Hepimiz eski fotoğraflarımıza bakarken tebessüm ederiz. Çoğu zaman “Biz bunları nasıl giymişiz?” deriz. Ben en azından 90’larda çuval gibi kot pantolonun içine soktuğum kazaklı halime gülüyorum. Halbuki o kıyafetleri geçmişte beğenerek aldık. Bugünün gençleri de 20 yıl sonra eski fotoğraflarına gülecek. Sanayileşmenin, seri üretimle beraber kıyafete erişimin kolaylaşmasıyla modadaki değişimler geçmiş çağlara göre çok hızlandı. Eskiden dede, baba ve torun arasındaki kıyafet farkı yüz yıllarca değişmezken, günümüzde kardeşler arasında bile fark var. Moda sadece bir tekstil meselesi değildir, aynı zamanda değişen ahlâkın, cinsiyet normlarının ve kültürün tarihidir.
Kitapçı gezmek benim için bir ritüel. Online alışveriş sitelerinde kitaplar çok daha ucuza satılıyor ama bu tutkumu sürdürmekten keyif alıyorum. Bir hazine haritasını okumaya benziyor aslında; her gittiğimde yeni bir raf keşfediyorum. Yerlere kadar eğilip kıyıda köşede kalmış kitapları incelemekten zevk alıyorum. Geçenlerde her zaman gittiğim kitapçıda Carol Dyhouse’un “Gösteriş” kitabını buldum. Baskısı tükenmiş. Kitapçı gezmenin faydaları işte! Nadir bir ortaçağ elyazması bulmuş gibi bir his kapladı içimi. Ayaküstü hızlı bir incelemeden sonra editör nöronlarım metni onaylayıp beni kasaya yönlendirdi. Carol Dyhouse, 20. Yüzyılın başlarından 1990’lı yıllara kadar kadınların moda tarihini yazmış. Viktoryen ahlâkın süresinin dolduğu, sinema gibi büyüleyici bir icadın insan hayatına girmesiyle değişmeye başlayan kültür tarihinin izini sürüyor. Kitabın genel çerçevesi Britanyalı kadınlar üzerine. Atlantik’in diğer yakasındaki Holllywood ve reklam sektörünün onları nasıl etkilediğini anlatıyor.
20. Yüzyıl başlarında yapılan hane harcaması anketleri, işçi sınıfı kadınların kendilerine neredeyse hiç harcama yapmadıklarını, evin ekmek getireni sayılan erkeğin ve çocukların ihtiyaçlarına öncelik verdiklerini ortaya koyuyordu. Mütevazılığı ve ağırbaşlılığı dikte eden Viktoryen kültürüyle yetişmiş tipik bir kadın için kozmetik kullanımı kabul edilemezdi. Ama çağ değişiyordu ve yeni bir kuşak geliyordu. Kozmetikten uzak duran annelerin kızları artık süslenmek istiyordu. 1920’lerde kozmetik moda olmaya başladı. O dönemde modernliğin en belirgin işaretlerinden biri makyaj yapmak, özellikle ruj sürmek oldu. Kızlar ile anneler arasındaki en dikkat çekici farktı bu. Pandora’nın kutusu açılmış ve makyaj yapmayan annelerin devri bitmişti artık. Dönemin dergilerinden Miss Modern’de yer alan bazı reklamlar annelere sesleniyor ve şimdilik ruj sürmeyen kızların yakında buna başlayacağı uyarısında bulunuyordu. Annelere izleyebilecekleri en iyi yolun, kaçınılmaz olanı engellemeye çalışmaktansa kızlarının kullanacağı ürünlerin kalitesini denetlemeye çalışmaları nasihat ediliyordu. Tabii yeni makyaj modası beraberinde birtakım ahlaki refleksleri de getirdi; özellikle kırmızı ruj ve tırnaklar kınanıyordu. Pek çok erkek boyalı tırnaklardan hoşlanmadıklarını, hatta iğrendiklerini dile getiriyordu. Kimi erkekler böyle süslenen kadınları “Mısır fahişelerine” benzetiyordu. Sadece erkekler değil makyaj yapan bazı kadınlar da bu erkeklerle aynı görüşü paylaşıyordu. Soluk renkteki ruj ve ojeleri uygun buluyor ama koyu kırmızı rengi fazla cüretkâr ve yakışıksız kabul ediyorlardı. Makyaj yapan kadınların bazıları bile kırmızının o dikkat çekici rengine henüz hazır değildi.
