Dedi ki Cumhurbaşkanı “1 milyon 250 bin ton patates ve yaklaşık 300 bin ton soğan… Devlet olarak dedik ki; Ramazan öncesinde fakir fukaraya, garip gurabaya dağıtalım.”
Kafalarına çay atılıyor, kafalarına satranç atılıyor, kafalarına patates atılıyor…
Diyor ki birisi “AKP kitlesi” koşuyor, satranç oynamayı bilmiyor ama satrancı alıp eve götürmek için koşuyor.
Patates soğan için, çay için, kahve için birbirlerini eziyorlar, fırında askıda ekmeği bekliyorlar; market önlerinde, pazarlarda kalan sebzeleri topluyorlar. Kaymakamlık önlerinde, belediye kapılarındalar. Çöp karıştırıyorlar, kafalarına düşmesi nasip olmayan patatesleri çöp kutularından çıkartıyorlar…
Bu fotoğrafları görenler, sosyal medyada parmaklarını sallıyor, iktidara diyorlar ki:
“Bu insanları bu kitleyi bu hale soktun sen, patatese muhtaç ettin, sen, sen, sen, sen.
Bu kadar yoksulluk senin yüzünden…
Sonra bir diğeri çıkıyor, parmağıyla diğer tarafı işaret ediyor:
“Bu iktidarı başımıza siz musallat ettiniz, bir çuval patatese, bir çuval soğana, iki paket makarnaya boyun eğdiniz sizin yüzünüzden, sizin sizin sizin…”
Sonra bize dönüyorlar diyorlar ki “siz yaptığınız “yardımlarla” (biz dayanışma diyoruz) sistemin, iktidarın açıklarını kapatıyorsunuz, bu sistem sorunu, onlar gidecek, yoksulluk bitecek”
Bu bakışla bu söylemle biter mi?
Bitmez!
Kafalara çay, satranç, patates atılması değişir mi iktidar değişince?
Değişmesi için ne yapmalıyız, mesele yazının sonunu bitireceğim İsmail’in öyküsünde….
Peki kim bu “fakir, garip guraba, lümpen proletarya, sınıfsızlar…
Nasıl oluyor da hem iktidarı ayakta tutuyorlar hem de iktidarın kafalarına patates, çay, satranç atmalarına “aldırmıyorlar”.
Çeyrek altına sahiplerse onu isteyebilme cesaretini verebiliyorlar iktidara…
Biri diyor ki “AKP kitlesi satranç biliyor gibi satrancın kafasına atılmasına izin veriyor”. Bir başkası diyor ki “işçi sınıfına ait değiller, sınıf bilinci olmayan insanlar” bir başkası ekliyor “lümpen proletarya, bilinçsiz, sınıfsız bir kitle”…
Patates, bir koli erzak bekleyenlerin yanı sıra bir de çekip gidenler var bu “bilinçsiz” “lümpen”, sınıfından. Her nasıl oluyorsa gittikleri anda “bize ait” oluyorlar bizim “sınıfımıza”. Hemen sosyal medyada “sınıfımızın” ilk sırasına yerleştiriyoruz ölü bedenlerini. Geçinemedikleri, onurlarına yediremedikleri, borç batağına saplandıkları çocuklarının yüzüne bakamadıkları için 12 TL’yi eşlerinin avucuna sıkıştırıp “balkondan atlıyorlar”, “siyanürle ailelerini yok ediyorlar”. Bir “kamu kurumunun önünde kendilerini ve dünyayı yakıyorlar”, “yevmiyeli çalıştıkları tarlaya giderken hınca hınç traktörün çarpması sonucu tarlalardan toplanıyor cesetleri, sele kapılıyorlar gecekondularıyla, patronlarından dayak yiyorlar, pandemide yevmiyeli gece gündüz çalıştırılıp işten atılıyorlar.
Ezilenlerin Pedagojisi’nde Paulo Freirede şöyle demiş:
“Ne siyasetçilerin ne de gazetelerde köşe yazarlarının söylediklerinin anlaşılmadığı sıkça görülür; çünkü dilleri, hedefledikleri insanların durumuyla ilişkisizdir. Dolayısıyla söyledikleri, yabancılaşmış ve yabancılaştırıcı nutuklardan ibarettir”
Kim bu insanlar, gidenleriyle, kalanlarıyla? 20 yıldır telefonum bu “lümpenlerin” numaraları ile dolu, çoğu sabıkalı, çoğu işsiz, çoğu kâğıt toplayıcı, müzisyen, tekstil işçisi, göçmen, travesti. Hepsi onurlarıyla ayakta kalmaya çalışıyor, çocukları olanlar çocuklarına devrettikleri şey yoksulluk olmasın diye, çocukları okula erişsin kendileri gibi damgalanmasın diye çırpınıyor…
İçlerinde beni devlete şikâyet edenler de var. Affettim, bir kutu Ezilenlerin Pedagojisi kullanarak. “Despotizmi başlatan, zulmedilenler değildir, zalimlerdir. Nefreti başlatan, horlananlar değil, horlayanlardır. İnsanı olumsuzlayan, kendilerine insan olma hakkı tanımayanlar değil, onlardan insanlığı esirgeyenlerdir. Güçlünün egemenliği altında zayıf düşürülmüş olanlar değil, onları güçsüz kılmış güçlülerdir zor kullanan.”
Yedi yaşından beri tanıdığım çocuklar bir tarladan fışkırır gibi buldular beni pandemide. Ben onların çocuklarına bez mama, tablet yetiştirmekle meşgulüm… Onların çocuklarının beni bulmaması için…
Bu arada bu yazıyı yazarken telefonum kapalı, mesajlar geliyor: “Korona olduk abla” diye. Bir mesaj görüyorum “Acil ara abla” diyor İsmail.
İsmail pandemiden önce bir lokantada aşçı olarak çalışırken işten çıkartıldı. Şimdi yaptığı yemeklerin malzemelerine ulaşmak için çırpınıyor. Arıyorum İsmail’i, durmadan öksürüyor, çok kötü öksürüyor içim parçalanıyor.
– Ne oldu İsmail?
– Korona oldum abla.
– Nasıl oldu?
– Abla, Moda’da bir iş var dediler gittim, apartman temizliği, bütün apartmanı temizledim, poşetlere doldurdum bütün çöpleri attım. Sonra eve dönerken kazandığım para ile çocuklara bir şey aldım. Eve döndüm ertesi gün öksürmeye başladım, nefes alamıyorum hastaneye gittim. Pozitif olduğumu öğrendim. Apartmanda korona geçirmiş aile varmış, söylemediler…
– Ne kadar verdiler sana canım?
– 100 TL abla… Abla çocukları annem alacak bugün. Affedersin abla, doktor dedi ki “meyve sebze ye” dedi. Bir de abla affedersin “et ya da tavuk ye” de dedi, Bir de kolonya abla. Sebze de yolla abla. Patates, soğan yollama abla, var, geçen belediye getirdi…
Bir şey soracağım, içinizde Moda’ya İsmail’i temizliğe çağıran var mı? Bunu merak ediyorum…