“Bir Sofra Kursam Ahmet Kaya, Ahmed Arif Gelse Otursa…”

0
268

Fotoğraf sanatçısı Dilan Bozyel ile konuşmak, söyleşi yapmak üzere yola koyuldum. İstanbul trafiğine güven olmaz deyip, geç kalmamak için acele ederken, farkında olmadan erken gitmişim. Mekâna vardığımda kapıda bir hanımefendi karşıladı beni, Dilan Hanımı sordum, “henüz gelmedi” diyerek, beni içeri buyur etti. İçeri doğru ilerlerken, ayağımda küçük bir dokunuş hissettim. Küçük bir kedi… 
Erken gelmenin küçük bir sürprizi gibi fırladı üstüme… Dilan Bozyel’i beklerken arkadaşlık etti bana, oyun oynadık biraz sonrasında bahçeye attım kendimi soluk almaya… Bahçe kapısından girmemle birlikte sarmaşık dalların altında, pembe bir bisiklet selam etti bana… O an bindim o bisiklete çocukluğuma gittim adeta… Bahçede kırmızı kiremitten duvarların önünde oturmuş beklerken, bir ses hoş geldin dedi bana… Ne içeceğimi sordu, geliyorum deyip kendi elleriyle yaptığı iki fincan kahveyle geri geldi ve başladık Dilan’ın dünyasında kaybolmaya… Öyle sıcak öyle içtendi ki gözlerindeki çocuk el sallıyordu bana… Hikâyesini anlatırken gözleri doldu ara ara… Bazen hüzünlendik, yaşadıkları ve yaşayamadıkları için… Hayaller kurduk birlikte, çekilmesi mümkün olmayan bir fotoğraf çekti sizin için hayalinde… 
Yaşadığı onca zorluğun içinde o güzel yüreğiyle yürüdüğü yolda çıkmazlar içinde umutlu bir dünya kurmuş zamanla…
Hadi o zaman sizde buyurun Dilan’ın Dünyasında yol almaya…
Röportaj: Hozan Adar
Fotoğraf: Profabrika / Çisem Baydar

Hozan Adar: Diyarbakır’dan Londra’ya kadar uzanan bir hikâyeniz var. Londra’da sanat yönetimi, fotoğraf ve reklam dersleri aldınız, orada yaşadığınız süre boyunca piyasada aktif olarak fotoğraf işleri yaptınız.  Nasıl başladı bu hikâye, neler yaşadınız?
Dilan Bozyel: 20 yaşımda Diyarbakır’ dan dan İstanbul’ a gelince başladı sanırım bu hikâye, işletme okumaya başladığım günlerde hiçbir işe yaramadığımı hissederek, inanıp severek başarılı olmaya ve dünyaya yararlı olmaya karar verip; okulu bıraktım. Çok başarısızdım zaten işletme okurken, bir türlü kafam almıyordu dersleri, belli ki aklım başka bir yerdeydi. Üçüncü sınıfa geçerken bıraktım okulu ve bir seneye yakın müzik dergilerine albüm konser kritikleri, röportajlar, yazılar yazdım. Sanırım ablam gazeteci ve dergi yazarı olduğu için ben de yapabileceğime inanıp dergilere başvurmuştum. Fakat istediğim şey de müzik yazarlığı değildi. Çok fazla düşünmeye başlamıştım, çok dert etmeye başlamıştım. Aileme karşı sorumluluğum, kendime karşı sorumluluğum ve hayatı nasıl devam ettireceğime dair düşünceler beynimde dönüp duruyordu. Kendime biraz fazla yüklenmişim sanırım, depresyon ve sağlıksız bir yaşam ile verem oldum. Cahil cesareti diyebileceğimiz bir cesaretle okulu bırakmam ve ardından olanlar iyi bir hayat dersi verdi bana elbette, bir yıla yakın tedavi gördüm. Bir odada kaldım. Ve bu süreçte yalnız kaldığım için bol bol kitap okumak, film izlemek, şairleri, ressamları keşfetmek gibi bir şeye adadım kendimi…  Derken bir gün Diane Arbus ve fotoğraflarını gördüm bir web sitesinde. Önce fotoğraflarını ardından hayatını inceleyince, sanırım büyülendim. Fotoğrafın önemini fark ettim. Önce her gün ilaç saatlerimde kendi fotoğraflarımı çekmeye başladım. Odanın başka noktalarında, günün farklı saatlerinde fotoğraf çekmeye başladım… Bu sürecin sonunda elimde tedavi sürecime dair bir fotoğraf dokümanı oluşmuş oldu. Rahmetli anneannem o dönem Londra’ da yaşıyordu, sağlığım düzelmeye başlayınca beni yanına çağırmıştı. Gitmeden önce oradaki birkaç okula başvuru yaptım. İşletme eğitimi sürecinde aldığım dersler, yazdığım yazılar ve hikâyesiyle birlikte tedavi sürecimde çektiğim otoportreleri gönderdim. Okulun fotoğraf bölümüne kabul edildim, ailemin içinin daha rahat etmesi için reklamcılık dersleri de ekledim programıma ve fotoğraf benim hayatıma tam anlamıyla dâhil oldu. 
