1955 yılıdır. Gözü masasındaki Harper’s adlı dergiye ilişir. Henüz bilim dünyası ve psikiyatriyi derinden etkileyeceğinden habersiz bir şekilde sayfalarını çevirmeye başlar. Bir sosyal psikolog olarak alanıyla ilgili gelişmeleri takip etmeyi sevmektedir. Ve o gün ilgisini çekecek bir yazı önüne düşmüştür. Heyecanla okumaya koyulur.
Yazı 1940’lı yıllarda Maryland eyaletindeki bir akıl hastanesine getirilmiş iki kadının başından geçenleri ve ilginç bir iyileşme hikayesini anlatmaktadır.
Buna göre kadınların birtakım sanrıları vardır ve her ikisi de kendisinin “Meryem Ana” olduğuna inanmaktadır. Günün birinde bu iki kadın hastanenin ortak alanlarından birinde karşı karşıya gelir. Ve birbirlerine kendilerini tanıtırlar.
Kadınlardan biri “Merhaba ben Meryem, İsa’nın annesi” der. Diğer kadın sakin bir şekilde “Olamazsın canım, mümkün değil, İsa’nın annesi benim” diye karşılık verir.
Aralarındaki konuşmaya hastane personeli de tanık olmuş ve dinlemeye başlamıştır.
İlk kadın “Aklını kaçıran sensin bence, Meryem benim” diye tekrar eder. Bir süre devam eden bu kimlik çatışmasından sonra sessizlik oluşur. Sonra içlerinden daha yaşlı olan: “Eğer sen Meryem’sen o zaman ben de senin annen, Hanne olmalıyım” der. Birden ortam değişir, sorun çözülür ve iki kadın birbirine sarılır. Ve olayı kutlarlar.
Sonraki haftalarda doktorlar yeni bir durumu, garip bir gelişmeyi fark eder. İleri yaştaki Meryem olmadığını itiraf eden kadın hızlı bir iyileşme sürecine girmiştir. Yapılan tedavilere olumlu yanıt veren bu kadın neredeyse taburcu edilecek düzeyde iyileşmiştir.
Dr. Rokeach yazıyı çok etkileyici bulur ve bu deneyimin bir tedavi yöntemi olup olamayacağını düşünmeye başlar. Aynı dönemlerde okuduğu, benzer bir şekilde potansiyel olarak iyileşmiş olduğu iddia edilen Simon Morin konusunu ele alan Cesare Beccaria’nın “Suçlar ve Cezalar Üzerine” adlı makalesinden de etkilenir.
Bütün bunlar sonunda zihninde bir fikir ve bir soru iyice olgunlaşır: “Aynı sanrıları paylaşan hastalar bir araya gelirse sanrılı düşünceler sarsılıp mantığın zihinlere sızması mümkün olabilir mi?”
Şunu hemen belirtmek gerek. Bu türden fikirler o dönemde oldukça radikal ve yenilikçi bulunmaktadır. Her ne kadar o yıllarda akıl hastalarına orta çağ yöntemleri uygulanmasa, hastalar zincirlere vurulmasa da henüz tedavi yöntemlerinde Dr. Milton’un düşündüğü gibi bir anlayış da söz konusu değildir. O, Bowlby, Freud ve Jung gibi isimlerin çalışmalarından etkilenmiş birisidir ve hastalarla konuşmanın, onları dinlemenin, güvenilir ilişkiler geliştirmenin iyileştirici etkisine inanmaktadır.
Ve düşüncelerinin doğruluğunu kanıtlamak için ders verdiği üniversiteyi bırakır, Michigan Ypsalanti Hastanesi’nde doktor olarak göreve başlar.
Özellikle ikinci dünya savaşından sonra ABD’de sosyoloji, psikoloji ve davranış bilimlerini ilgilendiren alanlarda yapılan çalışmalara ilgi giderek yükselmektedir. İnsanların hangi nedenlere dayalı olarak nasıl düşündüğü, nasıl karar verdiği, nasıl davrandığı, bunların hangi koşullarda değişebileceği gibi çalışmalar ve bulgular hem politik alanda ve devlette hem de kapitalist piyasa şirketlerinde karşılık bulmaktadır. Dr. Milton Rokeach de bu gidişatın etkisindedir.
