Soğuk Savaş’ın etkisi 1974 kışının Almanyasında günlük hayatı ve insanların ruh halini şekillendirmişti. Kızıl Ordu Fraksiyonu-Rote Armee Fraktion (RAF) kapitalist düzeni hedef alarak özellikle Batı Almanya’da çok sayıda eylem yapıyordu. Sağ partiler ise her geçen gün artan göçmen karşıtlığı üzerinden güç kazanmaya devam ediyordu. Üniversite öğrencileri ülkedeki duruma sessiz kalmayarak protestolarını ara vermeden sürdürüyor. Özgür Berlin Üniversitesi, Frankfurt, Münih ve Heidelberg Üniversiteleri gibi tüm köklü okullarda öğrenciler taleplerini haykırıyordu. İşçi grevleri oldukça yaygındı. Ancak bu hareketler hükümetin otoriterleşme eğilimini de tetikliyordu. 1970’ler Almanyasının tarihe geçen bir diğer başlıklarından biri de göçmen işçilerdi. Gastarbeiter (misafir işçi) olarak adlandırılan göçmenler, ekonomiye katkı sağlamak için birçok ülkeden Almanya’nın farklı şehirlerine geldi. İtalya, Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya gibi ülkelerden getirilen işçiler, kısa zamanda göçmen karşıtlığıyla tanıştılar. İşçi vizesi ile gelenlerin yanı sıra Kuzey Afrika ülkelerinden de Akdeniz’i aşıp Almanya topraklarına ulaşan göçmenlerin nüfusu oldukça fazlaydı. Almanya sokaklarında daha görünür olan göçmenler ülkede baş gösteren ekonomik kriz, işsizlik ve tüm sosyal sorunların kaynağı olarak hedef tahtasındaydı. Düşük ücretler ile ağır koşullarda çalışan işçiler, konut ve iş yerinde ayrımcılığa maruz kalıyorlardı. Hukuki olarak statüleri netlik kazanmıyor, vatandaşlık hakkı ve aile birleşimi gibi konularda zorluklar yaşıyorlardı. Medya ve siyasette de ötekileştirme yaygındı. Bu yıllarda göçmen karşıtlığı konusunu sanat disiplinleri farklı perspektiflerden ele aldı. Toplumsal eleştiri görsel sanatlarda öne çıkmış, direniş dili gelişmişti. Sokak sanatları kamusal alanlarda daha görünürdü artık. Göçmen hikayeleri tiyatrolar aracılığı ile empati olanağı yaratmıştı. Beyaz perde de göçmen deneyimlerini kendi mecrasına taşımıştı. Yaşam mücadeleleri, ayrımcılık konuları sinemada ırkçılığa karşı bir direniş alanı yaratmıştı. Sorunlar tamamen çözülmese de toplumsal farkındalıklar her geçen gün artıyor, meseleler tartışmaya açılıyordu. Sinemada Joseph Beuys gibi sanatçılar toplumsal adalet ve özgürlük konularını işlerken, Fassbinder’in filmleri (ör. “Angst essen Seele auf“) önyargılara karşı güçlü bir eleştiriyi beraberinde getirdi.
Korku ile Önyargının Dansı: Fassbinder Klasiği
Rainer Werner Fassbinder’nın hem yazıp hem yönettiği “Angst essen Seele auf” filmi, toplumsal eleştirinin en güçlü örneklerinden biri olmuştu. Gösterime girdiği 1974 yılında, ırkçılık ve ötekileştirme gibi kavramları sade ama etkileyici bir dille işleyen Fassbinder’in hikaye anlatımı ve sinematografisi, bu meselelerin bireysel yaşamları nasıl şekillendirdiğini gözler önüne serdi. Yönetmen aynı zamanda izleyiciyi de bu sorunlarla yüzleşmeye davet etti. Film, Faslı göçmen bir işçi olan Ali ile yine kendinden 20 yaş büyük Alman Emmi’nin aşkını konu alır. Ali ve Emmi, farklı kimliklerinden ve yaş farklarından dolayı toplum tarafından dışlanır. Bu dışlanma, yalnızca fiziksel tehditlerle sınırlı kalmaz. İzolasyon, küçümseme gibi daha yaygın ayrımcılık biçimleriyle kendini gösterir. Filmin “öteki”si ise Ali’dir. Ali, etnik kimliği ve sınıfsal konumu nedeniyle dışlanırken, Emmi de yaşı ve partner tercihi nedeniyle zamanın ve mekanın aykırısı haline gelmiştir. Yönetmen , bu iki karakteri toplumun çeperlerinde buluşturarak aralarındaki bağın önyargılara rağmen güçlenmesini işler. Ali, “öteki” olmanın yükünü, yalnızca bireysel bir deneyim değil, toplumsal bir yapı olarak tanımlar.
Fassbinder’in Sinema Dili ve Çekim Teknikleri
Hikayesini sade ve minimalist bir estetik kullanarak anlatan Fassbinder’nın kullandığı görsel dil, temalarla derin bir uyum içindedir. Geniş ve boş mekanlar sıkça kullanılarak, karakterlerin yalnızlığını ve toplumdan dışlanmışlığını vurgular. Sessiz apartmanlar, boş restoranlar Emmi ve Ali’nin sıkışmışlık hissini izleyiciye geçiren güçlü mekânlardır. Film boyunca kullanılan çerçeveleme teknikleri, toplumsal yargının sınırlarını somutlaştırır. Örneğin, Emmi’nin komşularının balkonlardan onu izlediği sahnede, metaforik bir biçimde “gözetim” hissi yaratılır. Kamera açıları çoğu zaman izleyiciyi karakterlerin yerine koyar; ama sadece onları izlemekle kalmaz, aynı zamanda onların hissettiklerini de deneyimleriz. Toplumsal Eleştiri Duygusal yoğunluğu yüksek olan sahneler, karakterlerin içsel çatışmalarını ve toplumsal baskılar karşısındaki kırılganlıklarını daha görünür kılar. Hikaye izleyiciyi yalnızca karakterlere empati duymaya çağırmıyor, aynı zamanda bu hikayelerin ortaya çıktığı toplumsal koşulları sorgulamamızı sağlıyor. “Angst essen Seele auf”, günlük hayatta sıradanlaşmış önyargıları görünür kılarak, izleyicinin kendi davranışlarını sorgulamasını sağlar. Filmin güncelliğini koruması da çok barizdir. Ali’nin iş yerinde karşılaştığı ayrımcılık ya da Emmi’nin komşularından gördüğü dışlanma, yalnızca 1970’lerin Almanya’sına özgü değil, günümüzde de birçok toplumda devam eden bir gerçektir. Çünkü, Fassbinder bu meseleleri işlerken evrensel bir dile sahipti.