Hozan Adar: Fotoğraf sizi iyileştirdi mi?
Dilan Bozyel: Sanırım evet, kendimi adayabileceğim bir sanat dalıyla tanışmış olmak, nasıl ilerleyebileceğimi planlamak, beni sabahları heyecanla uyandıracak fotoğraf fikirleri üretmek, hem akciğerlerimi hem de psikolojimi tedavi etti. Her gün kendi fotoğraflarımı otomatik zamanlama ile çeksem de bana pratik kazandırdı, ışık bilgisi öğretti.
Hozan Adar: Ve fotoğraf okumaya başladınız…

Dilan Bozyel: Okulumun ikinci haftası hocam bana asistanlık teklif etti. Tedavi sürecimdeki otoportreleri incelemiş, sanırım bende bir ışık görmüştü. Dolayısıyla ben okula başladığım gibi piyasaya da adım atmış oldum. Okuldan çıkıp stüdyoda çalışıyor, geceleri de konserlerde, etkinliklerde fotoğraf çekmeye başladım. Bir yandan harçlığımı çıkarıyordum bir yandan da tecrübe kazanıyordum. Yarışma tecrübesi edinmek için uluslararası fotoğraf yarışmalarına katıldım. Okul dönemimde gelecek vaad eden genç fotoğrafçı, yılın en iyi moda fotoğrafı ve çeşitli adaylık ödülleri aldım. Yarışmaların sonucu bana motivasyon ve PR sağladı. Vice Magazine gibi yeni nesil hit dergilerde fotoğraflarım yayınlanmaya başladı. Okulun sonuna doğru yine bir kriz yaşadım; moda fotoğrafçılık olarak seçtiğim uzmanlık alanım için son projemi hazırlarken, dünyadaki standart güzellik anlayışını sorgulamaya başladım. Bu standart anlayış, altın orana olan düşkünlüğümüz (veya altın oranın anlamının direkt güzellik olarak algılanması) beni projemden soğuttu ve bu oyunun içinde olmak istemediğimi fark edip, tamamlamadım. Ve okul sonrası bir süre ‘moda kurallarını içermeyen’ moda fotoğrafları çektim. Yüzüne kese kâğıdı geçirilmiş, sıfır beden, kıvrımsız ve kemikli (yani estetik olarak insanlar tarafından kusurlu olarak tarif edilen) bir modeli çektiğim iki kareyi de International Fashion Festival’ de sergiledim. Böylece moda anlayışımın ne olduğunu kendime de öğretmiş oldum. Ardından okul dönemi çalışırken biriktirdiğim harçlıklarımla tamamen bir yol çizdim kendime, bir rota çizdim. Doğuya geri döndüm ve Suriye, Irak, Mısır’ı gezerek her yerde fotoğraflar çektim, insanları tanıdım, dünyayı tanımaya çalıştım. Ardından İstanbul’ a döndüm. Dönmeyi düşünmeden döndüm hatta ben Paris’ e yerleşmeyi orada bohem bir sanat hayatı yaşamayı hayal ediyordum. Fakat hayat ve hayaller arasında senkron sorunu olabiliyormuş; İstanbul’ a döndüğümde, yabancı bir yerden iş tecrübesiyle dönenlerin karşılaştığı fırsatı yaşadım. Türkiye’ de kendimi bir anda fotoğraf piyasasının içinde buldum. Çekimler, projeler, farklı hedefler derken Diyarbakır ve İstanbul’ da bir hayat kurmuş oldum kendime… Ara ara gidiyorum yine, gidip kaldığım oluyor uzaklarda… Bunu yapmazsam beynim ve içim çok daralır zaten…
Hozan Adar: Seslendirmeden müzik yazarlığına, fotoğrafçılığa kadar çok yönlü bir sanat yolculuğunuz var. Ama görünen o ki fotoğraf ağır bastı? Fotoğraf neden bu kadar öne çıktı? 
