Sen de yüzlerce ben diyeyim binlerce, belki de milyonlarca kez hakkında konuşulmuş, yazılmış, çizilmiş, sloganlar atılmış olabilir. Kitaplara konu olmuş, şarkılarda dile gelmiş veyahut üzerine filmler de yapılmıştır mutlaka. Yarattığı etkisi nedeniyle uğruna kim bilir ne kavgalar ne mücadeleler verilmiş, yıkılması imkansız gibi görülen ne iktidarlar ne putlar yıkılmış ne çağlar açılıp ne çağlar kapanmıştır. Kim bilir…
Hatta ne insanlar canlarını ortaya koymuş ne hayatlar acıyla kavrulmuş ne sıkı dostlar birbirine küsmüş ne aşklar tükenmiştir. Kim bilir kimler nelerden vazgeçmiştir…
İyi dinle arkadaş öyle basit, sıradan bir konudan söz etmiyorum. Seni sen yapan, varlığını, kişiliğini, çevreni velhasıl hayatında ne varsa hepsini doğrudan ilgilendiren bir olgudan, toplumdaki yerini, ruhunu, özgürlüğünü, geleceğini ve hatta aldığın, alacağın nefesi belirleyen bir kavramdan bahsediyorum. Bilesin.
Hani şu her gün “böyle hayat mı olur birader”, “nasıl bir dünyaya geldik arkadaş”, “adalet mi şimdi bu” diye söylendiğin, ezme-ezilme ilişkilerini belirleyen toplumsal düzenin kendisinden, elinle tutup çıplak gözle göremediğin için kavramakta zorlandığın ama bir konserve kutusuna sıkıştırılmış bezelye gibi içine sıkıştığını tüm ruhunla hissettiğin toplumdaki yerinden bahsediyorum sana. Sınıflardan, toplumsal sınıf kavramından bahsediyorum.
Yaşadığın her şeyin nedeninin sınıfsal olduğundan söz ediyorum. Yaşayacağın her şeyin de…
Dedim gitti işte… Zaten yetken söylemeli böyle konuları. Öyle anlaşılır mı anlaşılmaz mı, kim ne anlar, kim nasıl yorumlar kaygılarıyla düşünüp dertlenmeye, sağından solundan, kenarından kıyısından eğip bükerek açıklamaya ne gerek var? Bu zaten senin hikayen, olduğu gibi söylenmeli…
Zaman akıp giderken tarihin ileriye doğru evirildiği sanrısıyla yaşadığın bu dünyada insan özgürlüğüne, eşitliğe ve ezen-ezilen ilişkisine dair düzen namına geçmişte ne varsa bugün de aynı olduğunu, değişmediğini, her şeyin temelde aynı şekilde işlediğini bilmelisin ilkin. Bugün de egemen sınıflar var, ezilen sınıflar var. Bugün de efendi düzeni var, ırgatlar var. Bugün de boyun eğirmek için güç araçları var, boyun eğmeyenler, direnenler var. Bugün de zenginlikleri kontrol eden batı var kuzey var sömürünün edilgen simgesi olmuş doğu var güney var.
Ve yaşadığın ne varsa, yaşayacağın ne varsa ne düşünüyorsan ne hissediyorsan neye inanıp neyi tercih ediyorsan, ne tür tutkulara sahipsen, nasıl davranıyorsan, nasıl gülüp nasıl ağlıyor, nasıl aşık olup nasıl kavga veriyorsan, evet ne varsa hayatında her şey ama her şeyin sınıfsal nedenleri var diyorum.
Şimdi bizim kuşağın temsilleri, şu halinden mutlu kölelerin, “modası geçmiş konular bunlar?”, “ideoloji mi kaldı hocam, geç bunları artık”, “herkes her şeye erişiyor, ne sınıfı yahu?” türünden mırıldanmalarını, söylenmelerini duyar veyahut da şaşkın şaşkın anlamsız şekilde bakındıklarını görür gibiyim.
Sizi de yıllarca ciddiye aldım ya…
Söylenecek olanı işin başında söyleyeyim de ona göre baksınlar bu satırlara… Asıl okuması gerekenler “aman abi bizim işimiz olmaz böyle mevzularla” diyerek okumasınlar en iyisi, kısa yoldan onlar için mevzuyu kapamış olalım. Eh biz de insan evladıyız sonuçta. Sabır da bir yere kadar. Okuyan okur, dinleyen dinler, anlayan anlar.
