Arthur Conan Doyle’un Osmanlı Toprakları’nda Gördüğü Tarih Öncesi Bir Canavar Üzerine
Turf Club’ın[i] salonunda geniş ve rahat bir kanepe vardır ve öğle yemeği saatinde oraya oturursanız, çağımızın tarihinin yazılmasına yardımcı olmuş ve olmaya devam eden Anglo-Mısırlılar’ı görürsünüz…
Arthur Conan Doyle’un Hatıraları’ndan
Madam Margery yani gerçek adıyla Mina Crandon 1920’lerin önemli medyumlarından biriydi. Bu hanımın popülerliği biraz da Arthur Conan Doyle ile olan ilişkisinden kaynaklanıyor. Vakti zamanında sihirbazların piri Houdini bu kadının üç kağıtlarını açık etmek için epey medyatik uğraşlara girmişti. Bu nedenle de ünlü sihirbaz ve Doyle arasında tansiyonlu zamanlar yaşanmıştı. Pandemi öncesi Kült Neşriyat’tan Doyle ve Houdini arasındaki bu tartışmanın arka planlarını okuyabildiğimiz mektupları basmaya karar vermiştik sonra ön çalışmaları yapılsa da kitaptan vazgeçtik ama benim Doyle’un tuhaf yaşam serüvenine olan ilgim devam etti.
Sherlock Holmes gibi tarihin en büyük kurgu dedektifini yaratan Doyle’un gizemli edebiyatında, gerçek hayatındaki tuhaflıkların oldukça fazla etkisi var. Türkiye’de Sherlock Holmes kitaplarını okumamış olsa da bilhassa sahafiye işlere meraklı olan ortalama bir kitap sever, II. Abdülhamid ve Sherlock Holmes arasındaki ilişkiyi bilir. Kaldı ki bu mevzu oldukça da fazla efsane doğurmuştur. Tabii Yervant Odyan’ın yazdığı meşhur kitabın da bu işte payı büyük. Yervant Odyan, II. Abdülhamit döneminde yaşayan bir yazar ve gazeteciydi. En çok, 1908 öncesindeki II. Abdülhamit’in baskıcı yönetim sistemini hicvettiği “Abdülhamid ve Sherlock Holmes” adlı eseriyle tanınır. Kitaba ilham veren mesele; Abdülhamid’in ecnebi dillerde basılan polisiye öyküleri, saraydaki tercüme bürosuna çevirterek, geceleri okutmasıdır. Padişahın polisiyeyi ve Holmes maceralarını çok sevdiğini biliyoruz. Bir de Padişahın, Holmes’ı yaratan Doyle ile tanışma iddiaları var. İddia diyorum çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nda uzun yıllar hizmet vermiş bir İngiliz deniz subayı ve devlet adamı olan Woods Paşa’nın[ii] (Sir Henry Felix Woods) Padişahın ve Doyle’un görüştüğüne ilişkin ifadeleri var. Ancak bu görüşme iddialarının aksine Doyle kendi hatıratında görüşme olmadığını sadece kendisinin ve eşinin padişahtan nişanlar aldıklarını yazıyor. Bu yazı ile ilgili esas mevzu da burada başlıyor: Doyle’un İstanbul’a gelişiyle.
