İnsanın Nasıl Olur da Köyü Olmaz?

0
355

Çocukken herkesin köyü olduğunu ve yazın o köylere gittiklerini düşünürdüm. Meğer böyle değilmiş… Herkesin köyünün olmadığını, her köyün benimki gibi olmadığını ya da arkadaşlarımın her yaz köye gidemediğini öğrenmem çok uzun sürmedi. Yaz dönüşü Türkçe derslerindeki ilk yazma ödevi konusu “Bu yaz ne yaptınız?” sorusuna gelen kompozisyonlar sağolsun, ne diyelim. 

Ankara’da doğdum ve büyüdüm ama şanslı olduğumu düşünüyorum çünkü babamın köyü bana sallanan kerpiç bir evde hatta kalma becerisi, harika bir çocukluk, ilk aşkımı ve daha nicesini verdi. Köyü soracak olursanız, öyle bir albenisi yok ama klasik bir köy. Afyonkarahisar’ın doğal bitki örtüsü dinlenme tesisleri arasındaki Sandıklı ilçesine bağlı Selçik Köyü. 

Köyümüzde kışları soğuk ve kar yağışlı, yazları ise sıcak ve kurak olan karasal iklim görülüyor. İklime bağlı olarak buğday, arpa yaygın olarak ekilse de haşhaş, anason, kimyon gibi aromalı tarlarımız da var. Patatesin önemli bir geçim kaynağı oluşturduğu köyümde bahçecilik oldukça yaygın. O bahçelerdeki domates, salatalık, fasülye, kabak, yeşillik ve envai çeşit meyveler sayesinde oyunu kesmeden az karnımız doymadı. Çocukluğumda dakikalarca izlediğim inek sürüsünün ve koyun sürüsünün evlerine dönüşünden yola çıkacak olursak hayvancılık da yapılıyor(du). Doğal olarak bende birazcık köy becerilerimi geliştirdim; özgeçmişimde yazmaz ama süt sağabilirim, peynir yapabilirim, yoğurdum kıvamlı olmasa da teoride biliyorum, nohut, haşhaş yolmaya gittim, bağ bahçe işlerinden azıcık anlarım. Yöresel lezzetlerimizden fırın bükmesi yapabilir, ekmek mayalabilir, erişte kesebilirim ama köy fırınını hala kızdırmayı bilmiyorum…

Fotoğraf: 7 Ağustos 2015 (saklambaç sonrası eski köy kahvesinin önü)

Köy benim için bir buluşma merkezi gibiydi. Cep telefonlarının ve internetin yaygın olmadığı çocukluk dönemimde köydeki kuzenlerim ve arkadaşlarımla bir arada kudurabileceğimiz tertemiz iki ay… Tatil hiç bitmesin, arkadaşlarım yurt dışına gitmesin, ben de Ankara’ya dönmeyeyim isterdim. Ama her yaz sonu aynı hüzünlü tablo, yaprak dökümü gibi birer ikişer herkes doyduğu yere, kendi gurbetine dönerdi. Dönerdi çünkü benim tatil biraz uzun olduğu için neredeyse herkesi uğurlardım. Benim de dönme vaktim geldiğinde en çok Seher’den (halamın kızı, o zamanlar Sandıklı’da yaşıyordu) ayrılmak beni üzerdi, onu da yanımda götürmek isterdim. 

Peki bu kadar klasik bir köyü benim için vazgeçilmez yapan neydi? Bir yere böyle bağlı olmak için sadece arkadaşlık, dostluk yeterli miydi? Tabi ki sadece bunlar değil, bunlar yetiyor olsa şimdilerde Ankara’yı da eşit özlemem gerekirdi. Ankara’da yalnızca insanları özlüyorum. Ama köyüm öyle mi kimsenin olmadığı kışın bile gideyim, göreyim istiyorum. Sebebi çok açık ben Selçik Köyü’ne emek verdim, babamın köyü artık benim de köyüm hatta birazcık da eşimin köyü oldu.

Birgün babam da dahil olmak üzere akrabalarım ve köyün ileri gelenleri, Ankara’da köyümüz için dernek kurmaya ve bir kültür günü ile köyden bağları kopmuş, toprağını unutmuş, bambaşka yerlerde kök salan köylülerimize bir gün de olsa köyü hatırlatmaya karar verdi. İşte bu dernek sayesinde yazlarımıza daha bir renk gelmeye başladı. Festivaller, şölenler düzenlenir oldu. Her yaz Sarı Selçik Dede’yi Anma törenleri unutulmaya yüz tutmuş Alevi-Bektaşi kültürünün tüm unsurlarını tekrar diriltirken, hepimiz adına ayrı bir uğraşa ve dayanışmaya da neden oluyordu. Çevre köylerden, bölgeden misafirlerimiz, ulusal ve ulusararası üne sahip sanatçılarla düzenlediğimiz festivalle her seni yazlarımız ayrı bir güzelleşiyordu. Tüm bu süreçte seneden seneye buluşmalarımızda hepimiz büyüdük, evlenip barklandık…

Fotoğraf: 6 Ağustos 2018 (3. kuşak semah ekibimiz, festivalde semah dönerken)

Bu kadar emek verdiğin, gelişip büyümesini izlediğin birini ya da bir yeri sen olsan özlemez misin, sevmez misin? Ben köyümü, Selçik Köyü’nü çok seviyor ve özlüyorum ama artık acı bir gerçek yüzüme vuruyor; hayat şartları, artık eskisi kadar köye gidemiyorum, gittiğimde de o kadar uzun kalamıyorum.  Büyüklerimden duyup sıkıldığım “ah o eski günler” nostaljisine girmek istemem ama neredeyse 50 kişi oynadığımız saklambaçları, saklambaçtan yorulunca iki gruba ayrılıp toplu saklambaç olan yudoyu, kendimizden küçükleri eylemek için tüm yaratıcılığımızla keşfetiğimiz oyunları, akşam üzeri voleybollarını, bir anda nasıl başladığını anlamadığımız su savaşlarını, Seda’yı, İnci’yi, Hatice’yi Ezgi’yi, Rabiya ablamı, Burcu’yu, Hayal ablamı, Fatoş ablamı, Cangül’ü, Metin Abimi, Hüseyin abimi, Yusuf abilerimi (köyde Yusuf çok), kısaca arkadaşlarımı ve kuzenlerimi, köşe başında okey ya da kağıt oynayan amcamları, sabahları kahvaltıya gelsinler diye camdan bağırdığım halamı, sevgili ayaklı gazetelerimizi (genelde asparagas magazin haberleri veriyorlar ama olsun), en çok da artık yerinde yenisi olan, yürüdükçe sallanan çocukların en büyük eğlencesi, dedemin eski kerpiç evini anmadan, özlemeden duramıyorum. 

Fotoğraf: 3 Ağustos 2015 (festival sonrası köyün gençleri festival alanın kendileri için söyleyip dinlerken)

Çocukluğumda anlamadığım, aklımın almadığı ve hala kabullenemediğim bir şey var; insanın nasıl olur da köyü olmaz? Herkesin bir köyü var bence kimin köyü benimki gibi klasik tezek kokulu. Kiminin köyü, Kadıköy, Ümitköy gibi artık başka bir köy olmuş. Kiminin köyü de tatil köyü olmuş, gidip parasıyla denize girdiğimiz yerler gibi. Ama bir şekilde herkesin bir köyü var.


Kapak fotoğrafı: 6 Haziran 2020 (Dedemin neredeyse cumhuriyet tarihine tanık kerpiç evinin yıkılmadan önceki son hali)