Zamansız bir hayata içkin kitaplar vardır. Zamansızlığını belirleyen yegane niteliği, insanın hayatının her anına dair arazlı alanları tanımlayabilmesidir. Kitabı okumaya başladığınız andan itibaren hem kendi hayatınızı hem de içinde varolduğunuz dünyanın karanlık dehlizlerini gezmeye başlarsınız. İşte Kürar, öyle bir kitap. Yaşamın içinde her birimizin gün içinde sıklıkla telaffuz ettiği iyilik ve kötülük kavramlarına, yaşarken pek farkında olmadığımız lakin üzerine düşündüğümüzde bizi rahatsız eden o insani eylemlerin bilinçdışı çukurlarına kocaman ve ağır taşları yerleştiren…
Zehir ve Zemberek olarak iki ayrı bölüme yerleşen öyküleri ile Kürar, birbirini kesen ve kapsayan anlatımıyla, yarattığı karakterlerle boğazınıza oturan sessizliği kendi güçlü sesiyle bölen bir kitap. Yani bir anlamda sessizliğin en güçlü sesi. İyiliği ve kötülüğü sarmal halinde birbiri üzerinden anlatırken bir diğer öyküde ayrıştırıp siyah bir şiddetin zemininden yükseltiyor. 90 sayfalık aslında kısa görünen yazınsal yolculuk içerisinde kürar haline dönüşen ve yoğunlukla kedi, fare gibi metaforik kahramanların eşliğindeki şiddeti bireysel bir yüzleşme haline odaklıyor. Kitabın arka kapağında, kitabın adının sözlük anlamının verilmesi belki de bu yüzden. Okurken insan aklın sınırları ile çok tanımlanamayan şiddetin tam da yaşadığımız ülkenin kötülük haliyle örtüşür görünmesi kesif bir kederi, yalnızlığı ve bazen çaresizliği bırakıyor gözlerinizin içine. Melike Uzun ilk öykü kitabı Kürar’da aslında aynanın sırrını cümlelere emanet etmiş. Zehri yüzleşerek temizleyelim diye. Kitabın kendi içinden çıkardığı sorularla sizlerin de aynaya bakması için. Keyifli okumalar…
Röportaj: Funda Dörtkaş
“Kürar: i. Felç olma hali, curare; hareket edememe ama hissetme, refleks gösterememe. ii. Güney Amerika’da avcıların oklarına sürdükleri felç edici zehirli bitki. iii. Kızılderililerin kullandığı zehirli ok atan boru. iv. Kasların asetilkolin reseptörlerinin bloke olması.”
Funda: “…Göğe ve yere hâkim bir bakış vardır. Her şeyi görür. Gizli saklıya imkân tanımaz.” Bu imkansızlığın içinde kötülük neden daha çok görünür? İyilik yoğunlukla neden gizli kalır?
Melike Uzun: Herkes kötülüğün kötü olduğu konusunda hemfikir. Kimse “ben diktatörüm” demediği gibi “ben kötüyüm” de demiyor. “Ben kötüyüm”ya da “kötü müyüm” diye kendini sorgulayan biri varsa, iyiliğe evrilmeye başlamıştır zaten ki az bulunurlar.
Bu yüzden kötülükler bile iyilik, mazlumluk kılıfına bürünmüş bir halde yaşamın içinde. Herkes canhıraş bir şekilde yaptığının “iyi” olduğunu, iyiliksever olduğunu kanıtlamaya uğraşıp duruyor. Bu gürültü içinde gerçek “iyi” sessiz bence. Bu yüzden olabilir mi?
Funda: Aslında küçük şehirlerimizin içindeki karanlık ruh semtlerimizde iyilik mi kötülük mü tercihimiz? Düşmanlığımızı, tedirginliğimizi, güvensizliğimizi ve tabii ki çaresizliğimizi besleyen kaynağımız nedir?
Melike Uzun: Önce kendimiz, sonra dış dünya, aile, akrabalar, zorunlu olarak iletişimde olduklarımız, okul arkadaşları, iş arkadaşları, bir de en önemlisi toplumu bu haliyle kuran o büyük el. Bir tek dostluğu dışta tutabilirim bir de yaşanmamış, tüketilmemiş aşkları…
Funda: Gözlerimiz “evin duvarları gibi…” Kitabın en etkileyici öykülerinden biri “İyilik.” Öyküde metaforik bir kahraman olan kedinin yüzünü kaplayan kan, evlerimizin duvarlarının üzerine kapattığımız gözlerimiz gibi. Kötülüğün kapısı hep mi kalın olacak?
Melike Uzun: Kötülüğün kapısının kalın olduğuna emin değilim. Evet, bir kapı var ama en azından ses geçiriyor, ama biz o sese kulak vermemeyi tercih ediyoruz. Ya da gelen sesi iyiye yoruyoruz, daha da kötüsü kimileri o sesin destekçisi olmayı tercih ediyor.
Funda: “Belleğimiz boynumuzda durur”ken “dünyanın iyi bir yer” olacağına dair beslediğimiz umut, kötülüğün panzehiri olabilecek mi?
