Sabahattin Ali anısına… Bu metin kendisinin 5 Şubat 1948’de Zincirli Hürriyet’te yayınlanan yazısı üzerine kaleme hazırlanmış bir kurgu çalışmadır.
Tıknaz gövdesi ile başı arasında kaybolmuş boynunu sağa sola çevirir gibi hareketler yaparken, endişesi yüzüne yansımış halde “yazma yahu, yazma böyle şeyler” der gibi birkaç kez mırıldanıyor. Sonra elindeki kâğıdı masaya bırakarak o ana kadar gösterdiği dost yüzünü değiştirip ciddi bir ifade takınıyor.
“Yazma arkadaş. Ne alemi var şimdi bunun. Sana mı kaldı bu işler?”
Nereye gitsem kiminle konuşsam aynı lakırdı. Laf mı şimdi bu? Demek ki bana kalmış. Memlekette adam mı bıraktılar? Kim kaldı yanlışa yanlış diyebilen, kim kaldı eleştiren, soran, sorgulayan? Tabi kapı arkalarından değil açıktan konuşan, yazan, sözünün arkasında durabilen. Herkesi bir korku ya da üç paralık çıkar sarmış. Kimi menfaatinden, kimi bana neciliğinden, kimi rahatım bozulmasın derdinden tek söz bile etmez oldu. Şimdi gözünün önünde bir haksızlık, mazluma eziyet olacak, belki bir cinayet işlenecek sen de “görmedim”, “bilmiyorum” diyeceksin. Yakışır mı insan olana?
Tamam doğruya doğru. Öyle bir dönemdeyiz ki herkes çözümü “bana ne” demekte buluyor. Ya da “benden olan, olmayanlar” durumuna göre yön alıyorlar işte. Ama bu onları kurtarır mı sanırsın? Belki bugün için kurtarır, ama ya yarınlar? Bak şu içinde bulunduğumuz duruma. Söylesene bana kim bu ülkede “özgürüm” diyebilir, kim düşüncesini rahatça ifade edebilir? Kim gücü elinde bulunduranları açıkça, korkusuzca eleştirebilir? Geçtim halkı, şu devletin tepesinde hangi bürokrat, hangi yüksek memur “tek adama” hayır diyebilir?
Hem yazmadık, konuşmadık varsayalım. Daha mı iyi olacak?
Belki herkes olan biteni anlayamıyor, göremiyor olabilir. Ama sen görüyor, anlıyorsan eğer vah haline. Susmak ne mümkün! Umutların, geleceğin yok edildiğini, öldürüldüğünü görüyorsun. Gözünün önünde totaliter bir gücün esareti altında millet sıkıntılar içinde yaşıyor, sen de gelmiş bana “olan biteni görmezden gel” diyorsun. Baksana şu acınası halka. İnsanlar neredeyse yaşadıkları şu zavallı hallerini, yokluklarını dahi ifade edemez hale geldiler. İstenilen nedir? Çağdaş gelişmiş bir toplumun fertleri olarak haklarını bilen, “fikri hür, vicdanı hür” yurttaşlar mı yoksa küçük bir zümrenin çıkarları uğruna “devlet başa” diyerek rejime boyun eğecek köleler mi?
“Demokrasi komedyası da ne demek be oğlum?”
“Anlamadım.”
Loş ışığın etkisinden olacak kalın mercekli gözlüğünün arkasından daha rahat görebilmek için kâğıdı kendine doğru yaklaştırıyor.
“Öyle yazmışsın burada? ‘Bir demokrasi komedyası başladı’ demişsin.”
“Sence de öyle değil mi?”
“Ya sen aklını iyice kaçırdın. Tamam biz de biliyoruz olanı biteni ama sen düpedüz gelin beni götürün demişsin… Oğlum oralar soğuk, bilmez misin? Memleketin derdi sana mı kaldı? Hem iki gözüm arada bir de olsa sen hiç kendine bakmıyor musun? Şu yaşadığın hayatı daha ne kadar çekeceksin? Dokuz köyden kovdular onuncusunu da mı göreyim istiyorsun?”
Şu işe bak. Öyle bir hal aldı ki her şey, artık gücün doğrudan kontrol etmesine gerek kalmadı. Eş, dost, yakını geçtim düşüncelerim dahi kendi kendini gemlemeyi öğrendi.