Konu nazik, bildiğiniz ideolojik. Hele şu ülkenin mevcut durumuna bakınca da bal gibi siyasi bir taraf algısı yaratacak türden. Hal böyle olunca da diyeceklerine dikkat etmeye, dilin kemiği varmış gibi hareket etmeye zorundaymış gibi hissediyorsun kendini. Yani hissettiriyorlar demek belki daha doğru olur.
İşin gücün yok şimdi kılı kırk yararak, kırk dereden su getirircesine parala kendini… Yok toplumda bir yerin var durup dururken başına iş alma, yok ters düşme şu düzenle takarlar adama, yok yerinden, elindeki üç beş kuruş mülkünden olursun, yok gücendirme sağı solu, yakınları, yüzün yere bakmasın. Yok şöyle yok böyle…
İyi halt ediyoruz! Yokluğa itilmiş milyonların neden çıkmazlarda yaşamaya mahkum olduklarını hiç konuşmayalım, hiç dile getirmeyelim, hatta hiç görmesek, bilmesek daha da iyi olur, altta kalanın canı çıksın bize ne yahu deyip geçelim. Öyle mi?
Yok kardeşim yok. O kadar da değil. Onca itaat düzeni eğitimine, toplumsal baskıya, adına din, töre, yasa, medya ne dersen de o yumuşak güce ya da şiddet tekelini elinde bulunduran devlet araçlarına rağmen henüz o kadar da insanlığımızdan çıkmadık.
Söyleyeceğiz, tekrar tekrar dile getireceğiz, yazacağız, göstereceğiz. Bildiğin devam edeceğiz. Hele şu içinde bulunduğumuz yüzyılda, şu insan ruhunu ele geçirmeyi hedefleyerek yeni köle tasarımları üzerine çalışan dünya düzeninde yeniden ve yeniden anlatacağız bu hikayeyi.
Şu yaşadıklarının ne anlama geldiğini, olan bitenlerin nedenlerini, ait olduğun sınıfın ne olduğunu, bunun hayatı için ne anlama geldiğini, maruz kaldığı ve kalacağı sömürüyü söyleyeceğiz. Mücadelenin bitmediğini, devam ettiğini hatırlatacağız.
Hani şu ismini duyunca bazılarının alerji düzeyinde kaşıntı bastığı Marx abi var ya bilhassa onun bir sözü üzerinden söyleyeyim.
“Şimdiye kadar ki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.”
Ben de üzerine ekliyorum işte: “siz var ya siz, işte topunuz bu sınıf savaşın içindesiniz. Kiminiz özgür ve eşit bir yaşam için çaba verirken kiminiz de diğerleri üzerinde sömürüyü egemen kılmak gayesiyle yerinizi, rolünüzü alıyorsunuz. Kabullenseniz de kabullenmeseniz de durum bu.”
Sözüm sana ezilen… Şu propaganda dolu egemen toplum yapısının bir mahsulü, bir yeni düzen kölesi olarak sürdürdüğün hayatında eğer bazı kelimelere ve düşüncelere yetersizliğin ya da olumsuz bir yargın varsa bunun gayet doğal bir durum olduğunu bilesin.
Zira başına gelecekleri öngörememen, olan biteni anlayıp kavrayamaman, sorgulayamaman ve dahi mücadele edebilecek bir iradeye sahip olmaman için seni sınıf bilincinden alıkoyacak, toplumsal düzene ve dahi benliğine yabancı olmanı sağlayacak güçlü bir akılsızlaştırma ve kontrol düzeninin içindesin. Etrafındaki her kurum ama hepsi, okul, din, medya adına ne varsa ve hatta abartmıyorum belki de aile, kardeş, eş, arkadaş dahil bütün bir toplum düzeni adeta bunun için çalışıyor, farkında dahi değilsin, bilesin…
Şuna bak, daha bıyığı yeni terlemiş, gencecik çocuk. Ortaokul terk olduğunu söylüyor. Belli ki ailede imkan falan yok, baba da “eti senin kemiği benim” deyip sokuşturmuş bu işe. Zayıf bedeni ile kaç saattir bu market kasasında duruyorsa artık, omuzlar düşmüş, ayakta duracak takati yok. Kontrolünü yitirdiği belli, yaptığı işe uyum sağlayan bir vücudu var artık farkında değil.
Dahası kendisinin “ne” olduğu hakkında da fikir sahibi olduğunu sanmıyorum. “Neden okumadın, bak aslan gibi çocuksun” diyorum “Allah nasip etmedi abi okuyamadık” diyor. Soruyorum “babanın bir işi gücü var mı”, “inşaatta çalışıyor, bazen oluyor bazen olmuyor” diyor. “Kaç kardeşsiniz” diyorum, “altı” diyor. “Herhalde sen sonuncusundur” diyorum, gülüyor “yok abi ben sondan birinciyim”… Sondan birinci olduğun belli iki gözüm, hem de çok belli.