Doyle hatıralarında şunu yazdı, bunu yazdı diye hiç oyalanmadan, mevzunun geçtiği ilgili bölümü direk çevirerek, paylaşıyorum. Direk paylaşıyorum çünkü Doyle’un ne kadar ağır bir oryantalist olduğunu da (Mısır’da ve Güney Afrika’da geçirdiği yılların da etkisi var) kendi ağızdan görmenizi istiyorum. Doyle’un hatıralarından direk çevirdiğim aşağıdaki bölüm, 1907’de Doyle’un ikinci evliliğinin balayı için eşi ile birlikte yaptıkları Levant seyahatini anlatıyor ancak hatıralar 1920’lerde yayınlandı yani Doyle Çanakkale Boğazı’ndan geçerken 8 yıl sonra yaşanacak Çanakkale Savaşı’nın olasılığını bile hayal edemezdi. Neyse, efendi diyor ki:
“Evliliğimi takip eden huzurlu çalışma yılları, Akdeniz’e yaptığımız iki yolculukla kesintiye uğradı; bu yolculuklar sırasında Yunanistan’ın bazı uzak bölgelerini keşfettik ve bir zamanlar tanıdığım tüm iyi dostlardan geriye neredeyse tek bir kişiyi bile bulamadığım Mısır’ı ziyaret ettik. Yolculuğumuz sırasında Konstantinopolis’i de ziyaret ettik, Çanakkale Boğazı’ndaki kalelerde bulunan büyük toplara baktık ve kuzey kıyısına doğru eğimli, alçak, karanlık, fundalıklarla kaplı tepelerde feda edilecek İngiliz hayatlarını o vakitler hiç düşünemezdik. İstanbul’da Abdülhamid’in Cuma Selamlığına katıldık ve onu boyalı sakalıyla, haremindeki hanımlarını da ibadete giderken gördük. İmparatorun gözüne girebilmek umuduyla arabasının arkasında -köpek gibi- koşturan, çoğu şişman subay ve memur kalabalığını görmek Batılı gözler için inanılmaz bir manzaraydı. Ramazan ayıydı ve yaşlı Sultan bana kitaplarımı okuduğunu ve Ramazan olmasaydı beni görmekten memnuniyet duyacağını bildiren bir mesaj gönderdi. Kethüdası aracılığıyla benimle görüştü ve bana bir Mecidiye Nişanı takdim etti ve beni asıl memnun eden şeyse eşime de Şefkat Nişanı vermiş olması. Bu nişan bir Merhamet Nişanı ve eşim İstanbul’a ayak bastığından beri sokaklarda dolaşan aç köpekleri doyurmaya çalıştığı için hiçbir hediye bundan daha uygun olamazdı.
Kadir Gecesi olarak bilinen kutsal ayin sırasında gizlice ve çok özel bir jestle Aya Sofya Camii’ne kabul edildik. Sütunlu kemerlerin üst çemberinden aşağıya, 60.000 yanan kandile ve 12.000 ibadet eden insana bakıyorduk. İbadetlerini yerine getirirken yükselip alçaldıklarında dalga sesini andıran bir ses çıkaran bu insanlar harikulade bir manzara yaratıyordu. Yüksek kürsülerindeki din adamları martılar gibi haykırıyordu ve fanatizm her yeri kaplamıştı. Tam bu sırada genç ve uçarı bir kadının- ona hanımefendi demeyeceğim cinsten biri- taş korkuluğun kenarına oturduğunu ve bize bakan 12.000 adama baktığını gördüm. Orada hiçbir kâfire müsamaha gösterilmezdi ve bir kadın iğrençliklerin en iğrenciydi. Alçak ve derin bir homurtu duydum ve yukarı bakan kızgın sakallı yüzler gördüm. Sadece bir ateşli ruhun ilk taşı atması yeterliydi…”[iii]