Nereye kadar sürdürülebilir bu hal bilemiyorum. Ama benim yegâne uğraşım yazmak. Zaten üç beş kuruş kazanıyorsam fikirlerimle oluyor. Başka ne yapabilirim? Bak dünya tarihine, nice düşünür, yazar, görüş sahibi insan gelip geçmiş. İnsanlık tarihini nasıl da etkilemiş, değiştirmişler. Hep ileriye daha ileriye taşıyacak fikirler kaynağını, yolunu o insanlarla bulmuş. Elbette büyük çoğunluğu yaşadıkları toplumun acılarından geçmiş. Ne dokuz köyü ne onuncu köyü, köy bile göstermemişler bazılarına.
Hiç mi eleştiri olmayacak birader, kafamızı hep kuma mı gömüp yaşayacağız? Hiç mi “bu yanlış” demeyeceğiz.
Ne hallere geldik. Zaten okurun olmadığı bir toplum. Okur deyince de suya sabuna dokunmayan ortalama yazıların, entrikalı aşk hikayelerinin, burç yorumlarının okurundan bahsetmiyorum. Onlar zaten revaçta. Ama sorgulayan, eleştiren, toplumda yaşanan şu sıkıntıları, yönetenleri, yaptıkları yanlışları ortaya koymak kolay mı? Kıvrım kıvrım kıvranıyor insan nasıl ifade edeceğim diye. Doğrusu şu kısa ömürde başa gelmedik şey kalmayınca bin takla attırıyorsun her kelimeye…
Bizimki de iş zaten. Kaç kişi okur da kime neye etkimiz olabilir? Güce tapınmanın devamlı yüceltildiği, yoksullukla bütünleşmiş her tür baskının işlendiği böyle bir düzende bir toplum nasıl kafasını kaldırabilir? İnsanlığı bugünlere taşıyan değişimin kaynağı fikirler yazılmadıkça, konuşulmadıkça sonumuzun ne olması beklenir? Hiç mi tarihten ders çıkarılmaz.
“Bak bunları yazarsan başına fena iş alırsın. Seni cidden uyarıyorum. Henüz yol yakınken dön, yayınlanması için verme.”
“İyi de abi sorun nerede?”
“Daha ne olacak arkadaş, düpedüz giydiriyorsun.”
Söylenmeye devam ediyor. Neler demiyor ki… Aklım başımda değilmiş. Sonra bir avukat edasıyla ciddi biçimde önündeki kâğıda bir kere daha eğilerek gözlüğünü eliyle düzeltiyor ve tane tane okumaya başlıyor.
“Söylediklerine ne kendileri ne halk kütleleri ne de hatta dalkavukluk ettikleri devletler inanıyorlardı…”
İfadeyi okur okumaz beklemeksizin ani bir şekilde kafasını kaldırıyor. Gözündeki ifadeyi görmeniz lazım. Benden birkaç söz bekler gibi duruyor önce. Ama diyecekleri var.
“Bu ne demek arkadaş? Adamlara düpedüz dalkavuk demişsin. İpi boynuna elinle mi geçirmek istiyorsun?”
Ne diyecektim? Hani tam bağımsızlık heyecanıyla kurulmuştu bu devlet? Ne oldu o bağımsızlığa? Hani yedi düvele dik duruyorduk? Ne oldu o konuşmalara, naralara, millilik nutuklarına? Ne yani halka yutturdukları sözleriyle her geçen gün memleketi daha bir dışa bağımlı hale getiriyorlar mı? Şimdi biz olan biteni görüyor söylüyoruz diye yanlış mı yapıyoruz?
Davudi sesiyle konuşmamı kesiyor.
“Bak hele, yazdığına bak… Amerika ve İngiltere’deki çevreler ise bu komedyayı desteklemeyi Yakın ve Orta Doğu’daki hakimiyet emellerine uygun buluyorlar ve kendilerine kayıtsız şartsız itaat edecek bir zümrenin Türkiye’de iktidarda olmasını istiyorlardı… Ana karakteri halk düşmanı olan bir iktidarı, demokrasi diye desteklemekten çekinmediler. Bizimkiler de onların gözünü boyamak için çabada kusur etmediler…”
Gözüme dik dik bakarken acıdığı hissine kapılıyorum. Bir süre ne ben konuşabiliyorum ne de o.
“Abi hiç devam etmeyelim o vakit. Ben yazıyı yayınlanması için gönderdim bile.”
