Kürsüde bir adam konuşuyordu… Soluğundaki fırtına adalete dair bildiğim doğruları savuruyor, ellerimin titremesine, nefesimin koşmasına sebep oluyordu. Belli ki salondaki kalabalığın kendi üzerindeki etkisini kaybediyordu konuştukça. Belki hepimizin görüntüsü silindi gözünde bir süre sonra. Oğlunun katledildikten sonra atıldığı susuz havuzun soğuk beton zeminine yattı boylu boyunca. Öyle buz gibiydi sesindeki çatallıklar. Buz gibi biliyordu gerçeği, buz gibi anlattı 9 yıldır aradığı adaleti…
Adalet mücadelesi verenleri birer birer bulmuş, İstanbul Barosu salonunda bir buluşma tertip etmiştik Yüksel direnişçileri olarak. Hemhal olmak, acılarımızı, mücadelemizi ortaklaştırmak istemiştik. “Bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine…”
İşte burada tanıdım Murat Oğraş’ı yani Burak Oğraş’ın babasını… Tekirdağlıydı Murat. Biraz da sanki buradan yürümeyi seçti dostluğumuz. Zira çocukluğum Malkara’ydı ve sarıydı güneş gibi… Trakyalının kendine has nüktedanlığı vardı konuşmalarında. Sohbet ettiğimizde beni hem güldürüyor hem ağlatıyordu. O zaman 9 yıldı mücadelesi, bugün on dördüncü yılına giriyor. Nasıl oluyordu da bu adam bu kadar yıl bir dedektif gibi katilleri kovalayıp yorgun düşmemişti, hâlâ yaşama bağlı ve hâlâ başkalarının acılarına, mücadelesine ortak olabiliyordu.
Anladım ki o bir savaşçıydı. O günden sonra bağımız hiç kopmadı. Çorlu tren katliamı duruşmalarından birine gittiğimde misafir oldum evine. Eşi Halime Hanım’la kızı Aslı’yla tanıştım. Sonra aileye bir birey daha katıldı. Asya… Sokağa bırakılmış, Murat tarafından sahiplenilmiş Golden Retriever…
Kasım ayının sonlarıydı, telefondan yazdı Murat. Antalya’ya savcı ile görüşmeye gideceğini ve bir yol arkadaşına ihtiyacı olduğunu, gelip gelemeyeceğimi sordu. Tabii ki gidecektim. Tabii ki ona yol arkadaşı olacaktım. “Yollar yürümekle aşınmazdı” ama yollar yürümekle aşılırdı. Yollar yürünürse yol olurdu. Dostluklar aynı yolda yürüdükçe pekişirdi.
1 Aralık günü bana Ankara’ya geldi. Ertesi gün Antalya’ya yola çıktık. Bir arkadaşımızın annesi Melek teyze misafir etti bizi evinde. O nasıl adıyla mütenasip bir kadın… Beyaza sarmış saçları yıllardır misafir ettiği, acısını aldığı, elinden tuttuğu, doyurduğu nicesinin kokusunu taşıyor… Konuşması okumuş, anlamış, yaşamış bir Çorum ezgisiydi. Doyamadım sohbetine. Ama o bizi doyurdu alışageldiği üzere. Dönüşte çantamıza bahçesinden limonlar, ayıklarken ellerini kararttığı pikan cevizlerinden doldurdu.
Gittik Antalya adliyesine. Bir yağmur yağıyor ki Antalya’da tepeden değil, verevine ıslatıyor… Savcı ile görüşürken Murat, ben dışarıda bekliyorum. Antalya’da üşüyeceksin deseler… Hıh, kim inanır? Ankara’nın kuru ayazını unutturdu bu ıslak soğukluk. Murat’ın adliye çıkışı söylediklerinden sonra yağmuru fark etmedik bile. Zira savcıdan şüpheliler üzerindeki takipsizlik kararının mahkeme tarafından kaldırıldığını ve yakalama kararı çıkartıldığını öğrenmiş. Yılların mücadelesinde geldiği nokta cinayetin başında yapmaları gerekendi ama o dağın zirvesine ulaşmış birinin sevinciyle bakıyordu. Antalya Barosu eski başkanı Polat Balkan’la da görüşecektik. Koşturduk gittik. Çıkınca sıcak bir yere oturup yemek yedik. Murat durmadan anlatıyordu. Bazen durup “Çok mu konuşuyorum?” diyordu. Sen içinde neleri biriktirdin on dört yılda dostum. Sen konuş ben dinliyorum. Dinliyorum, dinliyorum, dinliyorum. Hiç usanmadan, hiç sıkılmadan…
Yağmur devam ediyor biz eve dönerken. Çoraplarımıza kadar ıslanmışız. Şikâyet ediyorum yağmuru huysuz birinin yaygarasıyla. Melek teyze dedi “Geçmiş yıllarda buraya bir müftü tayin olmuş. Yağmurdan yılmış, birkaç ay kalıp başka bir yere tayin istemiş. Yıllar sonra yine aynı aylarda Antalya’ya gelmiş. Demiş bu yağmur hâlâ yağıyor mu?” İşte öyle bir yağmur… İçeri de yanan soba eyvallah ama asıl bizi ısıtan Melek teyzenin tatlı anıları oluyor. Ara gülüyor ara hüzünleniyoruz.
