‘Gerçekler; Gerçekleri görmezsen çarpar insanı, alır duvara çarpar.’
Can Yeleği
Birkaç sene önce, üniversitedeyken bir tiyatro oyununa gitmiştim. Dersten çıkıp gidebileceğim kadar yakın bir kültür merkezinde oynanan bir oyundu. Gönül Kıvılcım’ın yazdığı bir tiyatroydu. Adı ‘Can Yeleği’ydi. Konusuna pek bakmamıştım, tek bildiğim ‘mülteci’ temasını işleyeceğiydi.
Oyuna gittim, arkadaşımla koltuklarımıza oturduk, oyunun başlamasına birkaç dakika vardı, henüz ışıklar kapanmamıştı. Konuşuyor, derste hocanın bahsettiği komik anekdotu anarak vaktin gelmesini bekliyorduk. Sonunda geldi, ışıklar kapandı, yalnızca sahne aydınlandı. Sahnede tek bir oyuncu vardı. Oyunun monolog olacağı bu anda belli oldu, ilginç diye düşündüm, bakalım neler olacaktı?
Karakter yere oturdu, seyirciye baktı. ‘Pembe bir ev.’ dedi. Bu oyundaki ilk sözdü. Karakter oyunun özetinde bahsedilen ‘mülteciydi.’ İyi giyimli, iyi bir diksiyonla konuşan bir kadın. Epey mutluydu, hayatını anlatmaya başladı bize. Öğretmen olduğunu, iki çocuğu ve eşiyle pembe duvarlı evinde yaşadığını söyledi. Tek telaşı okuması gereken sınavlar ve küçük oğlunun yemeyi reddettiği sebzelerdi.
Monolog oyunların dinamiğinin yüksek olması şarttır. Yoksa seyirci takip edemez, oyuna yabancılaşır. Bu, oyun yazmanın görünmez kurallarından biridir. Bir mültecinin hayatını izleyeceğimizi düşünerek oyuna gelmiştik ama bizi hayat kalitesi oldukça iyi, neşeli bir kadın karşılamıştı. Derken sahnede bir ışık cümbüşü oldu. Bu ışıkların gözlerimi ne kadar yorduğunu anımsıyorum, oysaki ışıklar bombaları, silahları, çatışmaları temsil ediyordu. Benim yorgunluk olarak yakındığım bu dekor birilerinin gerçeğiydi, korkusuydu, bitişiydi.
Karakterin mutlu hayatı birden söndü, o çok sevdiği pembe duvarlı evi yok oldu, kendisini ailesiyle yolda buldu. Şaşkın ve bocalayan karakter her şeyin düzelebileceğine inanıyordu. Kalabalığın içinden sıyrılıp ailesiyle bir çadırın içinde kendisini bulduğunda dahi elindeki sözlükle ona yardım edenlere teşekkür ediyordu. Kadının savaşın çaldığı hayatlardan biri olduğu anlaşılıyordu. İnsanın hoşgörü göstermekten çekinmeyeceği bir mülteciydi bu kadın. Hala pembe duvarlı evinin hayalini kuran, sığınmacı kimliğinin getirdiği zorluklarla mücadele eden biriydi.
Oyunun bu kadının merhametini ve dik duruşunu anlatacağından emin olduğum anda karakterin konuşması, tavırları birden değişmeye başladı; öfkeli, vahşi bir hal aldı. Anladım ki oyuna yeni bir karakter dahil oldu. Pembe evi olan öğretmenin komşusuydu bu karakter. ‘Komşu’, ‘Öğretmen’ kadar umutlu ve ılımlı değildi. Çünkü savaşta evinden fazlasını, ailesini kaybetmişti. Kimsesi yoktu, yalnızca aynı ırkı paylaştığı insanlarla kaldığı bir çadırı vardı.
Dramatik çatışma, tiyatronun en önemli parçasıdır. Bu oyundaki çatışma da Öğretmen’in mülteci kimliğinin geçici olduğuna dair inancı ve Komşu’nun mülteci olmalarına neden olanlar ile sığındıkları ülkedeki insanlara duyduğu öfke arasında yaşanıyordu.
‘Hepimiz aynı dünyada yaşıyorken, nasıl oluyor da ötekine dönüştürüyoruz?’