Gelmiş uzun uzun hayatını anlatmaya sanki. Derse katılamamış, devamlılık sorunu varmış, ama dersten kalmak istemiyormuş falan. Üniversite dünyası işte, her zamanki hikayelerden, sıradan vakalardan biri. Ama gözleri de kan çanağı gibi be birader.
“Neden gelemedin” diyorum, “hocam çalışmak zorundayım” yoksa okuyamam diyor. “Ama zaten okuyamıyorsun, bak derslere de gelemiyorsun” diyorum. “Hocam sizin dersiniz sabah çok erken saatte. Ben gece çalıştığımdan ancak öğle gibi okula gelebiliyorum. Sabah derslerine gelemiyorum” diyor. Ne diyebilirsin ki! Yorgunluktan olacak konuşurken bile cümleleri doğru kuramadığını görüyorum. Biraz hal durum soruyorum. Bir anne var hayatta, baba şehit olmuş. Yapacak bir şey yok, tutunmak için çabalıyor, anlayışlı olmalı.
Oturmuş karalar bağlamış, “bu ne hal, derdin nedir” diyorum. “Aman abi sorma, bizim kız üniversiteyi bitirdi. Hatta okulda birinci mi ne oldu ama hala işsiz. Ne yapacağız bilemiyorum”. Yıllar evvel göçüp gelmişler İstanbul’a. Evlere, işyerlerine temizliğe giderek hayatı sürdürmeye çalışıyor. Girmişler bir çıkmaza işte…
Daha nelere tanık olmuyorum ki şu hayatta! Hepsi eğitime, sağlığa, iyi beslenmeye ulaşmak, daha iyi bir hayata geçiş yapmak için çırpınıyor. Ama şu düzen var ya şu düzen… İşte o düzenin devleti ve bürokrasisi barikatları öylesine güçlü kurmuş ki!
“Sınıfların ortaya çıkışından itibaren, tarih sınıf mücadeleleri tarihi olduğu gibi, devlette belli bir sınıfın egemenlik ve baskı aracı olarak çalışan güçlü bir makineye dönüşmüştür.”
Sınıf bilincin yoksa toplumun egemen güçlerini, egemenlik ilişkilerini anlayamazsın, mücadele edemez, kendini savunamaz, itaate hazır hale getirilirsin. Devlet seni itaate hazırlayan büyük bir barikat gücüdür. Bürokrasi egemen güçlerle mücadele etme iradeni elinden alan bir barikat sistemi olarak çalışır. Bu ne demek izninle anlatayım.
Devlet ve bürokrasi egemen güçler adına iş gören bir yapıdır. Vergi dairesidir, okuldur, kolluk gücüdür, ibadethanedir, bakanlıktır, kamu bankasıdır. Yoksula sınıfını, sınırını hatırlatandır. Bürokrasi devlet adına yasalar namına iş gören kurumlardan oluşan büyük bir güçtür. Şiddet gücünü ve yetkisini yasalara dayanarak elinde bulunduran bir güç hem de…
Bu bürokrasi var ya şimdi, kimin iyi eğitim alıp kimin almayacağını, kimin iyi sağlık hizmetlerine erişip erişemeyeceğine, kimin iyi beslenme olanaklarını elde edip kimin edinemeyeceğine karar veren, ekonomi-politik olarak egemen sınıfların adına bu işleri yasa gücüyle yapan, idari süreçleri egemenin çıkarlarına göre yürüten, işleten bir hizmetkar ordusudur. Yasalar ve idari düzenlemeler üzerinden kurduğu barikatlarla senin iyi eğitime, sağlığa, iyi beslenme ve yaşam koşullarına erişiminin önündeki en büyük engeldir.
“Çocuğum neden yetersiz bir devlet okuluna giderken bazıları ayrıcalıklı daha iyi bir paralı okula gidebiliyor” diye soramaz hale getirendir. Doktor yokluğundan ya da yetersiz sağlık hizmetlerinden dolayı yakınını kaybedenlerin, sırtında kilometrelerce annesini, babasını, yârini taşıyanların “ben bunu yaşarken bazıları neden helikopterle hastaneye gidebiliyor” diye sormasını engelleyen bir düzendir. Sen sormak için sesini çıkarmak isteyip harekete geçtiğinde önündeki en güçlü barikattır.