Dilan Bozyel: Sadece yazı yazmayı da tercih edebilirdim ama biraz da jenerasyondan kaynaklı sanırım. Bir kitabı bir fotoğrafla anlatabilirim ben, birçok vuruşluk hikâyeyi bir fotoğrafla anlatabilmek daha cazip göründü bana belki. Ya da bu şekilde bir kareyle anlatabilmek büyüleyici gelmiştir. Bir de fotoğraf hayatın ta kendisi… Belge niteliği taşıyor. Kameranın arkasında durmak da çok iyi geliyor bana, çünkü dışardan göründüğüm kadar sosyal ve dışa dönük bir kadın değilim. Kendi dünyamda, kabuğumda yaşıyorum. Kamera arkasında durup dünyayı izlemek beni daha mutlu etti sanırım…
Hozan Adar: Yedi yaşında TRT Çocuk Radyosu’nda seslendirme yapmaya başlamışsınız. O günlerden aklınızda kalanlar nelerdir? En çok hangi karakterleri seslendirdiniz?
Dilan Bozyel: Bize Katılın isimi bir çocuk radyosu programı sunuyordum TRT Diyarbakır stüdyosundan, net hatırladığım çok az sahne var o dönemden fakat o işi nasıl bıraktığımı iyi hatırlıyorum; ergenlik sanrılarımın tavan yaptığı bir dönemdi, kulağımdaki Walkman’ de Yavuz Çetin kasetini dinleyip yer bezi gibi sarkan tshirt’üm ve ayağımda patenlerle serseriliği ilk tattığım günlerdi, o günlerden bir gün radyoya gittim; bir leylek masalı seslendirmem gerekiyordu. Leyleği seslendirirken bir şey yaşadım bir an; ben ne yapıyorum burada yahu (gülerek), niye şu an bir leyleğim ki ben diyerek kendimi stüdyo ile kayıt odasının arasına yapılan büyük iki kapı arasına kapatıp, radyodan vazgeçmiştim. Güzel şeyler de yaşamıştım tabii, cadı seslendirdiğimde çok eğleniyordum ya da programda fıkra okuduktan sonra bütün ekip zorla kahkaha atardık. Bana bunlar komik bir çocukluk anısı olarak kaldı. 
Hozan Adar: Bir leylek olmakla yaşanan bir sanrı ile bıraktınız o zaman radyoyu diyelim mi?

Dilan Bozyel: Onun da bir bilinçaltı geçmişi var sanırım, şimdi böyle sorunca sen hatırladım; Diyarbakır Hazar Gölü yolunda eski bir çeşme vardı, kaynak su akardı, her zaman orada mola verirdik. Bir gün yine göle giderken durduk çeşmede, çeşmenin yanında da bir sütun, üstünde leylek yuvası, etrafta da yaşlı yaşlı teyzeler, sütuna tırmanmaya çalışıyorlar, bir şeyler topluyorlar, sorduk ne yaptıklarını, leylek bacağımı ne arıyorlarmış büyü yapmak için. O gün yerleşmiş beynime sanırım bu hikaye, korktum mu soğudum mu bir şeylerden bilmiyorum. Leylek seslendirmekten vazgeçerek leylekleri özgür bıraktığıma bile inanmış olabilirim. Benim aklım kimi zaman biraz masalsı çalışabiliyor. Şimdi bu kadar radyodan konuşunca özledim bir anda… Yukardan sarkan mikrofonun, kayıtların alındığı kocaman bantları…
Hozan Adar: Zihinsel Engelli Tiyatro oyuncu portreleri ve  Babam Beni Sevmiyor gibi çocuk gelinler sorununu ele alan, sosyal sorumluluk projeleri yaptınız? Yaptığınız bu projelerle iki ayrı konuda farkındalıklar yarattınız, sizi bu çalışmalara iten ne oldu? Projelerle ilgili karşılaştığınız zorluklar, problemler ve ya tepkiler oldu mu?
