Geçmiş günlerin kış mevsimini kucaklayan saatlerinin birinde, akşama doğru, içimin sıkıntısını kitap sayfasına ortalayıp duvara gönderirken aramıştı arkadaşım. Hayatın en afili evhamlarından biriyle başetmek için uğraş veriyordu, zamanında duble olsa da her yıl yeniden kazılıp üzeri yamanan o yolların birinden anlı şanlı geçtiğim için ısrarla okumasını istediğim bir kitap vardı. Yolda düşmesini engellemeyecek lakin en azından düşmenin şiddetini azaltabilecekti. O akşam, yalnızlık ve tedirginlikle başedemeyince kitabı almaya gitmiş. Beni aradı. “Unutmak diye bir şey yok, biliyorsun değil mi?” diye sorunca yine hayatın kırılgan evhamlarından biriyle cevap vermişti: “Kendimi hatırlarım belki.”
Evham dediğimiz o duyguların en çetrefillisi, sözlük anlamıyla temelsiz kaygılar, kuruntular, kuşkular gibi kısa üç kelimeyle tanımlanırken aslında arkadaşımın verdiği cevabın bütün anlam dünyasını kapsar. Kendini hatırlar, kendini hatırlatır. İnsanın bir diğerine anlatırken çekindiği, bazen utandığı yoğunlukla da içten içe ruhuna yamadığı bir duygunun tasviri öyle üç kelimeyle olmaz elbet. Ömür İklim Demir ilk kitabında, işte bu adına evham denen korkuların, yalnızlıkların, bekleyişlerin, geçmişin, özlemlerin, hayal kırıklıklarının, tesadüflerin, ölümlerin, çocukluğun, olduramadığımız büyümenin endişelerini, arayışlarını anlatmış. On öyküdeki her bir karakterin kırılganlığında, cümlesi az, anlamı çok duyguların ortasında kendi evhamlarınızı pencere önüne çıkarmak istersiniz belki diye biz kitap üzerine konuştuk. Keyifli okumalar.
*****
“Çünkü öyle güzel bir kafaydı ki çocukluk mereti, bugüne kadar ne içtiysem, ne denediysem, hiçbiri beni tekrar oraya götüremedi. Nasıl götürsün? Tanıdığımız herkesin hayatta olduğu, ölümsüz yıllardı o zamanlar. Herkes çivi gibi, dipdiri ayaktaydı. Teyze, amca dediğimiz insanlar dahi en fazla bizim şimdiki yaşımızdaydı. İnanmıyorsan git bak,bütün o teyzeler hâlâ en vatkalı, en permalı halleriyle ordadırlar. rüya gibi… Sanırım bu nedenle rüyalarımda çocukluğumu görmüyorum. Bir rüyanın rüyası kolay kolay görülmüyor.”
*****
Funda Dörtkaş: Gündelik hayat parçalara böldüğü saat dilimleri içinde hem kolay kurgulanabilen hem de karmaşıklığı ile insanı yorabilen bir uzam. Bu tezatlıktan sebep yazılan ve okunan her öykü bir evham mıdır?
Ömür İklim Demir: Her öykü bir evham değildir elbette ama her evhamın anlatılmaya değer küçük ya da büyük bir hikâyesi vardır diye düşünüyorum.
Funda Dörtkaş; Kitaptaki öykülerin birbiri içinden çıkması, yalnızlıkların, bekleyişlerin, tesadüflerin, ölümlerin, terkedilişlerin, özlemlerin ve geçmişin her köşebaşında bizimle selamlaşması yüzünden mi? Yoksa sizin ilk kitabınızda bizi davet ettiğiniz dünyanın izleği mi?
Ömür İklim Demir: Kafada kurulan bir dünya da olsa, oradan sorgusuz sualsiz ve aniden çekip gitmek zor geliyor sanırım. Bu da öykülerin birbiriyle temas etmesine sebep oluyor. Bunun haricinde koca bir domino masasında yaşıyoruz; herkes iyi kötü, mantıklı ya da mantıksız bir şekilde birbiriyle bağlantılı. Öyküler de aynı masada yer alıyor.
