Sosyal medya platformları bilgiyi bize yerleştirecek. Belli ki artık kaçış yok. Her konuda bilgi bombardımanına tutmadığı yetmiyormuş gibi bu bilgiyi sesli, görüntülü, efektlerle bezeli hatta alt yazılı vermeyi de ihmal etmiyor. Ben bir bilgi veriyorsam siz o bilgiyi alabileceğiniz her duyu organınızla alacaksınız. Dokunabilsem, yanaklarınıza konduracağım şefkat tokatlarıyla idrakinizi arşa çıkarırım ama henüz o noktada değilim diyen reelsler, shortslar, tiktok videoları son dönemde konu sıkıntısı çekiyor olacaklar ki kendilerini eleştirerek hayatlarımızdaki devcileyin alanı zapt ediyorlar. Sosyal medya sosyal medyada olmamayı öneriyor. Her iki paylaşımdan biri kaydırmayı bırak. Her iki paylaşımdan biri yaratıcı ol, her iki paylaşımdan biri milyarder olmanın formülü ve yine her iki paylaşımdan biri CEO rutinleri. Sosyal mecralara içerik üretenlerin CEO olmayı hayattaki en büyük mertebe, insanın kendini gerçekleştirdiği yegâne nokta ön kabulü mutluluğu Dopamin Diyeti (detoksu) denilen bir alanda aramaya kadar getirdi çok şükür. Ve CEO’ların başarılarının sırrının da bu diyet olduğunu kanıksattırdı. İddia şu ki işinde başarılı insanlar sosyal medyada zaman geçirmez, sabah 05:00’te kalkar, sporunu yapar, beslenmesine dikkat eder, rutinlerini sergiler, güneşe selam verir, portakal suyunu içer, enerjisini öpücükler. Ve eğer biz sıradan insanlar bunu yapamıyorsak sebebi dopaminimize sahip çıkamayışımızdır. Dopaminimize takacağımız sayaçla aslında gayet rahat CEO olabilecekken iradelerimizin vasatlığından gündelik hayatlarımızı bile yaşamamayı tercih ederiz. Çünkü biz hiçbir şeyi kontrol edebilecek yetiye sahip değiliz. En azından beyin kimyasallarımızı kontrol edebilsek, onu da mı yapamıyoruz? Hayır. O halde müstahak bize. CEO olmayı unutabiliriz.
Önümüze sunulan seçenekleri uzun uzadıya düşünme şansımız pek olmuyor. Zaten enformasyon bombardımanı içinde teyit mekanizmalarımız da sizlere ömür. Güzel bir müzik, vurgulu cümleler, bir iki görsel eklenti ve içerik sahibinin takipçi sayısı ile zihinlerimize sunulan bilginin doğruluğu aklımıza gelen son düşünce. Anlatılan içeriğin bize hissettirdiği daha önemli. Duygumuzu ele geçirince ve çıkarcı bir empatik pozisyona girdiğimizde oluşan rahatlama hissiyle sıcacık bir mutluluğa kapılıyoruz. Mutluluk, yalnız olmadığımız fikrinin de aşılanmasına zemin hazırlıyor. Artık yalnız da değiliz mutsuz da. Ancak bu illüzyon hali gerçekliği kaçırmamıza da sebep oluyor. Sorunu oluşturan değişkenleri kurcalamak yerine kendimizi sonucun telafisini ararken buluyoruz. Amaçlar yaratarak hayatımızı anlamlı kılmaya çalışıyoruz.
Japonlar buna “İkigai” diyorlar. Varlık nedeni gibi bir anlamı var. Sabah uyanma sebebimiz. Yataktan çıkmamızı sağlayan motivasyon. Ne kadar büyük bir söylem değil mi? Oysa milyonlar için bunun cevabı; metrobüs. Zifiri karanlıkta işine yetişip hayatını sürdürmek için gereken asgari kazanca ulaşma çabası. Henüz anlam arayışına gelemiyoruz bile. Sadeleşmeye çalışıyoruz. Sadelik kafalarımızdaki dağınıklıkları toparlayacak. Tavan arasındaki kutularımız temizlenecek. Temizlenecek de şu an neresi dağınık vakıf mıyız? Belki de karmaşıklık bitmiştir. İki kanepe bir halı olan odayı minimalizm adıyla yedirmişlerdir de haberimiz olmamıştır. Odanın duvarlarındaki tabloları kimin aldığını bile kaçırmışızdır, anlamı arayalım derken? Misal geçen bir sayfada 2000’li yılların başında Kanal D yayın akışını gördüm.
Konserler, belgeseller, çizgi filmler, talk showlar. Bir de bugün yayın akışına baktım. Bir iki tür program ve alabildiğine dram dolu dizi. Yayın platformlarının artmasıyla bu sonucun oluşması tabii ki anlaşılabilir. Ama biz kendi yayın akışımızda bu çeşitliliğe tutunabildik mi? Şahsen tutunamadığımı itiraf edebilirim. Aynı işlerin farklı versiyonlarını izleyip izleyip duruyorum. Odamda bir şey kalmamış ben acaba nasıl sadeleşebilirim ki diyorum. Elimdekilerin bile farkına varamadan ithal detoksların, yaşam öğretilerinin, mesnetsiz rutinlerin hayranı olmuşum. Önce bir dursaymışım keşke.
Gün aydınlanmadan işe giden milyonlar, hayat maliyetimizin altında ezilmek, yaşam amacımızın ömürlerimizin önem sıralamasında ilk 10’a bile yerleşemeyecek olması hali hazırda yeterince ağır. Dolayısıyla öyle reçetelerden umut bulmayalım. Kafamın ekranında bir sekme daha açmak bırak rahatlamayı hafakanlarımı coşturuyor. Ayrıca dopamin diyeti gibi bir şey de pek mümkün değil. Dopamin hadisesi uyku, öğrenme, kadınlarda süt üretimi ve bir sürü olaya vesile olan nörotransmitterdir. Bu Dopamin detoksu-diyeti-orucu kavramını ortaya atan kişi Amerikalı psikiyatr Dr. Cameron Sepah bile dopamin orucu kelimesini bir mecaz olarak kullandığını söylüyor. Yoksa ormanda bir yürüyüşün ya da çikolatanın hissettirdiklerine dair bir oruç bu hayatı anlamlı kılmaya vakıf olabilir mi?
Kapak görseli: unsplash.com / boitumelo