Doyle’un Ramazan ayında geldiği İstanbul’a ve Osmanlı tebaasına ilişkin bu sert bakışı çok şaşırtıcı değil neticede Doyle da çağdaşları H. Rider Haggard ve Rudyard Kipling gibi Beyaz Adam Miti’ni eserlerinde layığıyla kullanmış bir yazar. Beyaz Adam Miti ve Beyaz Adam’ın Yükümlülüğü her ne kadar sömürgecilik ile ilintili olsa da 19. Yüzyıl’ın son çeyreği itibariyle batıda sanatı ve edebiyatı da oldukça fazla etkiledi. Beyaz, batılı, burjuva erkeğin kurduğu bu hegemonya alanı, onu ilahi denilebilecek bir konuma oturttu. Aslında bu noktadan itibaren modernizmin esas ötekilerinin nasıl kurgulandığını görmeye başlıyoruz. Tuğrul İlter’den aktaracak olursak:
“Beyaz mitin yazan yerelliğin/yerliliğin bulaşıp kirletmediği bir evrensellik iddiasında bulunabilmek için (ki bu, örneğin, bilimsel “nesnellik”in de yaygın iddiası), “o yerde olmayan – o yerin yerlisi olmayan- yazmayan” maskesini giyip özgül bir zaman ve mekanla sınırlı olmayan, her şeyi gören, metafizik, Tanrısal bir saydamlığı üstleniyor…”[iv]
Oryantalizm de bu yazarların, kendi konumlarını ötekine karşı belirlemekte sıkça başvurdukları bir kod olarak karşımıza çıkıyor. Neticede Ortadoğu, Afrika, Uzak Asya’da geçen beyaz maceracıların (sömürgecilerin) destansı hikayelerini yazan bu ekol, 20. Yüzyıl popüler kültür kanonunda ötekilerin imajlarını yaratmakta oldukça etkili oldu; Tarzan, Indiana Jones, King Kong, Allan Quatermain ve diğerleri liste uzayıp gider…
Burada ilginç bir örneği anmak istiyorum; meşhur Johson çifti. Martin Johnson eşi Osa Johnson ile birlikte 20. Yüzyılın bilinen en popüler safari gezginleri ve film yapımcılarıydı. 1920’lerde ve 30’larda Yamyam temalı ırkçı birçok filme imza atan bu çift, aynı zamanda Simba: King of the Beasts ve Congorilla gibi filmleriyle de tür ayrımcılığının batı-bilinçdışındaki ilk örneklerine imza attılar. Safari temasının batı popüler kültüründe yaygınlaşması da yine Johnson çiftinin marifetleri arasında. Çift oluşturdukları dünyayı, Kansas’ta kurdukları dev Martin and Osa Johnson Safari Museum’da kalıcı hale getirdi öte yandan Disney’in meşhur hayvanat bahçesi (onlar zoolojik tema park diyorlar) Disney’s Animal Kingdom Lodge’un kurulumu ve oluşumunda da bu çiftin payı büyük. Bugün Aslan Kral’dan Tarzan’a, Ormanın Kitabı’ndan Jungle Cruise’a birçok Disney klasiğinde Johnson çiftinin yarattıkları stereotipilerin izleri görülebilir. Kısacası bu çift, tipik Beyaz Adam Miti’nin tüm kodlarını layığıyla üzerlerinde taşıyıp, Beyaz Adam’ın yükümlülüğü misyonlarını harfiyen yerine getirmiştir.
Doyle’un büyük dedektifinin maceralarında da yukarıda değindiğim temalar kendini sıkça gösteriyor. Sherlock Holmes hikayelerinde, “Doğu” her zaman gizemli, egzotik ve tehlikeli bir yer olarak tasvir edilmiştir. Misal The Sign of the Four’da (Dörtler’in İşareti) Hindistan, İngiliz İmparatorluğu’nun bir parçası olarak önemli bir rol oynar. Bu öyküde Doğu’dan gelen büyük bir hazine mevzusu anlatılır. Hikayedeki önemli figürlerden biri olan Tonga karakteri, “vahşi” ve “ilkel” bir şekilde tasvir edilir. “The Adventure of the Speckled Band” öyküsü de aynı meseleleri tekrarlar.
