Cumhuriyet’in 100. Yılı bu yıl… Telefonlar artık “Dııtttt!” demiyor. Telefonlarımız artık mobil. Dokunmatik… Hatta sesli komutla bile karşı tarafı arayabiliyor. Yaklaşık bir saat önce, dijital ekrana koca parmaklarımı basa basa “cep”ten aradım Savaş’ı. 40 yıllık dostumla, yıllar önce dinlediğim ve acı acı güldüğüm bu telefon öyküsünü tekrar konuştuk. Yine gülüştük. İyi geldi gülüşme ikimize de. Savaş şimdilerde Akbelen’de mücadele ediyor. Çekim yapıyor, gelişmeleri cep telefonundan paylaşıyor…
Dün belediye otobüsündeyken otomatik anonslardan birini duyunca bu hikâye geldi aklıma. Aklımda tutabildiğim kadarıyla şu mealde bir anonstu:
“Sayın yolcular,
Bir yere tutunmadan telefonunuzla ilgilenmek hem sizin hem yolcularımızın can güvenliği açısından tehlike yaratmaktadır Lütfen telefonlarınızı…”
Nereden nereye… Telefon dinlenerek hiçe sayılan can güvenliğinden otobüs yolculuğunda telefonla muhabbetin yarattığı can güvenliğine…
Bir gün haberleşme tarihimiz üzerine bir belgesel çekersem Savaş’ın öyküsüyle başlayacağım…
Dinleyenin kulakları, izleyenin gözleri dert görmeye!