İki Asır Sonra Frankenstein’ın Bilinçdışına Bir Kazı

0
274

1814 yazında Shelley çifti, Lord Byron, John William Polidori ve Claire Clairmont ile birlikte Byron’un Cenevre’deki evinde buluşurlar, buradaki buluşma üzerine çok fazla dedikodu üretildi; orjiler, afyon partileri vs. Ancak nesnel olarak buradaki buluşmanın gotik edebiyatın iki büyük eserini doğurduğunu biliyoruz; Shelley’nin  Frankenstein; ya da  Yeni Prometheus’u ve Polidori’nin Vampiri.

18. Yüzyıl Aydınlanması ile birlikte kurulan insan-merkezli dünyanın inşası ve rasyonalitenin yükselmesi ile birlikte ortaya çıkan pozitif deneycilik ve bilim-merkezli dünyanın çağrıları; bu genç entelektüellerin de ilgisini çekmişti. Yaşamın kaynağını sorgulamak ve insanın bu bilinmezlik içindeki konumunu saptamak ve daha sonra yeniden varoluşu sorguya çekmek gibi basit ama bir o kadar da çıkmaza saplanmış birçok soruyu temel arzu nesnesine çeviriyordu. Bu açıdan hem Frankenstein’ın hem de Vampir’in metinsel bilinçdışında yatan ontolojik ve semiyolojik devinimi kavramak bugün dahi çok önemli.

Buradaki çetin kavganın ipuçlarının izleri, hem metinlerin kendisinde hem de o gece orada olanların günlük ve mektup notlarında sürülebilir. Cenevre’de geçirilen gecelerin birinde Mary’nin nasıl bir çıkmazla boğuştuğunu, Dr. Frankenstein ve onun Adem’i dizayn edişi üzerine, Polidori günlüğüne şu notları düşmüştü: “Bir gece Mary, oturup odadaki iki şairin aralarındaki tartışmayı sessizce dinledi, Diodati’de iki şair o gece şu soruları soruyorlardı; doğanın hayat ilkesi neydi? Yaşamın birbirine bağlayıcı gücü kazanılabilir miydi? Belki de bir ceset yeniden canlandırılabilirdi, ne de olsa galvanizme böyle şeylerin olasılığı bahsedilmişti. O geceyi Mary uykusuz geçirdi”.[1]

Galvanizmin o dönem batı aydınları arasında yarattığı hizip, bilim ve din tartışmasını yeniden körüklemişti, o dönemi takip edecek olan İngiltere Lordlar Kamarasını epey meşgul eden tıp yasaları da bunun en belirgin göstergesiydi. Shelly’nin Frankenstein’ı bu hizipin kilitlendiği noktada bilimsel alt metnine ek olarak eski usül ezoterizmi de tartışmasına dahil etmişti. Shelley’nin Viktor Frankenstein’ı her ne kadar tutkulu bir bilim adamı olarak algılansa da aynı zamanda da apaçık bir simyacıydı. Kaldı ki Viktor Frankenstein’ın canavarını yaratma arzusu, galvanizmin ilkelerinden daha fazla mitik Golem anlatısından daha çok besleniyordu.

Paracelsus, 1529’da yayınladığı “De homunculis” ve 1537’de yayınladığı “De natura rerum” metinlerinde Golem mitinden beslenen homunculus önerisini simya literatürüne sokacaktı, simyanın felsefe taşı ile dünyada istenilen herşeyi yaratabileceği (dönüştürebileceği) fikri, homunculus tasarısını doğurmuştu. İnsanın, kilden yapacağı bir figüre, bazı simya deneyleri ile hayat vererek, insan yaratma olasılığı 16. Yüzyıl boyunca simya ile uğraşan tüm simyagerleri büyüledi. Golem mitinin şeceresi ve normatifi Talmut içinde yorumlanan Adem’in yaratışına uzanıyordu. Homunculus üretim önerilerinin erken örneklerinden biri de Arap simyacı Câbir bin Hayyan’ın 12. Yüzyılda Latinceye çevrilen ve kıta simyasını etkileyen Kitab al-Kimya’daki takwin fikriydi. Takwin, Cabir’e göre laboratuvarda başta insan yaşamı olmak üzere sentetik bir yaşamın yaratılabileceği önerisiydi. Öyle ki Cabir’in icat ettiği imbik, baz, kral suyu gibi modern kimyayı doğuracak malzemeler de homunculus saplantısına ait olarak görülebilir. O dönem Ortodoks inanca göre takwin fikri ne kadar heretik gelse de aslında kendinden asırlar sonra gündeme gelecek olan yapay organ ve doku mühendisliği gibi kritik alanlara ilham verecekti.

