“Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya” der Gülten Akın İlkyaz şiirinde. Ne zaman aklıma gelse kalbime bir ağrı girer, kendime sitem ederim. Çünkü durup incelikli şeyleri anlamaya vakti olmayanlardan biri de bendim. (Ve hâlâ biraz öyleyim) Durup incelikli şeyleri düşünmeye, yaşamaya, hissetmeye vaktinden çok hali ya da niyeti olmayanlardan… Hep bir acelesi olanlardan. Hep yetişmeye çalışanlardan… Şipşak hayatçılardan yani…”Bir dur” dendiğinde cevaplarımız da hazırdır “ben böyleyim” Oysa evvel zaman içinde bir arkadaşımın dediği gibi “öyle olmak bir kadro değildir” Her şey değişir… İnsan da…
İnce şeyleri anlamaya vakit kalmamasının daha doğrusu vakit bırakmamanın bir nedeni elbette biraz maişet derdi. Faturaları, işi, gücü, sorumlulukları, memleket halini düşünürken ince şeyler bir buluta binip yanımızdan uçup gidiyor. Yanımızda duramıyor, solup sararıyor. Şairin dediği gibi “Dostların karnı aç” olduğunda menekşe parasına kıyıyoruz. Ne sabahın ilk çiğ tanesini bir bakışta görebiliyoruz ne de düşen bir yaprağın sesini tıp diye içimizde duyabiliyoruz.
Hep acelemiz ve telaşımız var, sürekli yetişmeye çalışıyoruz. Hep koşuyor, koşturuyoruz. Ama bütün bunlar arasında, bütün bunlara rağmen ince şeylere mesafeli olma nedenimiz galiba “yaralanma” korkusu.
İçimizi biraz açsak biri iğnesini batıracak sanıyoruz. Yaramızı biraz göstersek biri kanatır. Usul usul sevmeye uzansak biri yüzüstü bırakır. Hayal kursak biri hayatımızdan kırar. Kıymet versek, bize kıyılır sanıyoruz. Çoğunlukla öyle de oluyor. Yüreğimizi birine koşulsuz, “amasız” telaşsız, hesapsız, açtığımızda yaralanıyoruz. Bu yüzden kalbimiz, aklımız hep tetikte. Ve en acısı biz de başka birilerinin kalbini kanatmış, yaralar bırakmış oluyoruz. Etrafımıza gittikçe yükselen, kalınlaşan duvarlar örüp, kimsenin atlamasına izin vermeyecek kadar uzaklaşıyoruz bize yakın olmaya çalışanlardan, inceliklerden ve en çok kendimizden.
Duvar bir zırh. Bizi tekrar tekrar yaralanmaktan koruyan ve aynı zamanda inceliklerle araya mesafe koyan, denizin tuzunu, toprağın kokusunu unutturan. Belki incinmeden yaşatan ama başkalarını hep kanatan… Kıyımıza çekildiğimizi sandığımız yer aslında kafesimiz oluyor. O kafes bizi kendimizden bile saklıyor. Uçabildiğimizi bile unutuyoruz.
“Olmaz”larımız “olur”larımızdan fazla. Fark etmeden geçtiklerimiz, duraksadıklarımızdan çok. Güneşi beklerken gecenin güzelliğini kaçırıyoruz.
Asık suratımız gülümseyişimizi dövüyor. Karamsarlıklarımız, hayallerimizi yeniyor. “Yarın ne olur” kaygımız, bugünü elimizden kapıp alıyor. Acelemiz, hayatı ıskalıyor.
Durup ince şeyleri düşünmek hayatın en güzel macerası aslında. Yaşadığını fark etmenin, yaşamanın hakkını vermenin… Hani dibine kadar yaşamak dedikleri. Kırıla kırıla, düşe kalka, kanaya kanaya ve doya doya…
Başımıza gelecekleri düşünüp, planlar yaparken ıskaladığımız şey hayat…
‘Sonsuz’unu beklerken yaşadığımızın şahaneliğini unuttuğumuz şey oysa aşk… Göstermeye çalışırken bakmayı unuttuğumuz şey güzellik…
Sözün özü; bir yağmur damlası ile söyleşelim, papatyanın yapraklarını sevelim, evrene sürekli olumlu mesajlar gönderelim demiyorum. (Dileyen yapsın elbet) Kendimize bu karanlık, kargaşalı, izansız, acımasız, zor dünyada inceliklerden bir yer açalım diyorum.
İnceliklerinize selam ederim…
Kargo
Buraya eskilerden bir şarkı bırakıyorum. Hümeyra “Nasıl Anlatsam” diyor. İnceliklerden bahseden. “Bir köşede durup dinlenir gibi acelesiz ve rahat sevmeyi” anlatan.
Buraya bir kitap bırakıyorum. Suat Derviş’ten Alev Dudaklı Kadın. Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama döneminde geçen roman Şemsiaşk isimli cariyenin gözünden esir olmayı, aşkın anlatıyor.