“Biz diyoruz ki, bu halk soyulmasın … Halkı soyanları artık aradan çıkaralım. Yirminci yüzyıl milletlerin soyulmaktan kurtuldukları, kendi benliklerini buldukları yüzyıldır. Bizim toprağımızın kendine has bir kültürü var, amanın buna hiç önem verilmiyor, önem verilsin, diyoruz. Başka çaremiz yok, diyoruz.
Amanın millet, toprağımız yok oluyor, ağalar, beyler, gericiler, toptan, toprağımızı, ormanlarımızı yok etmek için yarışa çıkmışlar, ne duruyoruz, diyoruz … Onlar karşımıza geçmişler bre vatan hainleri, bre zındıklar … Bre! Bre! Azıcık vicdanı olan, elini vicdanına koyup söylesin, kim vatan haini, kim değil!..
Açlık, şu doğudaki açlık; kimin yüzünden? Söyleyin benim mi? Bu açlık bugünkü açlık değil, yüzyıllardan bu yana geliyor.
Şimdi patlak verdi. Bir daha da durmayacak. Bu açlık halkı sömürenlerin, onları yeraltındaki evlerinde gerilik, pislik içinde bırakanların yüzünden. Biz onlara karşıyız. Açlığın, sömürünün, pisliğin, geriliğin olduğu gibi kalmasını isteyenler milliyetçi … Sevsinler senin milliyetçiliğini… Bir gün yutturursun, iki gün … Çekirge bile iki kere…”
* * *
“Bak Muzaffer Abi adam yıllar önce yazmış bir kere, demiş işte aynı şeyleri. O günden bugüne ne değişmiş? Bir deyiver…”
“Kim o ya, kim demiş?”
“Yaşar Kemal.”
Metni görmesi için cep telefonunu ona doğru yaklaştırıyorum. Burnunun üstüne düşmüş gözlüğünü eliyle bir hamlede iterek öne doğru eğiliyor. Dikkatlice bakıyor, bakıyor. Yüzünün hali değişti… Geriye doğru yaslanıp derin bir nefes alıyor.
Artık havalar hissedilir biçimde soğudu. Evlerden öyle aklımıza göre çıkamaz olduk. Uzun yaz gecelerinde olduğu gibi geç saatlere kadar oturma lüksümüz de yok. Geleni gideni iyice azaldı kafenin. Duvara asılı küçük elektrikli ısıtıcının verdiği az biraz sıcaklıkta ayaklarımızdan üşümemize rağmen gökyüzünü görebildiğimiz son günler hatırına dışarıda oturmakta ısrarcıyız. Çay da kâfi gelmiyor doğrusu…
“Hiçbir şeyin değiştiği falan yok. Bak halen her yerde talan var, yalan var. Memleket sanki 1950’leri yaşıyor paşam. Yaptıkları siyasetin içi beş para etmez. Ucuz milliyetçilik, geri kafalı bir solculuk. Sanki bir yerlerde mintanı belirlenmiş de değiştirme olasılığı yok gibi ortaya dökülen bildik laflar, bildik söylemler… Zamanı geçmiş ideolojik saplantılardan halen kimse kurtulamamış. Belki de işlerine böylesi geliyordur kim bilir…”
“İyi de ne bekliyorduk Muzaffer Abi?”
“Öyle ama hiç değilse memleketin insanını bu kadar kandırmasalar iyiydi. Yani siyasetin bu kadar ucuz olduğunu, bu kadar şahsi menfaatlere hapsolduğunu herkes göremiyor olabilir. Göz göre göre de insanlar kandırılır mı hiç?”
“Şaşırmıyorum doğrusu. Yazının tarihine dikkat ettin mi? 31 Ocak 1962. Düşünsene abi ta o yıllarda… “Zulmün Artsın” diye bir kitabı varmış Yaşar Kemal’in, orada yayınlanmış bu yazısı. Ben de tesadüfen internette kurcalarken rastladım. ‘Yılanların Öcü’ romanını bilir misin?