Doyle’un Holmes maceraları kadar önemli bir başka çalışması olan Kayıp Dünya’da (Lost World) ise işler biraz daha keskindir. Doyle, Kayıp Dünya’yı önce Strand Magazine içinde tefrika etti. Eser kitap olarak ilk baskısını Ekim 1912’de yaptı. Kitap, Amazonlardaki bir keşif seyahatini ve bu seyahat sırasında kaşiflerin tarih-öncesi hayvanların ve primat-insanların yaşadığı kayıp bir platoyu keşiflerini ve burada yaşadıkları maceraları anlatır. Bu kült roman, Viktorya döneminde güçlü bir şekilde hortlayan bilimsel keşifler ve icatlar tutkusunun geç ama rafine bir örneğidir. Kitap başta Jurassic Park olmak üzere yüzlerce roman, film, dizi, oyuncak serisi, animasyon ve çizgi romana ilham verdi ve birçok dile çevrilip, sayısız versiyonu yayınlandı. İlk başta kitap, bilimkurgunun erken eserlerinden biri olarak görülse de aslında 20. Yüzyıl’ın başlarında adım adım Birinci Dünya Savaşı’na hazırlanan dünyadaki İngiliz Emperyalizminin bilinçdışını kusar. Platoda bulunan dinozorlar ve diğer tarih öncesi canlılar, Batı’nın sahiplenmek istediği egzotik ve nadir kaynakları temsil eder. Roman boyunca, Batılı kaşifler bu canlıların varlığını belgelerken onlardan ticari kazanç sağlama düşüncesini de okura gösterir. Profesör Challenger’ın dinozor yumurtasıyla İngiltere’ye dönmesi, sömürgeci zihniyetin tipik bir eylemidir. Bu, Batı’nın sömürge topraklarından doğal kaynaklarını alıp kendi çıkarları için kullanma eğilimi ile birebir örtüşür. Doyle, dönemin bilimsel ve kültürel bağlamına uygun olarak, Batı’nın bilinmeyeni keşfetme arzusunu yüceltir. Bu, İngiliz İmparatorluğu’nun sömürgeci yayılmacılığını normalleştiren bakış açısını destekler.
“1910 baharında, Clyde’a doğru ve İrlanda kıyıları ile Man Adası arasında seyreden ‘Caesar’ zırhlısının komutanıydım, güpegündüz köprü üstündeyken, gemiye yakın bir yerde sudan bir yaratık sıçradı ve yaklaşık kırk ya da elli metre havaya fırladı ve kartal gibi açılarak aşağı indi. Bir bukalemun görünümündeydi ama oransal olarak daha kısaydı ve Kanton’daki kasap dükkânlarının önünde asılı duran derisi yüzülmüş köpeklerin boyutlarındaydı. Seyir subayını çağırdım ve o yanıma geldiğinde yaratık tekrar sıçradı ve ikimiz de ona iyice baktık.”[v]
1922 yılında The Spectator dergisi içinde yayınlanan bu tuhaf mektubu yazan kişi İngiliz Donanması’nın meşhur gemilerinden Caesar Zırhlısı’nın komutanı Robert Hamilton Anstruther’dı. Kraliyet Donanması’nın saygın subaylarından biri olan Anstruther; 1922’de The Spectator ve 1925’te Wide World Magazine yayınlanması üzere iki mektup yazdı. Yukarıda okuduğunuz üzere mektuplar, Anstruther’in 1922’de İrlanda’da Caesar Zırhlısı ile yaptığı keşif gezisi sırasında gördüğü bir deniz canavarı hakkındaydı. 1925’te Wide World Magazine’deki mektupta ise olaya tanık olan deniz subayının kimliğini de açıklıyor; Howard James Lionel. İlk mektuptaki tasvire ek olarak canavarın dört ayaklı olduğunu da söylüyor.