Komşu sahiden çok hiddetliydi, oyun sonrası arkadaşımla bu karakteri biraz Medea’ya benzettiğimizi anımsıyorum. Medea’nın başka bir sebepten körüklenip duran öfkesinin benzeri vardı Mülteci Komşu’da. Tabi o Medea gibi güçlü bir büyücü değildi, tek yaptığı Öğretmen’in gözünü kapattığı problemleri dile getirmek, ona artık bir yere ait olmadığını hatırlatmaktı.
Ancak buna gerek yoktu, Öğretmen zaten bunun farkındaydı. Dilini zar zor konuştuğu bir ülkedeydi, insanların acıyan ya da aşağılayan bakışlarına maruz kalıyordu, Çocukları yavaş yavaş doğdukları toprakları unutuyordu. Komşu’nun kızgın sözleri Öğretmen’in sakladığı hüznü attırmayı başarıyordu.
Öğretmen, pembe evde başlayıp çadıra uzanan hikayesini anlatmaya devam ediyordu, mülteci olarak geçirdiği yılların sayısı arttıkça hayatı da değişmeye devam ediyordu. Savaşın sürdüğü, toprağından ayrı geçirdiği senelerin sonunda çadırdan çıkarak küçük bir eve geçmeyi başarmışlardı. Komşu’nun keskin ve kinci tavırları ise herkesin mültecilere düşmanlık göstermesine neden oluyordu. Buna karşın geriye kalan tek dostu olduğu için Öğretmen, Komşu’dan kopamıyordu.
Komşu, Öğretmen için bir zorunluluktu. Mülteci kimliği ile kabul görmeyen, insanların bakışlarıyla itip kaktığı birine dönüşmüştü Öğretmen. Aynı binada yaşadığı insanların ‘Artık ülkene dön.’ diyerek aşağılayıp durduğu biriydi. Pembe duvarlı evine bir gün kavuşacağını hayal eden Öğretmen bir şekilde maruz kaldığı ırkçılığa dayanıyordu, her şeye rağmen Komşu gibi hırçınlaşmamıştı.
Öğretmen’in hikayesinin ne zaman doruk noktasına ulaşacağını merak ediyordum. Ama bu bir monolog oyundu, hikaye anlatımıydı, vurucu kısmın finale saklandığına şüphe yoktu. Sahne ilerledikçe de yanılmadığımı anladım. Öğretmen kendi dayansa da çocuklarının bu sorunlarla yaşamasını istemiyordu. Hayatta kalmak için sığındığı ülkeden şimdi ‘daha iyi bir yaşam’ için gitmeye karar vermişti.
Gitmeyi planladığı rota belliydi; Avrupa. Ancak onların da mültecilere hiç sıcak olmadığını biliyordu. Öğretmen olmasına, eğitimli biri olmasına rağmen onu öylece kabul etmeyeceklerinin de farkındaydı. Ama gitmek, Öğretmen’in bulabildiği tek çözümdü. Nasıl gideceğini anlamak için ise oyunun adına bakmak yetiyordu. ‘Can Yeleği’
Ana haberlerde mutlaka yer alan göçmen havadislerinin bir parçası olan yolu kullanacaktı Öğretmen. Avrupa’ya ulaşmak için şişme bir bota binecek, hayatıyla kumar oynayacaktı. Öğretmen’in pembe evine kavuşacağına dair olan inancı öyle fazlaydı ki, bu ölüm botundan kurtulacağına, Avrupa’ya ayak basacağına inanıyordu. Fakat sahne boyu mültecinin karşılaştığı problemleri anlatan bu oyunun iyi bir sonla bitmesi pek olası değildi.
Bunu ben de arkadaşım da biliyordu. ‘Ölecek.’ diye fısıldamıştım arkadaşıma oyun sona doğru yaklaşırken. Haklı da çıktım; bir ışık cümbüşü, insanı sağır edecek kadar güçlü bir dalga sesi… Öğretmen’in ailesiyle bindiği bot battı, can yeleğini giydirdiği çocukları dalganın şiddetinden kurtulamadı. Öğretmen ve ailesi öldü, dalgaların arasına karıştı.
Öğretmen’in çocuksu bir neşeyle babası ve çocuklarıyla konuştuğu final sahnesi pembe duvarlı eve asla kavuşamayacağını ilan etti.
Sahnedeki ışıklar söndü, alkışlar koptu, salon aydınlandı, oyuncu seyircileri selamladı. Oyun o an bitti. Ama hiç bilmediğimiz sahnelerde defalarca tekrar etti, ediyor…