CHP Genel Merkez’den aradılardı Murat’ı biz Antalya’ya yola çıkarken. O nedenle hemen dönmeliyiz. Özgür Özel randevu veriyor. Gece binip, sabah iniyoruz Ankara’ya. Öğleden sonraki randevuya yetişiyoruz. Yorulduk mu? Yoooo! Size öyle koşturmaca içinde varıyoruz gibi gelebilir ama her yere bidonlarla sohbet taşıyoruz yanımızda. Akıyor…
Özgür Özel görüşmesi gayet olumlu… Davayı sahipleniyor genel başkan. Avukatları devreye sokuyor. Talimatlar iletiliyor her yere. Avukat Antalya’dan gelecek. Bekleyeceğiz. Biraz daha Ankara’da kalması gerekiyor Murat’ın. “Çok mu oldum” diye soruyor. “Çok ol” diyorum. Çok olalım. Çoğalalım… Başımın üstünde yerin var.
Avukat geliyor. Genel merkezde buluşuyoruz. Olayı başından sonuna ayrıntılarıyla anlatıyor Murat. Genel başkan yardımcısı Sevgi Kılıç ile de görüşüyor. Yanındayım. Her anına şahit… Bugüne kadar davanın sahiplenilmemesinin eksikliğini ve özrünü vurguluyor Sevgi Hanım gayet içten. Oradan da memnun ayrılıyoruz. Nasıl heyecanlı Murat… On dört yıllık çabasının meyvesini almak, adalete bu kadar yaklaşmak… Kendisiyle ne kadar gurur duysa az.
Sonraki gün “Koşturmaca olmadan bi evde oturalım, ertesi günü git” diyorum. Ne güzel de oluyor. Sonrasında yolcu ediyorum. Onlarca kez “Hocam iyi ki varsın” diyor. İyi ki varız Murat. İyi ki aklı, adaletin kefesine gerçekleri koyan insanlarız. İyi ki inatçı, ısrarcı damarımıza devrimci mücadelenin ruhu zerk edilmiş. İyi ki…
Adalet arayan bir baba Murat evet ama sadece bundan ibaret değil. Sanatçı ve zanaatçı… Bi kere keman çalıyor. Müzik onun ruhu… Kemanını kendisi yapıyor. Müzik aletlerini tamir ediyor. Müzik ve müzisyenlerle ilgili çok bilgisi var. Tekirdağ Belediye Konservatuarı Müzik Aletleri Yapım bölümünü bitirmiş. Ahşap malzemeden minyatür müzik aletleri yapıyor ve sevdiklerine hediye ediyor. Su kabağından gece lambaları, lambaderler, avizeler yapıyor. On parmağında on marifet…
Bu ülkenin eğitim sistemi ve adaletsizliği onu sanatla uğraşmak, hayattan haz almak, oğluyla mesela balık avlamaya gitmek yerine zorlu bir mücadeleye sürüklüyor. Anadolu’da derler ki “Sevdiğiniz öldüğünde içinizde kırk mum yanar, kırkı çıktığında otuz dokuzu sönmüş olur, biri ömür boyu yanmaya devam eder.” Oğlunu defnetmiş ama katilleri cezalandırılmadığı için kırk mumu da hâlâ yanıyor yüreğinde Murat’ın. Yası bitmemiş bir ölüm reva mı bir babaya?
Murat’ın mücadelesini duyarlı kamuoyu bilir. Burak’ın Antalya Rixos Otel’de katledilmesinden sonra, otel sahibi Fettah Tamince’nin “Otelin marka değeri düşmesin” diye olayın üstünü kapatmaya çalıştığını bilmeyen yok. Dosya savcısı diyor ki Murat’a “Bu dosya bugüne değin kapatılamadıysa, şüphelilerin yakalama kararı sürecine gelindiyse bu senin çaban sayesindedir.” Evladını kaybeden bir babayı servetinden güç alarak yalnız bırakmaya çalışan Fettah Tamince’nin öngöremediği şey şuydu ki Murat Oğraş o yalnızlığından kuvvet alarak kendisini çoğalttı bugün, binlerce insana ve onlarca gazeteciye ulaştı.
Burak Oğraş dosyasını iyi bilenlerden Can Bursalı hiç elini çekmedi bu dosyadan. İki gün önce de dosyaya dair gelişmeleri Gazete Duvar’da aktardı. Belki bilmiyorsanız, duymadıysanız Burak’ı ve Murat’ın mücadelesini buradan okuyabilirsiniz.
Murat’ın mücadelesine dair çok yazdım. Burak Oğraş için X’te çok paylaşım yaptım. Ama bu yazı benim Murat’la dostluğumuza, dayanışmaya dair… Biraz Murat’ı tanımanızı, onun duygularını anlamanızı istedim. Neye mi yarar? Belki birileri okur da asıl gücün paradan, silahtan, servetten, kariyerden, hırstan, kıskançlıktan değil de dostluktan, dayanışmadan doğacağını anlar. Belki…
Acun Karadağ
23 Aralık 2024-Ankara
Sevgideğer Acun öğretmenimin bir çırpıda okuduğum öykü tadındaki bu yazısı, mücadele azminin birlik ve dayanışma ile örülmesi durumunda nasıl olumlu sonuçlar alınabileceğine ilişkin vurgusu önemle dikkate alınmalıdır.
Sayın Oğraş’ın 15 yıla yakın zamandır sürdürdüğü mücadelesinde umarım bu umutvari durum katillerin cezalandırılması ile sonuçlanır.
Emeğine, kalemine sağlık olsun Acun öğretmenimin.