“Tabii ki elimde uzak mesafe dürbünüm vardı ve onu hemen dört ayaklıya sabitledim. Canavarın görünüşü bana Kanton’daki kasap dükkânlarında asılı duran derisi yüzülmüş bir chow-dog izlenimi verdi. Biçim olarak bana bir bukalemunu anımsattı, ancak kısa bir bukalemun; başı ve kısa kuyruğu da bukalemun benzeri bir görünüme sahipti … Pulları yok gibiydi, daha ziyade bir sürüngenin parlak derisine benziyordu. Ayakları Çin ejderhası figürlerinde görülen pençelere benziyordu.”[vi]
Anstruther yaptığı canavara ait bir çizimi, Doğa Tarihi Müzesi’ne göndermiştir. Müze işi biraz abartıp, Anstruther’in bu hayvanı köpek büyüklüğünde tanımladığından habersiz olarak, onu uzun boyunlu bir denizatı olarak sınıflandırmıştır. Biraz araştırdım ama müzeye gönderilen bu çizimin bir örneğini bulamadım. Denizci efsanelerinden ve mitolojiden türetilmiş bu deniz canavarlarını aslında 10. Yüzyıl’dan beri kartografide karşımıza çıkan bir imge. Deniz haritalarında canavar çizimleri genellikle bilinmeyen veya keşfedilmemiş bölgeleri temsil etmek için çizilirdi. Bu, denizcilerin bu alanlara girerken dikkatli olmaları gerektiğine dair bir uyarı niteliğindeydi. Kartografide Rönesans sonrası dönemde oldukça ilginç deniz canavarı çizimleri ile karşılaşıyoruz (şahsi koleksiyonumda bulunan 16. Yüzyıl’a ait birkaç haritada bu canavarların harika örnekleri var). Sözün özü Anstruther görüp, tam olarak tanımlayamadığı bu canavarın imgesel olarak tarihi oldukça eski. Şimdi Doyle’dan bahsederken ansızın neden deniz canavarları ve bir Kraliyet Donanması subayının gördüğünü iddia ettiği ve bunu epey medyatik hale getirdiği bir olaydan bahsediyorum diye merak ediyorsanız, şöyle söyleyeyim; Anstruther’in gördüğü canavarın bir benzeri ile birkaç yıl evvel Doyle da karşılaşıyor. Üstelik nerede dersiniz, İstanbul’dan ayrıldıktan sonra Ege açıklarında. Yine lafı dolandırmadan Doyle’ın günlüklerinden ilgili kısmı direk paylaşayım;
“Yolculuğumuzla ilgili ilginç bir olay hafızamda yer etti. Etrafımızda sakin suların olduğu güzel bir günde Ægina’nın yanından geçiyorduk. Nazik bir İtalyan olan kaptan köprüye çıkmamıza izin vermişti ve eşim ile şeffaf derinliklere bakıyorduk ki ikimiz de bildiğim kadarıyla bilim tarafından hiç tanımlanmamış bir yaratığı net bir şekilde gördük. Tam olarak genç bir ihtiyozora[vii] benziyordu, yaklaşık 3 metre uzunluğunda, ince boyunlu, kuyruklu ve dört adet belirgin yan yüzgeci vardı. Biz başka bir gözlemci çağıramadan gemi yanından geçmişti. Birkaç yıl sonra Amiral Anstruther’in “Evening News”de İrlanda kıyılarında su altında gördüğü benzer bir yaratığı tarif ettiğini ve çizdiğini görmek ilgimi çekti. Bu yaşlı dünyanın bizim için daha bazı sürprizleri var.”[viii]
Doyle bu seyahati tamamladıktan beş yıl sonra Kayıp Dünya’yı tamamlayıp, yayınlıyor. Yaşlı dünyanın ona Osmanlı topraklarında yaptığı bu sürpriz Doyle’un meşhur eserini yazmasındaki kritik deneyimlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Neticede hem Doyle’un Beyaz Adam Miti’nin tepeden bakışı ile geldiği Levant’daki gözlemleri, Mısır ve Güney Afrika’daki tecrübeleri ona Kayıp Dünya’yı yazması için yeterince materyal sunmuştu. Bir de Tanrı’nın şanslı kuluymuş ki, bu seyahatlerin birinde gerçek bir de tarih öncesi canavarla da karşılaşma şansına erişmiş. Darvin’in Türlerin Kökeni kitabı da yarım asırdır bilim dünyasını epey ciddi kavgaların içine sokmuştu, Doyle’un üzerinde Darvin’in 1859’da yayınlanan eserinin de şüphesiz büyük etkisi var.
