Guillermo del Toro’nun sineması baroğun kıvrımlı, merhametli ve masalsı estetiğine dayanırken, Mary Shelley’nin Frankenstein’ı gotiğin yarılma, kopuş ve varoluş sancısıyla örülüdür; bu iki dünyanın çarpışması, Del Toro’nun uyarlamasının kaderini belirliyor.
Del Toro’nun Frankenstein uyarlaması 7 Kasım’da yayımlandı. Biz sadık okurlar için (ben hem romanın hem de bu ikonun “diehard” bir hayranıyım) bu, az rastlanan bir an. Filmi sindire sindire izledim. Fakat itiraf etmeliyim: Del Toro’nun bir Frankenstein çekeceğini ilk duyduğumda çok da heyecanlanmadım. Çünkü Del Toro’nun sinemasal poetikası, Mary Shelley’nin karanlık anlatısına tam anlamıyla denk düşen bir zemin değil. Onun ellerinden mutlaka çocuksu, romantik ve masalsı tonlara sahip bir iş geleceği belliydi. Nitekim tam da böyle bir film geldi: estetik açıdan kusursuz, anlatı olarak romana oldukça yakın ama özü itibarıyla Shelley’nin yaratığına değil de bir tür gotik süper kahramana yakın duran bir canavarla.
Filmle ilgili kafamdakileri dökmeden, şunu söylemem gerek: Oscar Isaac, Viktor Frankenstein için harikulade bir seçimdi – Jacob Elordi de fiziki açıdan Canavar için biçilmiş kaftan. Del Toro’nun cast seçimi çok başarılı öte yandan son dönem Canavar uyarlamalarında karşımıza çıkan Christoph Waltz ise filme eklenmiş bir karakter olan Henrich Harlander’i canlandırıyor. Burada ufak bir yan yol açmam lazım. Bu yıl yaz aylarında vizyona giren Luc Besson’un Dracula uyarlaması. Malum Francis Ford Coppola’nın uyarlamasından beri Dracula adına ne yapıldıysa çoğu çuvalladı. Guy Maddin’in sahne uyarlaması “Dracula: Pages from a Virgin’s Diary”, E. Elias Merhige’in meta-filmi “Shadow of the Vampire” ve Robert Eggers’ın “Nosferatu”su tabii ki bir kenara. Luc Besson öyle hayranı olduğum bir yönetmen değil; 1990–1999 arası yaptığı işlerini severim ama sonrası benim radarımda değil. Luc Besson’un bir Dracula uyarlaması yapacağı haberi çıktığında, açık konuşayım Del Toro’nun Frankenstein’ından daha umutsuzdum. Bu filmin castı için herkes Christoph Waltz’a odaklansa da benim en çok umut bağladığım isim Caleb Landry Jones’tu. Sinemanın bu yeni çirkin karizması oldukça iyi bir oyuncu; her şey bir yana, geçen yıl Harvest’ta gösterdiği performans yeter de artar. Bu arada Zoë Sidel de çok iyi bir Elisabeta / Mina olmuş (Emmanuelle Seigner ve Lena Olin karışımı bir havası var).
Ancak filme gelirsek, Besson’un neden Coppola’yı bu kadar referans aldığını, hatta filmin bazı sahnelerini onun parodisine çevirdiğini anlamadım. Senaryo akıcı değil, ortada tanrıya yüzünü dönmüş ve lanetlenmiş bir vampirden ziyade ağlak bir mecnun var, yaptığı çoğu göndermeler amacına ulaşmıyor, Fransız sululuğunun gotikle sert bir uyuşmazlığı var – dahası görsel efektler can çekişiyor (hele o gargoyle köleler tam 90’lar Disney filmi kıvamında). Romana sadık kalmamasını bir kenara bırakıyorum; yorumlama adına saptığı noktalar da sıkıcı ve yüzeysel keza Netflix’in politik doğruculuğa kurban ettiği mini Dracula dizisi bile Besson uyarlamasından daha çekilirdi. Besson, Coppola’nın “Bram Stoker’s Dracula” filmi ile kıyaslandı, bir açıdan Del Toro da Branagh’ın Mary Shelley’s Frankenstein filmi ile karşılaştırılacaktı. Nedeni 1992 ve 1994’te peşi sıra gelen ve aynı yapımcı ortaklıklarına sahip bu iki film hem Bram Stoker’ın hem de Mary Shelley’nin kült romanlarına en sadık, en edebi ve en sanatsal uyarlamalar olarak sinema tarihindeki yerlerini koruyor.