İnsanın en büyük merak konusu olan yaşamın kaynağı ve bu kaynağın insan eliyle yeniden üretilip üretilemeyeceği tartışmasının en belirgin edebi örneği olarak, Shelley’nin canavar hikayesinde kendini gösterdi. Shelley’nin Frankenstein’ı hem bu ezoterik hem de dönemi için çağdaş bilimsel mirasın üzerine inşa ettiği etik kavganın ötesinde çok daha varlıksal bir krizi de gündeme getiriyor. Shelley, tüm bu örünün temeline, insan eli ile yaratılmış (kurgulanmış) yaşamın bilinç, duygu, arzu ve korku gibi unsurlarını ve varlığı asıl kuran bireysel bütünlüğün bu unsurlarının eksikliklerin ile nasıl yozlaşabileceğini yerleştiriyordu. Edmund Jabes’in Adem ya da Kaygının Doğuşu şiirinde, direk yetişkin insanlar olarak yaratılan Adem ve Havva’nın çocukluk, hatıra ve geçmiş gibi bilinçdışını oluşturacak unsurlara sahip olmadıkları için nasıl kaygılı ve tamamlanmamış benlikler olarak kurgulandıkları karşımıza çıkar. Şiir’e bakacak olursak;

“Böylece yokluğuyla doğdu kaygı.

Havva’nın kopardığı aynı daldan düşmüş bir elma – kesilmiş ağacın dibine yağıyor.

Kaygı adında çürük bir meyve.

Boşluktan önce boşluğun görüntüsü.

Havva bilir miydi ki ısırılan elmanın içindekidir, onun ruhunu kemiren

Ne varsa kitapta sadece eksik bir sözün sonsuz hatırasıdır?

Böylece yokluğuna yokluk konuşur.

“Mazim benim için yalvarır” dedi. “Ama geleceğim sepetindeki ayrıklıkları baştan savmakla yetinir.”

Ardında gün olmayan bir günü hayal et, bir gece öncesi olmayan geceyi.

Hiçliğin ortasında birşeyleri ve hiçliği hayal et.

Anlattığın ne varsa bu küçücük şeye dair ki o sendin.

Ve Tanrı Adem’i yarattı.

Hatıradan yoksun bir insan olarak onu yarattı.

Çocukluğu olmayan insan, geçmişi olmayan insan.

(Gözyaşları olmadan, kahkahaları ve mutlulukları olmadan)

Hiçlikten doğmuş insan ki bu hiçliğin bir parçasını bile istemekten aciz.”[2]

Adem ve Havva’nın hatıra, olmayan çocukluk, olmayan geçmiş, gözyaşı, kahkaha, mutluluk gibi eksikliklerle yaratılmış olmaları aslında Dr. Frankenstein’ın Canavarı’nın da en büyük sorunuydu. Canavar ilk yaşama geldiğinde etrafında olup biteni anlayamayan, kavrayamayan ve kendini koruma kaygısı ile saldırganlaşan bilinçsiz bir hayvanın refleksleri ile hareket eder. Eğitildikçe, yaşadıkça onu katil olmaya götüren yol boyunca yaratıcısı doktora koşulsuz sadıktır ve ona yaranmak için her şeyi yapan konformist bir varlığa dönüşür. Canavarın dönüştüğü bu durum, Frankenstein’ı korkutur ve canavarı ötekileştirmeye başlar. Aslında daha Freudçu bir tanımla canavar artık Frankenstein için uncanny bir hal almaya başlar, bir zamanlar çok iyi tanıdığı (kendi yarattığı) varlığın artık ona yabancılaşması ve bu yabancılaşma ile canavarın doktor için bir tehdide dönüşmeye başlaması. Adem ve Havva meselinde de yasak meyve sonrası her ikisinin de Tanrı tarafından lanetlenip ötekileşmesi psikolojisinin bir izdüşümünü görürüz. Doktor ve canavar arasında geçen diyaloglara bakacak olursak bu durumun ne kadar trajik boyutlara ulaştığını görebiliriz. Canavar, onu yok etmek isteyen doktora şöyle diyordu:

“Senin yaratığın olduğumu unutma. Adem’in olmam gerekirken, düşmüş meleğin oldum; hiç günahım yokken sevinçten mahrum ettin beni. Her yerde eksiksiz bir mutluluk görüyorum; bir tek ben, telafisi imkansız biçimde u mutluluğun dışına itilmişim. İyilikseverdim, güzel huyluydum, acılar yüzünden bir ifrite döndüm. Beni mutlu edersen, yine erdemli olurum.”[3]

