‘Öldüğün zaman ne hangi ulustan ne de hangi siyasi görüşe bağlı olduğun anlaşılır.’
Ernest Hemingway
Dünya; yedi kıta, sayısız savaş… Bir milletten ötekine, bir topraktan diğerine… Koskoca gezegen savaş ile yaşayıp, savaş ile yaşlanıyor. İnsanın hakim olma arzusu fitili yakıyor, yanıp kavrulan ise her daim elindekiyle yetinen masum hayatlar oluyor.
Sadece son on yılı düşünelim. Kaç savaş yaşandı? Kaç kişi acı çekmeye mahkum edildi? Sayması zor değil mi? Öyleyse savaş olgusunu biraz daha ‘minimal’ seviyeye çekelim, son birkaç yıldır gündemde hep yer bulan savaşlara göz atalım. Ancak bu kez savaşın iki tarafından birinin gözüyle değil, arada kalan masum insanların gözüyle savaşı izlemeye çalışalım.
‘Duvarlar renkli, birkaç çerçeve asılı, çerçevede gülümseyen insan yüzleri var. Bir koltukta oturuyorsun, yemekten yeni kalkmışsın, gün batmak üzere, perdeler henüz çekilmemiş. Gözlerin televizyondan dışarıya kayıyor ara ara. Gün batımında gökyüzünün aldığı o eşsiz turuncu rengini kaçırmak istemiyorsun. Annenle babanın sohbeti kulaklarına ulaşıyor, kardeşinin yaramaz fısıltıları da ona eşlik ediyor. Her zaman olduğu gibi sakin bir akşam. Sıra gün batımına geldi, gökyüzü hazır, güneş yavaş yavaş alçalmalı. Ama bir terslik var. Ne olduğunu anlamadan bir ses duyuyorsun. GÜM! Ses ile sarsılıyorsun, sarsılan yalnızca sen değilsin, evin de titremeye başlıyor, çerçeveler duvardan düşüyor, gülümseyen yüzler tek tek kırılıyor, tıpkı bir deprem gibi. Ekranı kararan televizyondan gözlerini çektiğinde gökyüzü anlatıyor her şeyi. Gri, boğucu, kocaman bir toz bulutu. Sonra onu turuncuya bulayan bir ateş. Birkaç saniyeye sığıyor hepsi. Gün batımının yerini alıyor bir bomba. Silip süpürüyor her şeyi. Savaş bir gün batımı ile geliyor.’
Bir çocuğun gözünden belki de böyledir savaş, savaşın başladığı o an. Bunu tahmin edebiliriz, o çocuğu anlamaya çalışır ama anlayamayız. Bir anda bütün hayatı nedenini bilmediği bir ‘savaştan’ ibaret olan çocuğa üzülürüz, onun için dua ederiz. Ama onu savaştan kurtaramayız. Kaybettiklerini geri veremeyiz.
Savaşa dair neler söylenebilir? Katil diyebiliriz, ne çok hayat savaş yüzünden son buldu bugüne kadar! Hırsız diyebiliriz; yaşama, barınma, sağlık, eğitim…Ne çok ‘hak’ çaldı insanlardan! Bir sürü şey söyleyebiliriz. Ancak bu söylenenler ‘savaşı’ durdurmaz. Savaş, istediğini alana kadar devam eder. Merhametsizdir de gün batımını görmeyi bekleyen çocuğu hayattan koparacak kadar acımasızdır. Savaş, her şeyi yutar.
‘Şimdiden başka bir şey yok. Ne dün var ne de yarın.’