İnsanların hayatına gire sinema da modaya yön veren amiral gemilerinden biri olmuştu artık. Marlene Dietrich kariyerinin ilk yıllarında kendi makyajını kendi tasarlıyor, göz kalemi olarak yanık kibritin tencere üstünde bıraktığı isi kullanıyordu. Ancak sinemanın gelişimiyle birlikte kozmetik teknikleri ve ürünleri daha sofistike bir hal aldı. Kozmetik sektörü doğuyordu. Dietrich aynı zamanda kuş tüylerine tutkundu; elbiselerine taktığı tüylerle kendini bir nevi kuşa dönüştürüyordu. Tüy modası tam anlamıyla bir katliamın kapısını açmıştı; tahminlere göre 1921’den önce tüyleri için her yıl milyonlarca kuş öldürülmüştü. Dietrich tüylere öyle tutkundu ki bir söylentiye göre ülkeye kaçak yollardan soktuğu binlerce ölü egzotik kuş yüzünden FBI ile başı derde girmişti. 1930’lara gelindiğinde kuş tüyü modası yavaştan gözden düşmeye başladı. Kürk yeni arzu nesnesiydi. 1914’te tahminlere göre Londra’da 2.000 kadar gümüş tilki kürkü açık artırmada satıldı. 1934’e gelindiğinde ise bu rakam 350.000’e yükselmişti ve talep artmaya devam ediyordu. Hudson’s Bay Company’de 1933 kış indirimlerinde 20.000’i aşkın kunduz kürkü, 227.344 ermin ve 40.280 tilki postu satışa sunulmuştu. Aktrisler de kürklerle poz veriyordu. Hollywood modayı belirliyordu. Yıldızlar stil önderi oldu. Saçlarına, makyajlarına ve giysilerine binlerce insan özeniyordu. Hollywood imaj satıyordu; tanıtım ve medya manipülasyonları film yıldızları üstüne kuruluydu. Yıldızlar “paketlenip” üretiliyordu. Bir aktris “Kahrolası bir imajım ben, şahıs falan değil,” diye yakınmıştı.
Mücevher sektörü de aktrislerle el ele gidiyordu. Geleneksel olarak erdem ve klas sahibi olmakla ilişkilendirilen inciler mütevazılığın simgesiydi. Elmaslar ise daha havalıydı. Elmas 1930’larda elmas tekelcisi De Beers tarafından yürütülen başarılı bir pazarlama kampanyasıyla yepyeni bir çehreye büründü. Birinci Dünya Savaşı sonundan beri elmas satışları ABD’de düşmeye başlamıştı. De Beers reklam şirketleriyle anlaşıp bu süreci tersine çevirmek için yola koyuldu. Halk içinde şatafatlı mücevherler takmaları için film yıldızlarıyla anlaştı. Mücevherci Harry Winston, Hollywood’da bir mağaza açtı ve ünlülere ücretsiz elmaslar ödünç verdi. Elmas tüccarları lise ve üniversitedeki kızlara nikâh yüzüklerini seçme konusunda konferanslar verdi. Reklam bombardımanı başarılı oldu. 1950’lerde elmasın kalıcılığı ve değeri ile aşk ve bağlılık arasındaki simgesel ilişki insanların zihnine kazınmıştı artık. Elmas, bir erkeğin kadına verebileceği en değerli hediye olarak kabul edildi.