Dilan Bozyel:  Hiç kötü tepki olmadı, çünkü çok yararlı faaliyetler gerçekleştirmiş oldum. Özellikle çocuk gelinler konusunda sempozyumlar düzenledik, birçok çocuğu kurtardık, eğitim hayatına başladılar.
Hozan Adar:  Londra’da bir sergi açmıştınız.
Dilan Bozyel: Evet, orada da en azından bir bilinç aşılamış olduk. Bunları böyle sadece fotoğrafçı olduğum için yapmam gerekiyor gibi bir şey olmadı hiçbir zaman, hiçbir stratejik taktiğim olmadı, özellikle sosyal sorumluluk konularında; çünkü sanatla uğraşmasam da aynı şey olurdu. Dünyaya boş boş yaşamaya gelmiyoruz, bir şeyler yapmamız gerekiyor, hepimiz bir karıncayız sonuçta ve büyük bir ateş var o ateşi söndürmek için hepimizin bir damla da olsa su götürmesi gerekiyor. Fotoğraf benim mesleğim olduğu için, fotoğrafın aracı olabileceğini düşünerek yaklaştım bu olaylara, başka bir işle uğraşsaydım başka bir şekilde yapardım. Elimden ne gelirse her zaman da devam edeceğim. Bir kere yarım kalan başka bir proje olmuştu. Yunus gösteri merkezleri için sergi hazırlamıştım, su altında 14 saat süren bir çekimdi, çok da güzel katılımcılar vardı ama sponsor olan dalış okulu ben çekim yaparken benden izinsiz backstage fotoğraflar çekip sonra onları kendi projesi gibi hazırladı. Sonrasında ben de bunun etik olduğunu düşünmediğim için kendimi projeden çektim. İleride belki tekrar yaparım ama yapabileceğimiz çok şey var, gücüm yettiği sürece ömrüm yettiği sürece devam ederim.
Hozan Adar: Zihinsel Engelli Tiyatro oyuncu portreleri fikri nasıl oluştu peki?
Dilan Bozyel: Yaşam Kaya ile tanışmıştım,  tiyatro eleştirmeni ve tiyatro yönetmeni, onun çalıştığı Zihinsel Engelli Tiyatro ekibiyle tanışmak istedim. Aslında amacım sergi hazırlamak falan değildi. Oraya gittiğimde zihinsel engelli tiyatrocu arkadaşlarımızla tanıştığımda,  ne kadar saf olduklarını gördüm. Bize çocukluğumuzdan beri yerleştirilen birçok filtre var, birçok önyargı var ama onlarda hiçbiri yok, çok saflar gerçekten, çiçek kadar saflar bende bunu görünce daha çok kişiye ulaşması için elimden geleni yapabilirim diye düşündüm ve sergi hazırladım. 
Hozan Adar: Moda fotoğrafçılığıyla sanatsal çalışmalarınız arasında en çok keyif aldığınız alan hangisi? 
Dilan Bozyel: Öyle bir yol çizmeye başladım ki kendime genel kurallar dışında moda fotoğrafları çekerken de aslında sanatı tutam tutam içine atabiliyorum. Butik çalışıyorum moda fotoğrafçılığında, seri üretim çalışmıyorum dolayısıyla bir hikâye anlatabiliyorum. Bir yandan aslında çektiğim moda fotoğrafları bir sanat sergisi olarak da açılabilir. Bana gelen müşteriler de biliyor ne yapabileceklerimi, ne istediklerini bilerek geliyorlar dolayısıyla onları ayırmam çok zor ama kişisel sanat çalışmalarımda daha özgür oluyorum. Bir müşterinin kaygısı olmuyor, ticari bir kaygı olmuyor, daha kuralsız çalışabiliyorum o yüzden daha keyifli demeyeyim hepsi çok keyifli ama sanat çalışmalarımda, kişisel çalışmalarımda daha özgür hissedebiliyorum.