“İyi halt yedin. Oğlum derdin ne? Sanki bilmiyorsun olan biteni? Kim takar senin doğruları söylüyor olmanı? Halk dediğin ne? İki günde anarşist olur çıkarsın. Kimse seni ne anlamak ne de dinlemek için gram çaba harcamaz. Neden inat ediyorsun arkadaş, anlamıyorum. Şöyle para kazandıran yazı çizi işleriyle uğraşsana. Bak aşk meşk üzerine yazdığın şiirler var. Onları derle topla, bir kitap yap. Boş ver bu memleket meselelerini. Herkes tencereye bir kepçe sallamış ne koparırım derdinde. İktidarın tüccarlarını, memurlarını, Ankara’yı görmüyor musun? Kimin umurunda Amerika’nın İngiltere’nin çıkarlarına teslim olunduğu? Sen bunları yazınca ne değişecek? Kim senin gibi ah vah edecek? Vallahi ellerindeki devletin her imkanıyla üzerine çullanırlar. Nasıl başa çıkarsın?”
“Bilmiyor muyum bunları sanki. O zaman yaşadığımız bu hayat niye? İnsan insan gibi yaşayamadıkça, hür olmadıkça, efendilerin boyunduruğu altında verilen kararlarla düzen işleyecekse Cumhuriyet dediğimiz bu rejime ne gerek var? Bak önümüz Ekim. Bir yıldönümü daha geliyor. Ne olacak dersin? Yine şatafatlı kutlamalar, yine kendi şahsi menfaatlerini gösterilerle sunacak iktidar sahipleri. Üstelik halkı öyle galeyana getirecekler ki en ufak eleştiriye, karşıt görüşe vatan haini yaftalamaları gelmezse şaşarım.”
“Tamam arkadaş bilmez miyim sanırsın? Ama kayıtsız şartsız rejime teslim olmuş gibi herkes işlerini bir şekilde görürken kim takar senin bu görüşlerini? Fikirlerin şuradan şuraya yol alamaz. Ülke bağımsızmış değilmiş, kimse seni dinlemez. Aslanım bak sen kendini yetiştirmiş birisin. Ama şunu bil. Nice değerler var yokluklar içinde eriyen nice değersizler var varlık içinde yüzen. Bu düzenin yanlışları kalbini yormasın. Boş ver bu işleri diyorum. Eriyip gitme…”
Ne diyeyim şimdi? Ne dememi bekliyorsun? Tabi tüccarsın sonuçta kaybedeceklerin vardır… Neyin kafasını yaşıyoruz anlamakta zorlanıyorum. Bir tarafta lüks içinde adeta hiçbir şey umurunda değil gibi hayat sürenler diğer tarafta meseleleri anlayamayacak kadar hayattan kopuk tebaa aklından çıkamamış milyonlar… Bir tarafta düzenin sağladığı imkanları sonuna kadar sömüren az bir kesim diğer tarafta imkansızlıklar içinde yığınlar…
“Millet kilosu iki buçuk liradan pirinç bulamazken, devlet kesesinden besledikleri bir lokantada iki liraya lüks yemekler yedirdiler.”
Her bir bölümünden çıkardığı cümleleri bazı anlar duraksayarak okumaya devam ediyor.
“Sen gemiyi azıya almışsın arkadaş. Bunları mı yazıyorsun burada? Unut bu yazıyı, ortadan kaldır. Ayrık otu gibi bırakırlar seni. Silerler, kimse ne olduğunu bile bilmez, bilmek dahi istemez… Ha inadım inat diyorsan da değiştir bu metni. Hele şu başlığı kesin değiştir.”
Parmağıyla kâğıt üstünde her bir kelimeyi tek tek göstererek ve ayrı bir vurgu yaparak okuyor: “Asıl Büyük Tehlike Bugünkü Ehliyetsiz İktidarın Devamıdır”. Sonra devam ediyor: “Boş ver arkadaş, vazgeçtim, bu yazıyı tamamen unut. Değiştirmekle de uğraşma. At çöpe. Geri çek, yayınlatma.”
Sözlerini sarf ederken sinirine hâkim olamayıp elini masaya vuruyor. Daha bir celalleniyor. Kızgınlığı yüzünden öylesine okunuyor ki belli belirsiz söylenmelerini dudak hareketlerinden anlayabiliyorum.
“Tamam abi tamam. Konuyu bitirdin. Bana müsaade. Sen sus ben pus nereye kadar? En iyisi kalkayım.”
“Nereye öyle yahu, daha diğerleri gelmedi?”
“Selam söyle onlara. Gitsem iyi olacak.”
Verdiğim tepkiden olacak biraz daha sakin bir ses tonuyla ve kolumu tutarcasına elini uzatarak konuşmasına devam ediyor.
“Dur hele, dur biraz Sabahattin. Tamam belki bu kez fazla çıkıştım. Ama anla beni de arkadaş. Başına bir iş gelmesinden korkarım…”