Kayıp Dünya’dan işi gayet güzel özetleyen bir pasajla yazıyı noktalıyorum:
“Size söylediği her kelimenin doğru olduğuna inanıyorum,” dedi ciddiyetle ve dikkatinizi çekerim, böyle konuşurken sağlam dayanaklarım var. Güney Amerika çok sevdiğim bir yer ve bence Darien’den Fuego’ya kadar uzanırsanız, bu gezegendeki en görkemli, en zengin, en harika yeryüzü parçası. İnsanlar henüz bunu bilmiyor ve neye dönüşebileceğinin farkında değiller. Köle tüccarlarıyla yaptığım savaştan söz ederken söylediğim gibi, orayı bir uçtan bir uca dolaştım ve o bölgelerde iki kurak mevsim geçirdim. Oradayken aynı türden bazı hikayeler duydum- Kızılderililerin gelenekleri ve benzerleri, ama şüphesiz arkalarında bir şey var. O ülke hakkında ne kadar çok şey bilirsen, genç Fellah, her şeyin mümkün olduğunu o kadar çok anlarsın- HER ŞEYİN! Halkın seyahat ettiği sadece birkaç dar su yolu var ve onun dışında her yer karanlık. Şimdi burada, Matto Grande’de (purosunu haritanın üzerinde gezdirdi) ya da üç ülkenin birleştiği bu köşede, hiçbir şey beni şaşırtmaz. O adamın bu gece söylediği gibi, Avrupa büyüklüğüne çok yakın bir ormanın içinden geçen elli bin millik bir su yolu var. Siz ve ben birbirimizden İskoçya’nın Konstantinopolis’ten uzaklığı kadar uzak olabiliriz ama yine de her birimiz aynı büyük Brezilya ormanının içindeyiz. İnsanoğlu bu labirentte sadece bir iz bırakmış ve bir çizik atmış. Nehir kırk metre yükselip alçalıyor ve ülkenin yarısı üzerinden geçemeyeceğiniz bir bataklık. Böyle bir ülkede neden yeni ve harika bir şey olmasın? Ve bunu bulacak kişiler neden biz olmayalım?”[ix]
[i] Turf Club, genellikle sömürge ülkelerinde İngiliz yönetici sınıfının ve Avrupalı seçkinlerin bir araya gelip sosyalleştiği yerlerdi. Bu kulüpler, genellikle yerel halktan izoleydi ve sadece İngiliz yetkililere, askeri liderlere ve Avrupalı elitlere açıktı. Yerel nüfusun erişimine izin verilmezdi veya çok sınırlı bir erişim sağlanırdı. Mısır’da Kahire ve İskenderiye gibi büyük şehirlerde Turf Club’lar, İngilizler için önemli sosyal merkezlerdi. Kıbrıs’ta da 1878-1960 arasında Turf Club’lar kuruldu.
[ii] Sherlock Holmes İstanbul’da: Meşhur Dedektifin Abdülhamid’le İmtihanı başlıklı kitap tanıtım yazısı. #tarih Dergisi’nin Temmuz 2014 sayısı içinde. https://tarihdergi.com/sherlock-holmes-istanbulda/
[iii] Doyle, A.C. (1924). Memories and Adventures. H. Duranay (Çev.). Boston: Little Brown And Company.
[iv] İlter, T. (2006). Modernizm, Postmodernizm, Postkolonyalizm: Ben-Öteki İlişkileri ve Etnosantrizm. Küresel İletişim Dergisi, Sayı 1 içinde.
[v] Anstruther, Robert H. “A Strange Sea Reptile,” The Spectactor (4 March 1922)
[vi] Pound, Reginald “The Case for the Sea-Serpent,” Wide World Magazine, No. 54 (January 1925)
[vii] Yunanca “balık kertenkelesi” anlamına gelen, ichthyosaur adı verilen deniz sürüngenleri grubuna ait bir türdür. Bu canlılar, Triyas döneminde (yaklaşık 250 milyon yıl önce) ortaya çıkmış ve Jura dönemi sonlarında (yaklaşık 90 milyon yıl önce) soyu tükenmiştir.
[viii] Doyle, A.C. (1924). Memories and Adventures. H. Duranay (Çev.). Boston: Little Brown And Company.
[ix] Doyle, A.C. (1977). The Lost World. H. Duranay (Çev.). London: The Folio Society.