Hozan Adar: Fotoğraf konusunda zamanında sizin elinizden tutan hocam dediğiniz birileri var mı?
Dilan Bozyel: Bütün okuduğum kitapların yazarları, izlediğim filmlerin yönetmenleri, dinlediğim müziklerin müzisyenleri, şairler, incelediğim fotoğrafçılar, ressamlar hepsi benim öğretmenin gibiydi aslında… Özellikle o bir yıllık süreçte, yalnız başıma olduğum için sanki onlar benim en yakın arkadaşım gibiydi, çok yol gösterdiler bana o eserler çok yol gösterdi. Sonrasında Orhan Cem Çetin benim için çok önemli bir yerde, çünkü İstanbul’da üniversitede okurken o da orada öğretmendi ve okulun saçma bir kuralına karşı durduğu için okuldan ayrıldı. Orhan Cem Hocanın o duruşu beni çok etkilemişti. Aslında benim dersime de girmiyordu, hatta önceden de tanımıyordum. Sonrasında Orhan Cem Çetin Türkiye’de yaşıyorsa bende yaşayabilirim, dedim hatta… Dönerken ona da mail atmıştım. Benim için çok önemliydi, hala önemli, hala sorular sorarım, danışırım. Sadece fotoğrafları değil aslında hayata bakış açısı beni çok etkiliyor. Zaten benim için sanatçı sadece eserlerinden ibaret değildir, yaşam tarzı, hayatı algılayış biçimi çok önemlidir. Mesela güleceksiniz belki ama Picasso’ yu seviyorum ama Modigliani’ yi daha çok seviyorum, o Picasso az şerefsiz değilmiş; çok hırslı ve kıskançmış. (karşılıklı gülüşmeler) Bu sebeple sanatçının karakteri benim için daha önemlidir. Onun dışında birçok kişi var aslında, elbette Ara Güler’in fotoğrafları da bana yol gösterdi ve çok hayıflandığım oldu, keşke o dönemde yaşasaydım İstanbul’u o güzellikte görebilseydim diye… Aslında kiminle tanışsam kim hayatıma girse örneğin, senle bile şuan konuşurken bir şeyler paylaştık, bu bile bana ilham veren, hayatımda yer edinen bir şey ve o yüzden herkese çok değer veriyorum. Kapılarım sonsuz açık başlıyorum bütün insanlarla ilişkilerime o yüzden herkes benim bir şekilde öğretmenim olmuştur. 
Hozan Adar: Sizin yardım ettiğiniz kimseler var mı fotoğraf konusunda, destek verdikleriniz? 
Dilan Bozyel: Elimden geleni yapıyorum, her soru sorana bakıyorum, her gün böyle mailler, mesajlar cevaplıyorum, yetişmeye çalışıyorum. Dersler veriyorum, derslerde sorular soran öğrencilerimi cevaplıyorum ve umarım insanların hayatlarına dokunuyorumdur, gençlerin hayatına dokunuyorumdur.
Hozan Adar: Günümüzde fotoğrafçılık daha çok dijital olarak icra edilmekte, bu konu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Dilan Bozyel: Aslında çok karşı değilim, evet analog çekimler, analog fotoğrafçılık çok büyülü bir şey gerçekten fotoğrafın babası ve fotoğrafı öğrenmek istiyorsak analog fotoğraftan başlamak gerekiyor. Fakat artık dünya öyle bir dünya değil, yavaş bir dünyada yaşamıyoruz, hızlı bir dünyadayız; yetişmemiz gereken şeyler var ve teknoloji bu konuda yardımcı oluyor, o yüzden karşıma almıyorum dijitali, ben de dijital kullanıyorum ama günlük hayatımda analog fotoğraf çekmeyi de unutmuyorum. Gerçi ne yazık ki karanlık oda bilgilerimi unutmaya başladım. Ama ne olursa olsun, dijitalde de zaten fotoğrafın içeriği, hikâyesi önemli olduğu için dijitalmiş, analogmuş bence kıyası bir sonraki aşamada kalıyor.