Sinema tarihçisi Jeanine Basinger 1930-1960 döneminde kadınlara hitap eden filmlerin muğlak mesajlar taşıdığını vurguluyor; bağımsız ve girişken kadınlar senaryo sonunda asilikleri yüzünden acı çekseler de dünyevi başarının, cinsel zevkin ve hayattaki güzel şeylerin tadını çıkaran kişiler olarak gösteriliyorlardı. Hollywood’un girişken kadın kahramanları Amerikalı ve İngiliz ahlakçıları rahatsız etti. ABD’de ahlaki gevşekliği modernlikle ilişkilendirenler, Film Prodüksiyon Yasası için mücadele etti. Yasa 1930’da yürürlüğe girdi. Yasa, sinemanın halk ahlakı üstündeki sözde kötü etkisini sıkı bir sansürle engellemeyi amaçlıyordu. Kaygı özellikle kadınlara odaklıydı. 1930’larda Britanya’da sinema müdavimlerinin büyük bölümünü işçi sınıfından kırk yaş altı kadınlar teşkil ediyordu. Bu kadınlar için sinemaya gitmek önemli bir boş vakit aktivitesi ve gündelik hayatın zorluklarından kaçmaktı. Sinema salonları sıcak, rahat ve şıktı. İşçilerin kendi evlerinde bulamadıkları bir konfor vardı. Sinema perdesinin büyülü ve ışıltılı dünyası işçi kadınlara gerçekleri geçici bir süre askıya alma imkânı veriyordu. Filmler hayal kurmayı kolaylaştırıyordu.
Sinema sayesinde işçi kadınlar sınıf farklılığını daha belirgin bir şekilde görmeye başlamıştı. On beş yaşında bir kız öğrenci şöyle diyordu: “Çok keyif aldığım ve pek çok gösterişli kızın olduğu bir filmden sonra sinirlerim bozuluyor. Hayattan daha iyi şeyler istiyorum.” Yirmi altı yaşındaki bir ev kadını da aynı şekilde rahatsızlığını dile getiriyordu: “Kendimi birden evimi, giysilerimi, hatta kocamı gördüklerimle kıyaslarken buluyorum. Büyük bir huzursuzluk yaşıyorum ve keşfedilmemiş toprakları keşfetme hasretiyle yanıp tutuşuyorum.” On yedi yaşındaki bir sekreter kadın ise yoksulluğundan duyduğu öfkeyi daha net bir şekilde ifade ediyordu: “Filmler bende yoksulluğum konusunda hoşnutsuzluk yaratıyor ve ben bunu söylemekten utanmıyorum çünkü söylediğim şey gerçek ve siz de benden gerçeği istediniz. Bende oldum olası piyano çalma tutkusu vardır. Çok önemli bir konu değil ama başka pek çok tutkum gibi bunu da gerçeğe dönüştürmeyi başaramadım.” Sinemanın gösterişli imgeleri orta sınıf üzerinde ise henüz işçi sınıfında olduğu kadar etkili değildi. 1930’larda orta sınıf kadınlardan hâlâ şık, düzgün ama fazla dikkat çekmeyen şeyler giymeleri bekleniyordu. Parlak kırmızı tırnaklar, dekolteli bluzlar orta sınıf kadınlar için uygunsuz bulunuyordu. 1932’de Bank of England kadın çalışanlarına makyaj yapmayı bile yasakladı.
Carol Dyhouse, toplumsal tarihçi ve Sussex Üniversitesi’nde tarih profesörü. “Gösteriş” kitabı 1920’li yıllardan başlayıp 1990’lı yıllara kadar uzanıyor. Dyhouse kadın bedeninin kamusal alanda sergilenmesinin tarihini anlatıyor; değişen cinsiyet normları, iş hayatına aktif bir şekilde katılarak kendi parasını kazanmaya başlayan kadınlar ve bu durumdan tedirgin olan erkekler, film yıldızları ve sınıfsal farklılıklar… Kitapta aynı zamanda bol bol dönemin dergi kapakları ve reklam afişleri var. Dyhouse 60’lı ve 70’li yıllardaki feminist hareketlere ve süslenmeye dair kadınlar arasındaki politik tartışmalara da yer veriyor.
Kaynakça
Carol Dyhouse, Gösteriş: Kadınlar, Tarih, Feminizm, çev. Duygu Akın, Can Yayınları, 2015.