“Bilmez miyim? Fakir Baykurt… Ne de güzel anlatmıştı köy gerçeklerini. Ben köyde büyüdüm bilirsin, tüm çocukluğum tam da onun anlattığı gibi köy alaverelerinin içinde geçti. Irazca’yı, Haceli’yi, Kara Bayram’ı kim unutabilir. Bak şimdi hatırlayınca pek bir şey değişmemiş olduğunu düşünmeye başladım yine.”
“Yok tabi Muzaffer abi. Yaşadığımız senaryolar hep aynı. Yaşar Kemal bu yazıyı da aslında o roman için yazmış. ‘Çekirge bile iki kere’ demiş demesine amma bu ülke insanı çekirge kadar olamamış. Öylesi bir cehaletin pençesinde erimişiz ki halkın aklını değil ruhunu da boşaltmışlar. Aynı yazının devamında neler demiş bak… Dur bir okuyayım. Fakir Baykurt kitap sansür yiyince o dönem gazetecilere bir açıklamada bulunmuş. ‘Türkiye’yi bir kültür çölü mü yapacaklar?’ diye soru sormuş. Yaşar Kemal bu bölümde ona yanıt vermiş.”
* * *
“Yapacaklar ya ne sandın ya arkadaşım. Bu milletin cümle felaketi, geriliği bu yüzden değil mi? Sen halksın, seni düşündürürler mi? Seni söyletirler mi? Gözünü oyarlar adımın gözünü, arkadaşım.
…..
‘Türkiye’yi kültür çölü mü edecekler?’ Amma iyi niyetli adamsın be arkadaşım. Etmişler de öteye bile geçmişler.
Adamın derisini yüzerler. Yüzmediklerine şükredelim arkadaşım. Yüzmediklerinin bir tek sebebi var, yüzyıl yirminci yüzyıldır da ondan, arkadaşım. Yoksa adamın dumanını attırırlar.
Demokrasi mi? Görüyoruz ki, o demokrasi dedikleri, bir kısım insanlar için nur nimet. Bir kısmımız için, elden gel…
Özgürlük mü, özgürlük yalnız onlar için … Onlar söyleyecekler, onlar yazacaklar … Her şey onların…
İşte bizde özgürlük böyle… Yılanların Öcü böyle … Savaş uzun süreceğe benzer.”
* * *
“Desene savaş uzun sürmüş.”
“Sürmez mi Muzaffer Abi. Devam ediyor desek yeri. Bu yazıdan kısa bir süre sonra, Fakir Baykurt çok değil 8 Şubat tarihinde, bir hafta sonra anlayacağın, kitabı için bir yazı kaleme almış. ‘Meclisteki Tartışma’ başlıklı bir önsöz. Konuya biraz merak salınca internette ona da denk geldim. Kitap tabi sansürlü, yayınlanması yasak. Yazı da Mecliste yaşanan tartışmalardan hareketle ortaya çıkmış.
* * *
“Yılanların Öcü, Türkiye gerçeklerini dile getirmeğe çalışan mütevazı bir romandır. İçi boş değildir. Hepimizi rahatsız edecek acı bir dille yazılmıştır. Birçok bölümlerinde halkın bilinçaltı konuşmaktadır. Şimdi bir “orta çağ” kafasıyla benim kişiliğimde bu sesi boğmak isteyenler, lütfen söylediklerimi anlamaya çalışsın. Ben, halktan yana sanatçıların çok suçlandığını, çok daha ağır çile çektiğini biliyorum. Gülünecek kadar kafasız olanların ve burnuna kadar çıkarına batmış işbirlikçilerin yönettiği ülkelerde daha neler neler olur, bunu da biliyorum. Ama yapıtlar çürütülemez, insanların düşünceleri öldürülemez. Bu türlü politikacıların sonunu da iyi biliyorum. Onlar, sanata ve sanatçıya saldırmaya devam etsin; asıllı asılsız her saldırıdan böyle sağlam çıktığı için ben, bu romanı şimdi daha çok seviyor ve öpüp başıma koyuyorum.