Hozan Adar: Bazı fotoğrafçılar kurgulama yapmayı sevmezler daha çok anı yakalamanın peşindedirler. Siz hangi kategoriye giriyorsunuz?
Dilan Bozyel: Ben kurgu fotoğrafçılığı seviyorum. Belki dişi kuş olduğum için, bir yuva kurup onu ortaya çıkarmak daha çok keyif veriyor bana ama tabi sokak fotoğrafçılığı da yaptığım için spontane anların güzelliği de çok önemli veya belgesel fotoğrafçılığın da içinde olduğum için onun kuralları gereği kurgusuz çekimler de yapıyorum. Hepsi ayrı anlamlı benim için ama seçim yapmak demeyeyim de kurgu fotoğraf hazırlarken, bir hikâye yarattığım için belki, zamanımı daha güzel değerlendirdiğim için keyifli geliyor. Gerçi düşünüyorum da Mısır’da çektiğim çocuk fotoğrafları var, Diyarbakır’da Suriçi’nde çektiğim çocuk fotoğrafları var. Onlar spontane ve çok güzeller, çok anlamlılar.
Hozan Adar: Fotoğraf çekerken nelere dikkat edersiniz, kamerayı hangi objelere/konulara odaklanmak sizi daha çok heyecanlandırıyor?
Dilan Bozyel: Ben galiba insan çekmeyi seviyorum, portre çekmeyi seviyorum. Manzara fotoğrafçılığı pek bana göre değil, hep böyle bir boşluk hissi oluyor. Evet, çok güzel fotoğraflar olabilir, çölde çektiğim fotoğraflar çok güzeldi ama çöl olduğu için güzeldi ama kadrajımda bir çift göz olsun istiyorum, sanırım seviyorum o bakışı, çünkü bana daha güçlü bir iletişim gibi geliyor.

Hozan Adar: Şu ana kadar çektiğiniz fotoğraflar arasından “imzam budur/ bugüne kadar çektiklerim arasında en sevdiğim/ benim bakışımı en iyi yansıtan fotoğraf karesi budur” diyeceğiniz fotoğraf hangisidir?
Dilan Bozyel: Su içinde keman çalan Alper Kömürcü ‘nün albüm fotoğraf çekiminde mesela o fotoğrafı çok seviyorum. Ayrıca kurgulamış olduğum bir fotoğraf var, böyle bir ayna kayaya yaslanmış durumda ve dağların yansıması var. O fotoğraf daha poetik geliyor bana, galiba onları çok seviyorum onlar böyle üstüne uzun uzun konuşabileceğim fotoğraflar ama bir yandan çocuk portrelerini de çok seviyorum, Mısır’da çektiğim bir fotoğraf var sonradan ödül alan, o fotoğrafın çok büyük anlamı var benim için çocukla çok ilginç bir iletişime geçmiştim ve arkada piramitler var ama önünde bana gülümseyen güzel gözlü bir çocuk var ve çocuğum hayatta olup olmadığını bilmiyorum. O fotoğraf ta çok anlamlıdır benim için ama hiçbirini de ayıramam…
Hozan Adar: Fotoğraf çekimleriniz esnasında başınızdan geçen bir anınızı ilginç bir olayı paylaşmak ister misiniz?
Dilan Bozyel: Komik bir anım var aslında Londra’da konser çekimi yaptığım zamanlarda Travis diye bir grubun çekimine gitmiştim. Travis’i çok seviyordum, hâlâ çok seviyorum, çok heyecanlıydım, ilk kez basın bölmesindeyim ve ilk kez öyle ciddi bir yerde Londra’da konser salonunda fotoğraf çekeceğim. Böyle özel davetli olarak geçince, çok heyecanlanmıştım, heyecandan çişim vardı, ilk 3 şarkı çekim hakkımız var. O zaman tuvalete gitseydim çekimi kaçıracaktım, iş mi çiş mi diye düşünüp işi seçtim ve bıraktım böyle pantolonum sırılsıklam, altıma işemiş bir şekilde çekimi tamamladım. ( karşılıklı gülüşmeler) Bu benim için kırılma noktalarından biri oldu. İşimi ne kadar önemsediğimi, bir şeyi yapmak için başarmak için sevdiğin bir şeyi ve kimseye zarar vermeyen bir şeyi veya yararlı olabilecek bir şeyi yapmak için insanların yargılarını önemsememeyi öğrendim.