Ernest Hemingway, ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’ eserinde yer verir bu söze. İspanya iç savaşında geçen eser, savaşın zaman da dahil birçok şeyi insandan nasıl kopardığını anlatır. İnsan, savaş yüzünden ‘şimdiye’ saplanır kalır; dün acı doludur, savaş vardır, kayıplar vardır. Yarın ise endişeden ibarettir, umut neredeyse yoktur. Bütün her şey ‘şimdide’ saklıdır; bekleyişler, dualar, gözyaşları ve daha ötesi…
Sonunda bir soru sorulur; neden? Muamma. ‘Savaşan’ devletlerin her zaman haklı gerekçesi olur. Tehdit, anlaşmaya uymama, kaynak avı, toprak açlığı ve aklınıza gelebilecek daha pek çok neden yüzünden devletler savaşır durur. Bombalar atılır, hastaneler içinde siviller varken vurulur, oyun parkları çocuklara mezar olur. Ama kimse buna dur demez, çünkü bu savaştır. Savaşta böyle şeyler yaşanır… Ne kolay ne kalpsiz bir söz…
Üstelik savaş hukuku diye bir şey var. Çok ilginç değil mi? Galiba kimse ‘Savaşlara engel olalım, kısacık bir ömrü savaş ile geçirmeyelim.’ demek istememiş. Onun yerine ‘Bazı kurallar koyalım ki savaş, hukuka uygun olsun.’ demiş. Savaş hukukuna göre taraflar savaşırken sivillere saldıramaz, hastaneleri bombalayamaz, okulları yok edemez, tarihi eserleri tahrip edemez. Kısacası savaş sırasında masum, silahsız kimse ölüm çukuruna atılamaz. Fakat şu anki savaşlara bakın, her gün yeni bir bombalama haberinin geldiği savaşa bakın. Ortada hukuk mu var yoksa katliam mı?
Savaş, kendisine çeşitli kılıflar bulmayı sever. Sanki çok normalmiş, sanki zararsızmış gibi dolaşmaya bayılır. Sonuçta savaşın kızgın ateşiyle yanan onu başlatanlar olmaz, o yüzden kim itiraz edebilir ki buna? Oysaki savaş var ya da yok, insanın son durağı hep ölüm. ‘Savaş’ peşinde koşup binlerce çocuğu, masum insanı hayattan koparanların kabul etmediği şey… Ölüm…
‘Pablo, kederli bir tavırla ‘Bir gün hepimiz öleceğiz.’ dedi. ‘Hepimizin sonu bu olacak.’
Ölümsüzlük hissi, güç sarhoşluğu, açgözlülük… Hepsi bir araya geldiğinde ‘savaşa’ imza atıyor. Milyonların ölümü, acısını çiziyor. Geriye günahlarla dolu bir zafer kaldığında ise şeytanca bir memnuniyet gülümsemesi dünyayı selamlıyor. Ölenlerin son nefesi, kalanların gözyaşlarıyla rutubetlenmiş dünyada bir kutlama başlıyor.
Pablo’nun ne kadar haklı olduğunu birinci elden öğrenene kadar kutlama da savaş da devam ediyor. Sonra o an gelip çatıyor. Bir zamanlar gün batımındaki turuncuyu görmeyi bekleyen ama bombanın kanlı rengine şahit olan çocuğun hesabının sorulduğu an… Kaçış yok, imza atılacak hiçbir yeni savaş kurtaramaz eli kanlıları. Ölüm yaklaşırken bu ‘insanlar’ ne düşünüyor acaba?
Pişman oluyorlar mı? Öldürdükleri çocukların ruhu sarıyor mu etraflarını? Yoksa hala haklı olduklarını mı sanıyorlar? Kim bilir? Burada kesin olan tek bir şey var; ölüm herkes içinken, dünyada sadece belli bir süre nefes alacakken iyi biri olarak yaşamak çok mu zor?
Katil olmadan, insanların yuvalarını bombayla yok etmeden, masum bedenleri hırpalayıp öldürmeden, toprakları darmadağın etmeden yaşamak mümkün değil mi?
Savaş olmadan yaşamak imkansız mı?
Kaynakça:
-Aktaş, Özgür, İSPANYA İÇ SAVAŞI’NIN SANAT VE EDEBİ ESERLERE YANSIMASI, Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2014
-Aslan, M. Yasin, Savaş Hukukunun Temel Prensipleri, TBB Dergisi, 2008
-Ereker, Fulya A, İlkçağlardan Günümüze Haklı Savaş Kavramı, Uluslararası İlişkiler Dergisi, 2004
-Hemingway, Ernest, Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Bilgi Yayınevi- 100 Temel Eser Dizisi, 2006
-Tutaş, Nazan, JOHN DONNE VE ÖLÜM TEMASI, Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 2006