O vakitler bizim gibi ülkelerde davranış bilimlerini ilgilendiren bu türden konularda, böylesi bilimsel bakış açısına dayalı çalışmaların esamesi yoktur. Hoş hala olduğunu söylemek de pek mümkün değil…
Doktorumuz yeni hastanesinde, yanına aldığı genç ve güzel asistanıyla birlikte üç hasta bulur. Bu hastaların hepsi de İsa Mesih olduğunu iddia etmektedir. Hastane yönetimine çıkar ve yapmayı düşündüğü çalışmasını, gerekçelerini uzun uzun anlatır. Onları ikna eder.
Böylece 1959 yılında “Üç İsa Deneyi” başlar.
Dr. Milton öncelikle hastaları hastanenin D23 koğuşunda bir araya getirir. Onların birlikte uzun süre vakit geçirmelerini sağlar. İlk tanışmada, 58 yaşındaki hasta Joseph Cassel kendisinin İsa olduğuna dair inancını dile getirir. Ardından, 70’li yaşlarındaki Clyde Benson, isminin İsa ve Tanrı olduğunu söyler. En genç olan 38 yaşındaki Leon Gabor ise kendisini “Lordların Lordu, Kralların Kralı” olarak tanıtır ve Nasıralı İsa’nın reenkarnasyonu olduğunu iddia eder.
Başlangıçta, Joseph, Leon’un iddiasına itiraz ederek, kendisinin gerçek İsa olduğunu savunur. Tartışmalar sürer gider. İlk buluşmalar birbirlerini yalanlayarak geçer. Leon seansın ruhsal bir işkence olduğunu ve Dr. Milton’un beyinlerini yıkamaya çalıştığını ifade eder.
Dr. Milton ise hastaları İsa kimliğinden bir şekilde çıkarabilmek için odalarını yan yana olacak şekilde ayarlamış, kafeteryada ve çamaşır yıkama gibi işlerde birlikte olmalarını sağlamıştır. Fakat uzun bir zaman geçmesine karşın iyiye giden bir durum yoktur. Tartışmalar, suçlamalar artarak devam eder. Öyle ki hastalar gün gelir birbirlerini delilikle suçlar hale gelir. Zamanla herkes daha bir yıpranır.
Dr. Rokeach hırslı biridir. Çalışmasından sonuç alabilmek adına etik sınırları ihlal eder. Gerçi o vakitler bu tür çalışmalara ilişkin etik bir tanım, sınır da yoktur. Zaman zaman hastaları birbirine karşı kışkırtır, gerilimi arttırır. Sık sık fiziksel çatışmaların yaşandığı bir ortam oluşturur. Ancak, hastalar bu süreçte inançlarından vazgeçmezler ve aksine sanrıları daha bir pekişir.
Deney sırasında, her bir hasta diğerini “sahte” Mesih olarak görür ve bu iddialarını savunmak için çeşitli mantık kuralları geliştirir.
Neredeyse bir yıl geçmiştir ama kimse kimliğini terk etmez.
Dr. Milton etik açıdan hiç de doğru olmayacak şeyler denemeye karar verir. Umut oyunu oynar. Hastalara hayali mektuplar ve hediyeler de gönderir. Amacı, hastaların zihinlerinde bir çatlak oluşturmaktır. Clyde’ın birisi ile bağ kurabileceğini düşünmediğinden Leon ve Joseph’i bu iş için uygun bulur.
Joseph’e hastane müdüründen, Leon’a ise hayali eşten mektuplar gelir. Joseph’e eğer kendisini değiştirirse İngiltere’ye gidebilme, Leon’a ise eşiyle buluşma umudu verilir. Tabi eğer, davranış ve tutumlarında değişiklik gösterirlerse. Fakat bu girişimler de başarısız olur ve hastaların semptomları daha da kötüleşir.
Tüm bu çabalara karşın hayal kırıklığı dışında bir sonuç elde edilemez.
Ancak çalışma psikiyatri dünyasında çoktan yankı uyandırmıştır. Deneylerin ve deneklerin tümü sanrıların ve kimlik inançlarının ne kadar dirençli olduğunu ortaya koymuştur.