Canavarın hem mağdur hem de madun hali aslında, en temel ontolojik mesele olan; varlığın kaynağının bilinmezliği ve bundan dolayı varlığın kaygıya saplanışının alegorilerinden biridir. Varoluşun kaynağına ilişkin kriz bir soru gündeme geldiğinde; felsefe binlerce cevap önerisi sundu. Bu cevap önerilerinde evrenseli yakalama gayesi içinde ciddi cevaplar veren filozofların, ıskaladıkları en hayati şey: verdikleri cevabın kendi yaşamları boyunca karşılaştıkları kişisel deneyimlerin bir ürünü olduğuydu ve o deneyimlerin yinelgen çıkmazlar oluşuydu. Misal Gabriel Marcel, -varoluşun bir gizden ibaret olduğunu söyler- içine doğduğumuz ve asla kavrayamayacağımız bir giz; ona göre varoluş önümüze çözülmesi üzere konan bir problem değildir ya da karşılaştığımız bir çıkmaz da değildir. Marcel’in Katolik katılığı ve Birinci Dünya Savaşı sırasında cephede ölen askerlerin envanterini tutması ile bu giz teorisini ortaya atması arasında hatırı sayılır bir bağ vardır. Düşünün her gün onlarca ölüyle bakışıp, sonra o ölülerin bir zaman yaşayan varlıklar olduğunu devre dışı bırakarak, ambara getirilmiş arpa çuvalları gibi envanterini tutmak fikri sonunda sizi derin bir hezeyana sürükleyecektir – tam o kaygı nöbeti sırasında; Katolik katılığınız buna bir anda ket vurabilir. Derin inançla, inancı terk etme arasında Fransızlar’ın dediği gibi bir relapsa dönüşecekken kendi belleğinizi serbest bırakmaktan vazgeçebilirsiniz: sonuç Gabriel Marcel gibi varlığınızın bir gize hapsedilmesi olabilir. Bu durumda Marcel’in cevabı bize ne kadar cevap veriyor, tartışılır. Burada Adem gibi ya da Frankenstein’ın canavarı gibi kaygıya saplanacağız. Tabi bir de bu kaygının biçimi önemli olacak, içine düşülen kaygı Adem gibi yönü belli olan bir kaygı mı yoksa canavarınki gibi nereye sapacağı belli olmayan yönsüz bir kaygı mı?

Yönsüz kaygı – umutsuzluğa – umutsuzluk bir hastalık olan bekleyişe dönüşmeye başlar. En keskin haliyle eskatolojik bir bekleyişe dönüşecektir ki varlığın kaçınılmaz girdabıdır bu. Medet umulanın cevap vermemesi ve ona olan güvenin sarsılması. İbrahim’in meseli gibi, duyduğu sese tüm benliği ile teslim olup, oğlunu kurban etmek üzere taşa yatırması sonra sesin ona oğlunu kurban etmesinden vazgeçmesini söylemesi – İbrahim’in içine düştüğü kaygı ve benliğinde açılan yaranın Kierkegaard gibi bir sofuda nüksetmesi ve benzer bir hayal kırıklığı ile umutsuzluğa sürüklenmesi. Bu hal, Heidegger’in “fırlatılmışlık” ve “angst” arası sürüklenen insanlarında çok daha korkunç bir hal alarak yönsüz bir kaygıya dönüşecek.

Frankenstein’ın canavarının nedenini bilmeden var edilmesi ama o nedensizliğin farkına varmaya çalışırken yaşadığı huzursuzluk, hissettiği korku, içine düştüğü dehşet ve onu yok edilmesi gereken bir ötekiye dönüştürüp, düşmanlaştıran bir dünyaya karşı kaçamayacağı yabancılaşma duygusu iki asırdır bize görkemli bir varoluş tartışması sunuyor, Boris Karloff’un hayat verdiği ikonlaşmış canavar temsilinin çehresi bütün bu kavgayı zaten apaçık yüzümüze vuruyor.


[1] The Diary of Dr. John William Polidori, 1816, Relating to Byron, Shelley, etc. içinden. Çev: Halil Duranay.

[2] Edmond Jabes, Adam, or the Birth of Anxiety from The Book of Shares (1989). Çev: Halil Duranay.

[3] Mary Shelley, Frankenstein ya da Modern Promethus. Çev: Yiğit Yavuz. İş Kültür Yayınları.