Evler bakımsız; çatlamış, boyasız duvarlar, rutubetli odalar, kırık dökük sobalar. Burası “yoksunluk”, burası “tehlikeli”, burası “bizden” olmayanların mahallesi. Sabahın ilk ışıklarıyla kentin merkezinde ya da dışındaki işlerine sokaklara, caddelere dağılıp seyyar satıcılık yapsalar da, şehrin merkezinde ya da şehrin dışında imara açılmış bir arazide, asla oturmayacakları rezidansların inşaatlarında, tekstil atölyelerinde yevmiyeli çalışsalar da dönüp sığındıkları mahalledir orası. Aylarca fabrikalarda, tekstil atölyelerinde, aç susuz çalıştıkları milyonluk inşaatlardan parça parça aldıkları ücretlerle elektriği, suyu, kirayı ama asla üçünü birden değil, “sadece en acilini” ödemeye odaklanırlar.
Gelecek bugünün içindedir. Yarın yoktur, tatil planı hiç yoktur. Örneğin başka bir şehre bir cenaze/zorunluluk olmadığı sürece gitmekte yoktur. Belediyede ya da herhangi bir yerde düzenli iş bulabilme umudu sadece seçimlerde “efendilerin” vaadidir.
Derin yoksulluk yaşayanların hayalleri de, yarınları da “efendilerin” ipoteği altındadır. İşte tam da bu nedenle derin yoksulluk aynı zamanda bir sosyal dışlanma ve insan hakları sorunudur.
1993 yılında Viyana’da düzenlenen İnsan Hakları Konferansı’nda aşırı yoksulluğun bir sosyal dışlanma ve bir insanlık onuru ihlali olduğu belirtildi. BM’nin aşırı yoksulluk ve insan haklarıyla ilgili “Yol Gösterici İlkeleri” ise, İnsan Hakları Konseyi tarafından Eylül 2012’de kabul edildi. Özetle derin yoksulluk yaşayan kişilerin aynı zamanda damgalanma, ayrımcılık, dışlanmanın getirdiği güçsüzlük ve maddi yoksunlukla kısır döngü içinde yaşadıkları ve bu ihlalin sonucunun nesilden nesile aktarılan yoksullukla sonuçlandığı ifade edildi.
Derin yoksulluk yaşayanların özellikle pandemi döneminde yaşadıkları en önemli sosyal dışlanma örneklerinden biri bana göre bir annenin parası olmadığı için bebeğine tane ile bez alması/alamaması, mama yerine şekerli su içirmesidir ve bu bir insan hakları ihlalidir! Ya da kıyafeti, okul çantası olmayan, okula beslenme çantası götüremeyen bir çocuğun okulda yaşadığı sosyal dışlanma… Şiddet gören aşırı yoksul bir kadının özel bir avukat tutma özgürlüğünün olmaması da bir insan hakkı ihlalidir.
Yine özellikle pandemi döneminde çocukların ekonomik nedenlerle uzaktan eğitime erişememesi ve önümüzdeki öğretim yılında binlerce çocuğun eğitim hayatından çekilerek kalıcı yoksulluğu devralacak olması ve bu konuda 1 yıldır özel bir politika geliştirilememiş olması da bir insan hakkı ihlalidir. Bu çocukların bir kısmına yerel yönetimlerin, ilgili kamu kuruluşlarının ara ara tablet vermesi, gıdaya erişemeyen ailelere ara ara düzensiz gıda kolisi verilmesi de bir “nimet” değil bir görev ve bir “hak” meselesidir.
Hak meselesi denilince geçtiğimiz günlerde Afyon’da 16 yaşındaki Şükrü adlı çocuk çalıştığı işyerinden parasını isteyince patron ve bir işçi tarafından saatlerce öldüresiye dövülmüştü. Şükrü geçenlerde basına can güvenliğinden endişe ettiğini bu nedenle de dışarı çıkamadığını söylemiş. Derin yoksulluğu anlamak ve azaltmak istiyorsak, başta çocuk yoksulluğu olmak üzere, çalışanların ücretlerini vermeme hakkını kendinde gören “efendilerle”, aynı zamanda bebeği/torunu için “mama-süt” talep eden aileleri itibarsızlaştırmaya çalışan, onların onuru ile oynayan “gazeteciler/medya” ile de mücadele etmemiz gerekiyor.
Son bir not: Ocak ayında açıklanan Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) 2020 İnsani Gelişme Raporu‘na göre, COVID-19 küresel salgını 100 milyondan fazla insanı aşırı yoksulluğa itti. 2020 yılında ilgili verilerin verilmemesi/eksikliği nedeniyle, Türkiye için Çok Boyutlu Yoksulluk Endeksi (ÇBYE) hesaplanamadı. “Aşırı yoksulluk yok” denilince bunu bir veriye dayandırmadığımız için yok olmuyor ve bu söz, “iyi bir dilek” ten öteye gitmiyor. Bu nedenle derin yoksulluğun azaltılması, gelecek nesillere devredilmemesi için daha fazla görünür ve bir an önce çözülür hale getirilmesi gerekiyor.