Bu akıllılar, ülkemizde güç halle ilerlemeye çalışan sanatın havasını kesmeye, güneşine perde olmaya özeniyorlar. Sanatçıyı yıldırıp kendi buyruklarına almak istiyorlar. Ama sanatçı, onların dediği yere gelmez! Bir oyunun oynanmasına engel olabilirler. Türkiye’de onlardan yılacak bir tiyatro genel müdürü, Bir Millî Eğitim Bakanı çıkabilir ve çıkmıştır. Ama sanatçı çıkmaz. Tek başıma da kalsam, bir sanatçı olarak ben onları dinlemem. Onların sözüne bakıp yazacaklarımdan geri kalmam. Onların keyfine göre tek satır yazmam, fırlatır atarım elimden o kalemi! “
* * *
“Desene ülke kültürel olarak gerçekten de çölleşmiş.”
“Öyle Muzaffer abi öyle… Şu yaşadığımız politik tarihe bakınca kültürel olarak nasıl çölleştiğimizi görmemek mümkün değil.”
“Eh tabi askeri darbeler, onların yarattığı cunta yönetimler, sonra gelen cuntamsı sözde demokrasiler ve onları demokrasiymiş gibi sunan cunta kafalı politik yapılar, temsiller… Bu ülkenin çöl olmadığını kim söyleyebilir? Askeri darbe olmuş, ülke küresel ekonomik işgale uğramış. Neoliberalizm almış başını gitmiş. Sömürü düzeninde bir parya haline gelmişiz. Şimdi ekonomik olarak seni sömürmek isteyenler, onların mallarının, hizmetlerinin tüketicisi olmamızı isteyenler kültürümüzü de iç etmezler mi? Ederler tabi.”
“Evet abi. Senin anlayacağın senin çok sevdiğin Anadolu kültürü sizlere ömür. Kendi kültürümüzü, kendi değerlerimizi anlayıp yorumlayamadan popüler batı kültürünün hegemonyasına girmedik mi? Boşuna değil o sansürler. Toplumsal gelişmeleri anlamak demek ekonomi politik toplumu anlamak demek. Ezeni ezileni, toplumsal sorunları kavramak demek. İktidar, egemen sınıf, küresel sermaye ister mi bunu hiç?
Bir düşünelim hele. Ekonomi-politik bir bakışla, eleştirel bir akılla bize bilgi, düşünce aktaran bir eğitim düzeni mi yaşadık? Matematik, fizik, kimya, edebiyat, tarih dersleri veren liselerde bilginin yanında bu bilginin yarattığı toplumsal değişim, etkiler ne kadar anlatılıyor? Sadece ve sadece ezberle, mekanik bir parçanın dişlisi olmaya hazır olman isteniyor, o kadar… Özgür düşünce, özgür irade, eleştirerek konuşabilmek ne kadar?
Bak şimdi geldi aklıma. Üniversitede öğrenciydim. Bilirsin gençlik işte bir kız arkadaşım var. Bir gün bana ‘Edebiyat Fakültesi salonunda bir tiyatro gösterisi var, gidelim mi?’ dedi. Kız arkadaş bu kırılır mı hiç? Tamam dedim, gittik. Öğrenci tiyatro kulübü işte, sonuçta imkanlar belli, amatör bir iş. Oyunun konusu ne dersin? Yılanların Öcü… Neyse perde açıldı sahne başladı. İlk on beş dakika geçti. Benim için sanki bir saat. Sıkıntıdan patlıyorum. İzliyorum, kendimi vermeye çalışıyorum ama inan hiçbir şey anlamıyorum. Senaryodaki kişiler, ilişkiler, olaylar arasında bağlantılar. Hepsi bana sıradan bir mevzu gibi geliyor. Malum İzmirliyim. Acaba Anadolu’ya çok mu uzağım diye iç geçirdim bir ara. Bir yandan da ‘Bu oyun ne anlatıyor arkadaş?’ diye içimden konuşup duruyorum. Neyse, tabi gençlik, akıl epey havalarda. Politika konularına ilgim var ama sahneler, replikler, bölümler. Bir türlü bağ kuramıyor, anlamlandıramıyordum. Oyun bitti, çıktık. Veznecilerde yürüyoruz. Kız arkadaşım ‘nasıl beğendin mi oyunu?’ dedi. Bende dürüstçe ‘pek bir şey anladığımı söyleyemem’ dedim. Sıkıldığımı söylemekten daha yumuşak bir yanıttı neticede. ‘Anlamaman normal’ demez mi! Bozuldum abi o an. Küçümsedi beni. Sonra devam etti: ‘Çoğu insan anlayamıyor. Neden biliyor musun?’ dedi. Merakla dinliyordum. ‘Çünkü alt okumaların yok. Toplumsal sorunlara ilişkin erken yaşlarda yapman gereken okumalar yok. Felsefe okumaların zayıf, sosyoloji yok, edebiyat yok, tarih yok. Ta ilkokuldan lise sona kadar sadece verilmesi gereken kadar bilgiyle yetinmişsin, egemen düzenin verdiği zorunlu ve ideolojik nitelikli propaganda içeriklerle dolmuşsun. Okuduklarınla toplumu, toplumdaki sınıfları, egemen ilişkileri, farkları, ezen-ezen ilişkilerini anlayabilecek bir akıldan yoksunsun. Ekonomi-politik bir bilinç gelişmemiş sende.’ Ya böyle işte Muzaffer abi. Yerin dibine girdim çıktım anlayacağın.”