Dr. Milton Rokeach 1964 yılında çalışmalarıyla ilgili olarak bir kitap kaleme alır ve hastaları manipüle etmenin ve etik ihlallerin yanlış olduğunu itiraf eder. Kendini eleştirerek zaman zaman “Tanrı Kompleksi” yaşadığını, yani kendi kontrolü altındaki hastaları manipüle ederek onlar üzerinde mutlak bir güce sahip olduğuna inandığını itiraf eder. Ve şöyle yazar:
“Bilim adına bile olsa, Tanrı rolü oynamaya ve onların günlük yaşamlarına günün her saati müdahale etmeye hakkım yoktu.”
Bu çalışmanın çıktıları ilerleyen yıllarda bu tür araştırmalarda uyulması gereken etik kuralların ele alınmasını sağlar ve ABD’de 1974 yılında Ulusal Araştırma Yasası’nın yürürlüğe girmesinde etkili olur.
“Üç İsa Deneyi”, insan zihninin ne kadar karmaşık ve dirençli olabileceğini gösteren çarpıcı bir vakadır. Sanrılar, bireyin kimliğinin ve gerçeklik algısının derinlerine kök salabilir ve mantıklı argümanlarla dahi sarsılmaz olabilir.
Dr. Milton Rokeach bu duruma ilişkin olarak şu itirafı not olarak düşer:
“Ben üç İsa’nın sanrılarını iyileştirmekte başarısız olmuşken, onlar benim her şeye gücü yeten ve her şeyi bildiğini sanan halimle, onları manipüle ederek değiştirebileceğime dair sanrılarımı iyileştirmeyi başarmışlardır.”
Bu deneyin hikayesi, 2017 yılında Peter Dinklage ve Richard Gere gibi ünlü oyuncuların yer aldığı “Üç İsa” filmine de ilham verir. Film, bu çarpıcı deneyin etkilerini ve sonuçlarını dramatize ederek izleyicilere sunar.
Yıllar geçmesine karşın yapılan bu deneysel çalışmaların hayata dair bazı konuları anlama, anlamlandırmada etkisi hep konuşulur. Özellikle bireyler arası ilişkiler, insan-toplum, insan-devlet ve politik toplum ilişkileri bağlamında birçok bakımdan düşündürücü yanı olduğu dile getirilir.
Literatürde sanrı bir kişinin gerçek olmayan durumlara tutunmasıyla ortaya çıkan ve doğru olmayan gerçek dışı inançları olarak kabul ediliyor. Bugün bunun uç örneklerini hemen anlayabiliyoruz. Mesela ortaya çıkan bir sahte peygamberler ya da cennet vaat eden şeyhler, cinci üfürükçüler hemen durumu ele veriyor. Ama her durum için de geçerli değil maalesef…
Eğer insanlık orta çağ karanlığını yıkmasaydı, din tüccarlarıyla kavga vermeseydi bu türden sanrıların yarattığı daha neler görürdük neler!
Böyle dediğime de bakmayın hani. Şu çağda bile bu tür şarlatanların halen peşinden giden yüzbinler olduğunu hepimiz biliyoruz.
Neyin gerçek neyin gerçek dışı olduğu üzerine günümüz toplumunda olanca gücüyle oynayabilecek araçlar ve bu araçların gücü düşünüldüğünde kimin sanrılarla kimin gerçeklerle yaşadığı konusu da tartışma götürür bir konu doğrusu.
Bugünün dünyasında insanlar üzerinde “Tanrı rolü oynayan ve onların günlük yaşamlarına günün her saati müdahale eden” güçlü bir politik düzen, egemen sınıf ve kitle iletişim sistemi var. Kitle iletişim sistemi deyince yalnızca medya araçlarından bahsetmiyorum. Belki en yaygını o. Ama eğitim ve din gibi araçlar da devamlı ve olağanüstü sınırsızlığıyla sanrıların yayılmasını sağlıyor.
İnsan hayatına müdahale eden, onun içinde bulunduğumuz toplumsal yaşama sadık kalmasını sağlamak adına adeta bir sanrı fabrikası gibi çalışan böylesi bir politik düzende gerçekliği yitirmeden yaşamak pek büyük bir maharet doğrusu. Hele hele gerçeklik algısının derinlerine kök salmış ve mantıklı argümanlarla dahi sarsılmaz hale gelmiş sanrıların; yüzyılların cahilliğinde sanrılarından çıkamamış insanların egemen olduğu bir toplum düzeninde.