Türkiye tarihinin en meşhur dolandırıcılarından biri Sülün Osman olarak da bilinen Osman Ziya Sülün’dür. 1940’ların sonunda başlayan kariyerinde Galata Köprüsü’nden tutun saat kulelerine, şehir hatları vapurlarından tramvaylara kadar birçok kamu malını, nasıl diyelim, bir nebze saf vatandaşlara satan; bu değerli varlıkları satın alacak kadar parası olmayan, ama yine parası olanlar kadar saf bazı başka vatandaşlara da kiralayan Sülün Osman, hapis yattığı dönemlerde de cezaevinde “Alınteriyle Yaşamak” konulu konferanslar vermesiyle bambaşka bir insan olduğunu kanıtlamış zannımca. Şimdi burada değerli okur, haklı olarak, mevzuu bir şekilde canı yandığı için bu aralar doğruluk dürüstlük timsali kesilen, devlet içinde dönen birtakım dümenleri faş ederek her pazar en az bir saatimize “çöken” meşhur mafyatik isme getireceğimi düşünecek; ama hayır, niyetim o değil. Tamamen alakasız bir konuyla, sanatla ilgili bazı düşüncelerimi haddim olmayarak paylaşmak istiyorum aslında. Bakalım bu satırların yazarı, Sülün Osman’la sanatı nasıl birbirine bağlayacak!?
“Dillerin nasıl doğduğunu bilmediğimiz gibi, sanatın da nasıl doğduğunu bilmiyoruz. Eğer tapınak ve ev inşası, resim ve heykel yapımı veya dokuma gibi etkinlikleri sanat olarak sayarsak, dünyada sanatçının bulunmadığı tek bir topluluk yoktur.” diyor, “Sanatın Öyküsü” adlı kitabında ünlü sanat tarihçisi Ernst Gombrich ve ekliyor: “Sanatın öyküsünü derinliğine anlamak İstersek, arada bir harflerle resim arasında var olan kan bağını anımsamamız yararlı olacak.” Gombrich’in diller ve harfleri anması boşuna değil tabii ki; zira sanat her şeyden önce bir iletişim aracı, daha doğrusu bir iletişim biçimi olarak ortaya çıkıyor. Kim bilir kaç göbek önceki atalarımızın yaptığı duvar resimleri, ilk sanat eserleri olarak aklımızda yer etmiştir hep. Bu resimlerin en eskileri 70 bin yıl kadar önceye dayanıyor ve büyük büyük atalarımız bu resimleri kayalara, mağara duvarlarına süs olsun diye çizmemiş. Konunun uzmanlarının genel görüşü bunların büyü amaçlı olduğu yönünde. “Hanım / Bey kalk, duvara iki bizon çizelim de günümüz şenlensin, mağaramız renklensin.” diye düşünmemiş atalar, o çizdikleri bizon vb.nin simgesel ve kendi inançlarına göre günlük hayata etki eden bir değeri var. İlkel toplulukların büyü ritüelleri de sonuçta bir iletişim eylemi ya da en azından iletişim çabası. Sanat eseri, çok yakın bir zamana kadar sadece kendi için ve kendinde bir estetik değer taşısın diye değil; günlük yaşamın bir parçası olsun, işlevsel bir değer taşısın diye üretiliyor. İşbu sebeple yine çok yakın bir döneme kadar sanat-zanaat ve sanatçı-zanaatçı ayrımları da yok. Leonardo da Vinci bir sunağa yerleştirilmek üzere kendisine ve bir başka ressama ihale edilen Meryem Ana resmi (Kayalıktaki Meryem adlı bu tablo Louvre’da sergilenmektedir.) için işvereniyle sözleşme yaparken bu sözleşmede üçüncü bir sanatçı daha yer alıyor, o da resmin ahşap çerçevesini yapan oymacı Giacomo. Larry Shiner’ın “Sanatın İcadı” adlı kitabından öğreniyoruz ki Leonardo ve diğer ressam, bu oymacıyla mahkemelik olmuş; çünkü iki ressama 1000 Düka ödenirken çerçeveyi yapan oymacı/marangoz 700 Düka almış. Yani bugün sanat tarihinin zirvesine konan isimlerden olan Leonardo’nun işleri, kendi zamanında bir marangozluk faaliyetiyle eş tutulmakta, hatta daha düşük bir ücrete layık görülmekteymiş.