“O kız seni nasıl bulmuş ya asıl ben buna şaşırdım şimdi.”
“Yapma be Muzaffer Abi. Sonuçta akılsız değildik ama epey bilinçsizdik. Yıllar sonra iyice anladım. Meğer bir çöle düşmüşüm de ne uyaran var ne durumun farkında olan. Zaman içinde o çölü bilenler ya da kavrayıp çıkmayı başarmış olanlarla tanıştıkça durumu kavramaya başladım. Ama uzun zaman aldı diyebilirim. Üstelik yaşadığım çölü hayatımın bir normali olarak kabullenmişim iyi mi? Sonra sonra aydım. Bana verilen öğretiler, değerler, anlayış öyleydi. Egemen düzenin zokasını yutmuşum anlayacağın… Düşünsene Muzaffer abi, her yerden ama her yerden mesaj yağıyor. 80 sonrası neoliberalizmle birlikte tüketim kuşağı olmaya yönlendiriliyoruz. Okulu, medyası, bilimi, dini, reklamı… Herkes hipnoz olmuş gibi. Ortalıkta ne varsa her şey aynı söyleme hizmet ediyor. Hayatının nasıl olması gerektiği, değerli olanın ne olduğunu özendire özendire, ballandıra ballandıra hikâye ediliyor. Dört bir yandan kuşatılmışsın. Popüler kültür imgeleri, şarkılar, sözler sana nasıl düşünmen gerektiğini pompalıyor, zihnin işgal altında. Bugünün dünyasında artık sansüre de gerek yok Muzaffer abi, piyasa düzeni üzerinden halloluyor her şey. Popüler kültür basıncıyla eleştirel çalışmalar hızla oyunun dışına atılabiliyor. Bak sinemaya, tiyatroya, sanat işlerine. Tüketim, satış, para kaygısı her yerde… Herkes çölleşmenin devlet gücünün, politik güçlerin sansür ve baskılarıyla olacağını sanmış vakti zamanında. Kimse küresel hegemonya marifetiyle yaratılan piyasa düzeni üzerinden bir çölleşmeye maruz kalınacağını düşünememiş işte… Ama o gün zihnime bir ışık parçası düşmüştü Muzaffer abi. Her şeye bakışımı değiştiren bir dokunuştu tam anlamıyla…”
“Eh ne oldu o kıza?”
“Ne olacak koptu gitti. Benim gibi birine fazla tahammül edemezdi herhalde.”
“Biri gelir, bir şey gelir, bir kitap gelir açar gözleri işte… Irazca Deli Haceli’nin hakkından geldi mi geldi. Ama bana kalırsa Irazca’da yandı gitti arada. Muhtarın kurnazlığı, fırıldaklığı köyü, köylüyü yozlaştırdı mı? Evet yozlaştırdı. Cumhuriyet kurmuşsun ama köye ulaşabilmiş misin? Hayır. Bak o köyler şimdi geldi kasabalara, şehirlere yayıldı. Yılanlar öcünü almaya devam ediyor paşam. Hadi kalk gidelim ben dondum…”
Kapak Görseli: Orhan Taylan