Hatta bahsettiğim konu hakkında, dünyadaki herhangi iki insan arasında en fazla altı kişilik bir arkadaş zinciri olduğu yönünde Six Degrees of Seperation (Altı Adım Teorisi) adı verilen bir teori bulunuyor. Tabii bu teorinin kanıtlanabilmesi için yeterli bir veri tabanına sahip olmak gerekli. Olur da merak ederseniz, teorinin küçük ölçekli bir uygulamasını IMDB veri tabanını kullanarak dünyadaki tüm oyuncuları Kevin Bacon’a altı adımda bağlayan oracleofbacon.org adlı siteyi ziyaret edebilirsiniz. Ben Yadigar Ejder’den Süheyl Eğriboz’a kadar pek çok isim denedim ama bağlantılı olmayan kimseye rastlayamadım.
Funda Dörtkaş: Hayat türlü evhamlar arasında gidip gelen, yaşattıkları bizatihi hissettirdiklerine içkin kıldıkları ile sürekli hüznü ve yalnızlığı besleyen ve fakat bir yandan ehlileştiren midir?
Ömür İklim Demir: Muhtemelen her insanın kendi dinamikleri var ve her insan bu dinamikler çerçevesinde dünyayı algılıyor; doğal olarak ben de elimden geldiğince kendi perspektifimden gördüklerimi yansıtmaya çalışıyorum. Bana göre hayat insanı ehlileştirdiği kadar hırçınlaştırabilir de ama nihayetinde hepsi unutulur, en azından şekil değiştirip ilk halinden farklı bir başka şeye dönüşür.
Funda Dörtkaş: İnsan korkularını yatıştırmak için mi anlatmak ister? Siz bu yüzden mi “birini bekleyenlerin tekilliğinden çok, kimseyi beklemeyenlerin yalnızlığı”nı uzun uzun anlattınız?
Ömür İklim Demir: Bu sorunun cevabını bilmiyorum. Daha doğrusu, bu sorunun bir cevabı olup olmadığını dahi bilmiyorum. Olsa olsa hayatı yeterince yaşamayı beceremediğim için yazıyorumdur.
Funda Dörtkaş: On öyküde türlü duygunun hayal kırıklığı var. “Herkes o kadar birbirinin aynısı ki gelenler gidenleri ya da gidenler gelenleri aratmıyor” Peki aradığımız, özlediğimiz neden hep “eski” oluyor?
Ömür İklim Demir: Çünkü eski dediğimiz yerin sınırları belli, esneyip uzayabileceği başka bir yer yok. Orada, bir bahar akşamı gözümüze girecek toz zerresinden bile haberimiz var. Ve biz muhtemelen bu her şeye vakıf olma duygusunu seviyoruz. Eski filmler değil derdimiz, eski halimiz.
Funda Dörtkaş: Evham insana hükmeden ve iktidar alanı yaratan sinsi bir duygu aynı zamanda. Kolay geçip gitmiyor. Yerini başka bir duyguyla yadırgatmıyor. Endişesi de sert. Oysa siz naif anlatmışsınız. Tedirgin bir naiflik diyebilir miyiz bu arayışınıza?
Ömür İklim Demir: Bizi en çok biz yapan şeylerin başında evham ilk beşe girer sanırım. Dolayısıyla evhama ilişkin her şey aynı zamanda insanın kendisiyle mücadelesini anlatıyor. Bir tedirginlik, bir naiflik varsa eğer ondandır. “Varsa eğer” diyorum, çünkü ölçmeden, biçmeden, herhangi bir alt metin ya da mesaj amaçlamadan yazıyorum.
Funda Dörtkaş: Öyküleri başlatan alıntıları seçerken ” bir geldik bir gidiyoruz, gerisi hikâye” o hikâyelerin anlattıkları da bir küçük rüya olsun diye mi düşündünüz? Okurun kitabı bitirdiğinde “ne güzel bir rüyaydı oysa” demesi için mi?
Ömür İklim Demir: Yazarken okuru düşünmek, bence akışı kesen, aynı anda iki dünyada birden varolmayı gerektiren, yazının doğallığını zedeleyen bir durum. Kısacası bunu okuyan ne düşünür acaba diye hiç düşünmedim.
Funda Dörtkaş: Geçmiş ve gelecek arasındaki bağın, ruha yerleşen “bir rüyanın rüyası” olduğuna mı inanıyorsunuz?
Ömür İklim Demir: Geçmiş ile kastınız sadece çocukluk ise, evet, çocukluğun bir rüya olduğunu söyleyebilirim. Daha sonraki çoğu günü de o rüyadan arta kalanlar ile geçiriyoruz.
Funda Dörtkaş: Biçim olarak öyküyü tercih etmeniz zamanın tozunu alan an’ların kişiselliğine kısa lakin daha kapsayıcı bir vurgu yapmak istemenizden mi?