Resim, heykel vb. eserlerin bugünkü anlamıyla sanat kategorisine dahil edilmesi çok yeni bir olgu ve zaten bugünkü anlamıyla sanat da çok yeni bir olgu. Tabii böyle bir olgu ortaya çıktıktan sonra bu defa başka bir tartışmanın da fitili ateşlenmiş: Ne sanattır, ne sanat değildir? Bu tartışmayı müzikten mimariye, heykelden resime ve sinemaya kadar sanatın her alanında görmek mümkün ve işin açığı benim girişebileceğim bir tartışma da değil. Kamyon dorsesine büyük ihtimalle bir tabelacı tarafından çizilen güllü dallı bir kadın resminin ya da Recep İvedik serisinden bir filmin veya Demet Akalın şarkılarının neden sanat olmadığını ya da sanatsa neden sanat olduğunu izah edebilecek sanat bilgisi maalesef bende yok. Bildiğim bir şey varsa o da bugün sanat eseri olarak tavsif ettiğimiz “şey”lerin gerçekten de olduğu, yani mevcut olduğu. Mona Lisa, Davut heykeli, Süleymaniye Camii, 9. Senfoni, Keşanlı Ali Destanı, Kuğu Gölü Balesi, Tutunamayanlar, Bir Zamanlar Anadolu’da… Bunlar birer sanat eseri (Ki sanırım bunların sanat olup olmadığı da pek tartışma konusu değil.) ve başka sayısız sanat eseri gibi beş duyudan en az biriyle algılanabiliyorlar. Hangi diziydi hatırlamıyorum, ama bir dizide karakterlerden biri “Aradığınız kadının özellikleri nelerdir?” sorusuna “Olması…” şeklinde cevap veriyordu. O hesap, ben de sanatsal değeri tartışmalı da olsa bir eser için “olması”nı ilk koşul kabul ediyorum.
Geçenlerde bir haber düştü önümüze. Habere göre İtalyan sanatçı Salvatore Garau, “Ben” adını verdiği bir heykeli 15 bin € gibi bir meblağ karşılığında satmış. E adamcağız o kadar uğraşmış, taşı yontmuş, şekil vermiş, emek vermiş; taş mı yesin, satacak tabii diyebiliriz; ama sorun şu ki bu heykel yok, komple yok. Eserinin sergilenmesi için herhangi bir engel barındırmayan, 150×150 santimetrelik bir alan olması gerektiğini söyleyen Garau, İnsanın boşluğuna gelse afiyetle yiyeceği çok da alengirli bir açıklama yapmış:
“Müzayededeki başarılı sonuç, reddedilemez bir gerçeğe işaret ediyor; Boşluk, enerji dolu bir alandan başka bir şey değildir. Boş bıraksak ve geriye hiçbir şey kalmasa bile, belirsizlik ilkesine (kuantum fiziğinin oluşmasına büyük katkılar yapan Werner Heisenberg tarafından 1927’de ortaya atılan ilke) göre hiçliğin bir ağırlığı var. Bu nedenle boşluk, yoğunlaşan ve kendisini kısacası içimizdeki parçacıklara dönüştüren enerjiye sahip.
Belirli bir mekânda fiziksel varlığı olmayan bir heykeli ‘sergilemeye’ karar verdiğimde, bu alan belirli bir miktar ve yoğunluktaki düşünceyi kesin bir noktada yoğunlaştıracak. Kendi koyduğum isimden (Ben) çok çeşitli biçimlere bürünecek bir heykel yaratacak. En nihayetinde, hepimiz hiç görmediğimiz bir Tanrı’ya şekil vermiyor muyuz?”
Başlangıcı Marcel Duchamp’a kadar dayanan kavramsal sanatın çok ilginç birçok örneğini gördük, görüyoruz ve belli ki daha da göreceğiz; ama Garau çıtayı öyle bir yere koydu ki bundan sonra ne gelecek diye tatlı bir telaş içine girdim ben şahsen. “İşte bunlar hep postmodernizm… Du’ bakalım daha başımıza ne işler açacak bu zıkkım!?” diye düşünmekten de kendimi alamıyorum. Saehrendt ve Kittl tarafından yazılan “Bunu Ben de Yaparım” adlı kitabı okurken epeyce şaşırmıştım, ama kitaptaki “eser”lerden hiçbiri Garau’nunki kadar etkilememişti beni; zira en azından vardı onlar.
Şimdi dönelim en başa. Sülün Osman’ı rahmetle yâd edelim, zira kendisine ait olmasa bile hiç değilse var olan bir şeyleri satıp tokatçılık yapıyormuş; ama rahmetlinin aklından “Bak şu Boğaz’ın üzerinde bir köprü var, ama sen görmüyorsun, görünmez bir köprü. Satayım sana onu 200 liraya.” demek de geçmiş olabilir bence. Ah be Osman Abi, yaşasaydın da âlem sanatçı görseydi!..