Hozan Adar: Fotoğraf çekmeye ilgi duyan insanlara ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz?
Dilan Bozyel: Her şeyin başı sevgi, neyi severseniz onu yapabilirsiniz. O yüzden hani ünlü olmak için, ünlülerle çalışmak için, çok eğlenmek için, çok güzel kızları, güzel erkekleri çekmek için veya sosyal medyada daha fazla like almak için fotoğrafçı olmamak gerekiyor. Her işin zorluğu var, dışardan sadece başarıları duyuyorsunuz belki de ama her başarı birçok başarısızlıkla birlikte bir başarıya dönüşüyor. Dışardan göründüğü kadar kolay değil hiç bir şey, çok özveri gerekiyor, çok büyük riskler almak gerekiyor, birçok hayat lüksünden vazgeçmek gerekiyor, sanatla uğraşıyorsanız özellikle… Sadece fotoğraf için değil her şey için çok sevip çok çalışmak gerekiyor. Hayatın merkezinde olması gerekiyor, çünkü özellikle sanatla uğraşıyorsanız mesai saati diye bir şey yok, gece gündüz çalışmanız gerekiyor, beyniniz hiç durmuyor, hayal gücünüzü sürekli beslemeniz gerekiyor, dünyayı bazen kapatmanız gerekiyor. Günlük dünyevi sorunlar üzerine daha çok düşünüp ders çıkartıp onları yorumlamanız gerekiyor.
Hozan Adar: Fotoğraf çekmenin yanı sıra çeşitli dergi ve gazetelerde yazılarınız var. Ayrıca hep seyahat halindesiniz, konferanslar, atölyeler, fotoğraf çekimleri çok koşuşturmalı bir hayatınız var ve bildiğim kadarıyla halinizden memnunsunuz,  her yerde olmayı nasıl başarıyorsunuz? 
Dilan Bozyel: İlk başladığım zamanlarda, bir röportaja gitmiştim fotoğraf çekimi için, ablamın röportajıydı Coşkun Aral ile yapmıştı. Coşkun Aral şey demişti, “ben köpekbalığı gibiyim durursam yaşayamam” orda şeyi anlamıştım, benim o durmama halimin ne olduğunu anlamıştım. Coşkun abiden öğrendiğim en önemli şey odur. Şuan aynı dergide yazıyoruz ve iki fotoğrafçı sayfası var biri onun biri benim… Ben durduğum anda çok sıkılıyorum, boşluğa düşüyorum, yaşıyor gibi olmuyorum o yüzden duramıyorum. Gücüm yettiği kadar ne yaparsam, dünyayı ne kadar keşfedersem, ne kadar insan tanırsam, ne kadar insanı belgelersem, ne kadar hayatı, hikâyeyi, görürsem, yazarsam, çekersem bu bana verilen bir görev gibi hissediyorum. Kutsal bir görev gibi hissediyorum.
Hozan Adar: Senden biraz hayal kurmanı isteyeceğim. Diyarbakır’ı düşün, doğduğun topraklar ve şimdi hayal gücünü kat işin içine, elinde makinen var neyi çekmek istiyorsun?
Dilan Bozyel:  Bir masa kuralım OnGözlü Köprü’ nün üstüne, başında Ahmet Kaya otursun. Ahmed Arif de gelsin otursun, Yılmaz Odabaşı gelsin otursun, Gülten Abla gelsin otursun ve kim varsa Diyarbakırlı ve o topraklardan çıkan, Suriçi’ndeki çocuklardan Süryani Kilisesi’nde yaşarken geçen ay vefat eden Sarkis Amca’ ya kadar herkes… O bütün güzel insanlar toplansın orada, böyle bir düğün havasında herkes toplansın,  mutlu bir dîlan olsun ve onları çekeyim isterim. 
(*Dîlan = Kürtçe düğün, eğlence, kutlama, festival demek)