Melike Uzun: Panzehir bütünüyle iyileştirir değil mi? Öyleyse boynumuzda bir yara izi olarak taşıdığımız o umuda panzehir diyemeyiz. Panzehir olsaydı gerçekten her gün bunca insan insanlar tarafından öldürülmezdi. O yalnızca yaşamımızı sürdürmemizi sağlayan bir ilaç. Bizi hasta halimizle yaşatan bir ilaç o. Hatta, zorunluluktan icat ettiğimiz yapay bir şey, bir kimyasal olduğunu bile söyleyebilirim.
Funda: Büyük ihtimalle hepimizin özellikle son yıllarda üzerine uzun uzun düşündüğü iki kavram: iyilik ve kötülük. “gülümsemenin donmasını” öğrendik ve hatta bildik hepimiz. Bu denli birbirine içkin hale gelmiş iyilik ve kötülük çocukluğumuzun kırıldığı yerde mi başladı?
Melike Uzun: Ben, çocuğa ve çocukluğa dair olan hiçbir şeyi olumlamıyorum. Birbirinden çözülemeyen iyilik ve kötülük çocukluktan beri içimizde. Hem de saf bir vicdan yoksunluğu, acımasızlık ve bencillik biçiminde. Söylediğinin tam tersine iyilik ve kötülüğün bu kadar bir arada olmasını çocukluğa bağlayabilirim. Ne zaman ki muhakeme yetimiz gelişir o zaman iyilik ve kötülüğü birbirinden ayır etmeye başlarız.
Funda: Kürar, okurken kalemin ucuna siyah damlatılan öykülermiş gibi duran metinlerin ardına yine öykülerle bir renk bırakıyor ve kitap bittiğinde bu renk pek tanımlanamıyor. Tanımsız bir renk nasıl görünür oluyor hayatın içinde iyilik ve kötülük olarak?
Melike Uzun: Aslında umut tanımlayamadığımız, tam bir kategoriye sokamadığımız belirsizliğin içinden çıkıp gelir diye düşünüyorum. Çünkü, neyi neye dahil etseniz altından hep kötülük çıkar, en iyisi tanımsızlık, belirsizlik.
Funda: “Kumdan kalelerimizde yaşarken çelikten örüldü sanalım duvarları.” Kendi içimizde bu kadar incelikli yaşadığımızı sanarken birbirimize neden karanlığın içinde sert duvarlar örer olduk? Sahi, biz neden böyle olduk?
Melike Uzun: Korkuyoruz. Yara almaktan korkuyoruz. Zarar vermekten korkuyoruz. Kala kala bize kalın duvarlar örmek kalıyor.
Funda: Her kitabın bir müziği var aslında. Okurken başlıyor, kitap bittiğinde yaşamın içinde devam ediyor ve fakat Kürar’ı okurken sadece kesif bir sessizlik sesi kaplıyor her yeri. Birbirine tezat duyguları anlatırken sessizliğin sesi daha mı kapsayıcı olur? Bir nevi Kürar tanımı gibi. Felç olma halini betimleyen.
Melike Uzun: Düzyazı, dahası edebiyat, her zaman müzikle ilişkilidir, müziğe dairdir. Yazdıklarımda bir doğu ezgisi olduğunu söylesen daha mutlu olurdum. 🙂 Düzyazıda sessizlik iyi bir şey mi bilmiyorum. Ama ben sessizliği aşkla ilişkilendiririm, eğer aşıksanız ve aşık olduğunuz kişi yanınızdaysa dünyanın hiçbir sesini duymaz olursunuz. Sanırsınız ki herkes susmuş. Böyle yoğun bir vecd, coşku, aynı zamanda hiçbir şey yapamama halidir. Zavallı, çaresiz bir yaşayıp gitme halidir aynı zamanda. Şimdi seninle konuşurken anlıyorum bunu, karşıt durumlar sessizlikte daha çok ortaya çıkıyor demek ki.sanırım söylediğin doğru, bu yüzden de karşıt durumları anlatırken sessizlik daha kapsayıcı olabilir.
Funda: Hepimiz “kendi kıyılarımızda boğulmadan” bir kurtuluş inadımız olacak mı? İyilik kötülüğün zehrinden kurtulsun diye zemberek nasıl kırılacak?
Melike Uzun: Olacak, şu anda da var. Veba’daki doktor Rieux gibi anlamsız olduğunu bile bile, gerçekleri tahmin edebilmesine rağmen akıntıya kürek çekebilen, yaşamını “doğru”yu arayarak sürdüren insanlar kurtuluşun kendisi. Fena halde umutsuz ve mutsuz olduğumuz halde hâlâ güzel karşılaşmaların peşinde koşuyor, hâlâ dürüstlüğe inanıyor, sevebileceğimiz insanlar arıyorsak inatçıyız demektir.
Funda: “Rüzgârın dindiği” o an, baldıran otlarından arındırabilecek miyiz yaşamlarımızı?
Melike Uzun: O an, dünya tarihinde henüz yaşanmamış, ben görebileceğimi sanmıyorum, çocuğum da göremeyecek, çocuğumun çocuğu da… Benimki yalnızca bir hayal. Bin yıllar sonrasına dair, dünya yok olmazsa…