Ömür İklim Demir: Tabii, öykü kısa zaman dilimlerini ve gündeliğe ilişkin detayları anlatmak için diğer düzyazı türlerine göre daha uygun bir seçim. Ancak benim biçim olarak öyküyü tercih etmemin en önemli sebebi kafamın karışık olması, anlatacak farklı konuları ancak bu şekilde aynı çatı altında toplayabildim. Halihazırda elimde iki roman ve iki öykü kitabı taslağı var, onları da vaktim olursa tamamlamayı düşünüyorum.
Funda Dörtkaş: Hayattaki anlam arayışı hem bireysel hem toplumsal boşlukları doldurmak için büyük ölçüde. Yaşam ve ölüm arasındaki bu boşlukta kişisel zafer ya da mağlubiyetler “karşı karşıya kalmış iki aynanın sonsuz çıkmazına girmiştim” dedirten mi?
Ömür İklim Demir: Kişisel zafer ve mağlubiyetin psikolojik yansıması da kişiseldir. Dolayısıyla bu sorunun yedi milyar farklı cevabı var. Kimisinin çıkmaza girdiği yer, kimisi için yeterli bir avuntu olabilir.
Funda Dörtkaş: İnsanın duyguları ile kendisinin arasında kalması öykülerinizin dert edindiği konulardan biri. Yaşananların terbiye edilebilmesi veyahut en azından “bir eşya gibi” yerini yadırgamadan beklemesi neden hep tedirginliği güçlendiriyor?
Ömür İklim Demir: Bimiyorum. Bundan fazlası ahkam kesmekten öteye geçmez, yalan olur.
Funda Dörtkaş: Öykülerinizdeki karakterler kendimizden aşina olduğumuz niteliklere sahip. Bu durumun okur için bir iç ses olduğunu söyleyebilir miyiz? Terry Eagleton’a atıfla, onun betimlediği gibi karakterlerin nevi şahsına münhasır insanlar olması, inatla kendilerinden gurur duymalarına sebep midir?
Ömür İklim Demir: İç sesimize rastladığımız kitapları kendimize daha yakın buluyoruz, o anlamda doğru, ancak bu durum tek başına bir metnin niteliğini etkileyen bir etken olmamalı. Yeterince yakından bakabilirsek herkes bir anlamda nevi şahsına münhasırdır, tabii bunu reklamcıların ve tüm yaldızlı new age orta sınıf felsefelerinin dayattığı türden “sen çok özelsin” şeklinde algılamamak gerek. Birbirimizden farklı olmak bizi “özel” kılmamalı. Elbette bunlar sadece benim düşüncem, karakterler her şeyi düşünebilir, gurur duyup duymayacaklarını bilemem.
Funda Dörtkaş: Öykülerinizde kadın karakterlerinizin hislerini daha görünür ve sesli, erkek karakterlerinizin hislerini daha örtük ve sessiz anlatmanızın bilinçli olduğunu mu düşünmeliyiz?
Ömür İklim Demir: Hayır bilinçli şekilde öyle anlatmadım. Erkekler ve kadınlar ya da ne bileyim İskoçlar ve Ruslar diye iki büyük grup belirleyip bu gruplara önyargılar çerçevesinde arketip davranış modellemeleri atfetmek, karakterleri tipleştirir diye düşünüyorum.
Funda Dörtkaş: Yalnızlık ve tedirginlik insanı “hayatla meşgul” kılan güçlü duygularsa gerçek ve hakikat çarpa çarpa yürüdüğümüz kalabalıkların yabancıları mı?
Ömür İklim Demir: Benim görüşüme göre, ne ile meşgul isek hayatımız odur. Ne ile meşgul isek, o zaten bizim gerçeğimizdir. İnsanlar kafasının içinde duydukları sesler yüzünden çocuklarını öldürüyor, iPhone alabilmek için böbreğini satıyor, Berlin Duvarı’na aşık olup onunla evleniyor, benim ya da başka birinin dediklerinin bir önemi yok.
Funda Dörtkaş; “İki oda, bir salon, yarım hayat”larımız için hangi duygu betimler kökü geçmişteki çaresizliklerimizi?
Ömür İklim Demir: Çaresizlik tek başına her duyguyu ve her eylemi kapsayacak kadar büyüktür gibime geliyor; çaresizce sevebilir, çaresizce nefret edebilir, çaresizce ölebiliriz.