Ben, “Cronos”tan beri Del Toro sinemasını çok severim; bu nedenle belki de bu işe hiç bulaşmasa daha iyi olurdu diye düşünen taraftayım- Del Toro’nun “stop-motion” animasyon olarak gerçekleştirdiği “Pinocchio”su muhteşemdi – keşke bir gün tamamlasa da izlesek dediğimiz Lovecraft uyarlaması “At the Mountains of Madness” da- olur da biterse ustanın başyapıtlarından biri olarak sinema tarihine kazınacak. Çünkü karanlık bir çocuk masalı ve Lovecraft’ın kozmik karanlığı Del Toro’nun sinemasına ve onun nevi şahsına münhasır dünyasına çok yakın. Ancak iş gotik edebiyatın tepe noktası Shelley’nin Frankensteinı’na gelince orada Del Toro sineması ile kaçınılmaz bir çatışma çıkıyor. Neden mi? Başta Del Toro’nun sineması Gotik değildir, onun sineması Barok’tur. Del Toro’nun dünyası karanlık, keskin ve ilahi ürkütücülükten öte- rüyasal bir kıvrımla biçimlenir. Deleuze’ün kıvrım kavramını baroğun ontolojik ilkesi olarak alıp gotik ve özellikle de Frankenstein’ın yaratığına uyguladığımızda, aslında çok ilginç bir karşıtlık ortaya çıkar: gotiğin dünyası kıvrıma değil, yarılmaya dayanır. Shelley’nin canavarı da bu yarılmanın vücut bulmuş hâlidir. Canavar, insanlığı ve kendi varlığını sorgulayan felsefi bir yabancıdır; onun trajedisi sevilmemişlikten çok var edilmiş olmanın lanetidir. Canavar, yaratıcına ne diyordu: “Eğer sevgiyi uyandıramazsam, korkuyu uyandıracağım ve özellikle de sana, ey baş düşmanım — çünkü yaratıcım olduğun için — sönmez bir nefretle yemin ediyorum.” Yani mealen “beni sevmeyecektin, neden yarattın?” diyor. Özetle Del Toro’nun birçok canavar öyküsünde yinelenen- canavarlar masumdur; asıl kötülük, insanlar ve kurumlar tarafından yaratılır romantizmi Shelley’nin canavarı ile uyuşmaz. O insanla karşılaşınca karanlığa değil, akıl yürütmeye, neden beni yaptın? sorusuna, varoluşsal bir isyana gider.

Filme dönecek olursan bu kötü bir film mi? Kesinlikle değil. Fakat Shelley’nin romanının temelindeki yaratıcı–yaratılan ilişkisine dair o varoluşsal çatışma – teoloji ile antropolojinin yeni yeni kurulan insan-merkezci dünyadaki takası – filmde yalnızca yüzeysel biçimde dolaşıyor. Shelley’nin romanı yaratmasındaki Galvanizmin etkisini unutmamak lazım (bu konuda üç yıl evvel yine Reportare’de yayınlanan “İki Asır Sonra Frankenstein’ın Bilinçdışına Bir Kazı” metnime meraklısı bakabilir). Unutmayalım ki romandaki Viktor Frankenstein, popüler kültürün çizdiği gibi bir çılgın bilim insanı değildir. Bu imaj, yıldırımı yaratım için çeken tuhaf ekipmanlarla çevirili laboratuvar, James Whale’in 1931 tarihli Karlofflu meşhur Frankenstein filminin popüler kültüre armağanlarıdır. Romandaki Viktor, hayatın ve hayatın ötesindeki gizemin ne olduğunu anlamaya çalışan; bunu büyük bir yaratma – yaşam verme saplantısına çeviren ve o saplantının doğurduğu varlıkla uzlaşamayan, yalnız ve trajik bir figürdür. Romanın en güçlü katmanı da buradadır: ontolojik, teolojik ve insan doğasına dair bir karanlık düşünce alanı. Del Toro’nun yorumunda bu derinlik, yerini yukarıda bahsettiğim yönetmenin kendine özgü naif ve romantik atmosferine bırakıyor. Hatta kimi anlarda film, Hellboy ya da Pan’ın Labirenti izliyormuş hissi verecek kadar Del Toro’nun evrenine saplanıyor.
Yukarıda değindiğim gibi; çoğu eleştirmen, romana en sadık uyarlamanın hala Kenneth Branagh’ın 1994 tarihli filmi olduğunu söyler. Bu doğru; fakat o filmin en büyük handikabı, yer yer karikatür düzeyine varan Shakespeareyen tonudur ve Robert De Niro’nun tuhaf biçimde uyumsuz canavar performansı da cabası da – buna rağmen De Niro’nun Canavarı, popüler kültürde Karloffla özdeşleşmiş olan ikonu yıkıp, romana yakın bir canavar formu yaratması açısından önemlidir. Romanın 1831 baskısı için Theodor von Holst’un çizdiği illüstrasyon, Shelley’nin tasvirine en uygun canavar yorumudur. Del Toro’nun canavarı fiziksel olarak bu tarife Branagh’ınkinden bile daha yakın duruyor. Ne var ki, Del Toro’nun yorumu; canavarın naturasının Shelley’nin yarattığı zihinsel ve ruhsal katmanlarla örtüştüremiyor. Shelley’nin canavarı yalnızca güçlü ve fırlatıldığı için trajik değildir; aynı zamanda olağanüstü derecede zekidir. Canavar; Paradise Lost’u okuduğunda yaratıcı ve yaratılan arasındaki teolojik paradoksu kavrayabilecek, hatta bunu tartışabilecek kapasiteye sahiptir. Onun en unutulmaz sözlerinden biri de bu yüzden hem edebi hem felsefi açıdan sarsıcıdır:
“Ben senin yarattığınım; senin Âdem’in olmalıydım, ama hiçbir suç işlemeden beni mutluluktan kovduğun için, daha çok düşmüş meleğe benziyorum.”
Ne yazık ki Del Toro’nun canavarında bu entelektüel derinliğin izi çok zayıf. İlginç biçimde, Shelley’nin yarattığı zihinsel ve duygusal karmaşıklığa en yakın yorumu, Rory Kinnear’ın canavarıyla Penny Dreadfulgibi pop bir dizide görmüştük. Sonuç olarak Del Toro’nun Frankensteinı, görsel ihtişamı ve gotik duyarlılığıyla hayranlık uyandıran; fakat Shelley’nin romanının kalbindeki o eşsiz ontolojik ve teolojik karanlığa tam olarak nüfuz etmeyi başaramayan bir uyarlama. Etkileyici bir film ama Shelley’nin Frankensteinı’nın derin ruhunu değil, yalnızca gölgesini taşıyor.

