A’dan Z’ye Memleket: Veresiye Defteri

0
73

Benim bir büyüğüm, Bahar ablam küçükken de sakin, sessiz bir çocuktu. Küçüğüm Yonca şımarır, dans eder, canı bir şey isterse rahatlıkla talep ederdi. Ama Bahar ablam kimseye yük olmak istemez, ağlayıp bağırarak hiçbir zaman bir şey istemezdi. Beden olarak da çok zayıftı. Bir keresinde Azeri şivesiyle “özü mırıktı, özü de iskelet” demişim. Babam durmadan onu anlatırdı kahkahalarla gülerek. Süt dişleri dökülünce yerine yenisi çıkmadan önce ön dişleri boştu Bahar’ın. Kars’ta dişsize “mırık” derler daha doğru tabirle genizden bir “h” ile söylenir. Sanırım Kürtlerdeki “x” sesine denk düşer. Mırıx… Yani demişim ki hem dişsiz hem de iskelet gibi zayıf.

Zayıf olduğundan, bir şey yemesi için gözüne bakardı annem-babam. Ben küçükken bakkallarda bir yemiş vardı. Hurma derlerdi ama bildiğimiz hurmalardan farklı… Bahar bunu çok severdi. Bir gün bakkal alışveriş sırasında babama “Senin ortanca kız okula giderken her gün benden bir avuç hurma alıyor, parasını vermeden gidiyor, deftere yazıyorum haberin olsun” demiş. Babam da “Ne isterse ver, yaz veresiye defterine” demiş.

Veresiye defteri çocukluğumuzda normalimizdi… Her şey mahalle bakkalına deftere yazılır, borç aybaşında kapatılır, yenisi için yer açılırdı. Veresiye defteri olmayan bakkalın müşterisi de olmazdı. Birkaç ay önce Kemal Ateş Hoca’nın “Veresiye Defteri” adlı romanını okudum. Defterin içinden geçip çocukluğuma uzandım. Dedim madem “A’dan Z’ye Memleket” yazıyorum o zaman V harfinde bu konuyu anlatmak gerek. Kitabın yarısını geçince şimdi veresiye defterleri yok ama kredi kartları var dedim. Üstelik kredi kartları bakkal gibi insaflı da değil. Çok yoksulsan, dardaysan, işten atılmışsan “sildim borcunu” da demiyor. Bakkalların aksine acımasız kapitalizmin kasası bankalar, gözünün yaşına bakmıyor. Veresiye defterine yazdırırken bakkalla göz göze gelirdiniz, veresiye aldığınız kredi kartının sahibi ise hiçbir zaman görmeyeceğiniz bir banka sahibidir. “Çok zordayım, ödeyemiyorum” demek istediğinizde karşınıza çıkansa bir makine sesi…

Ben bunları düşünürken kitabın sonuna geldiğimde Kemal Hoca’nın da bu konuya değindiğini gördüm. Dedim “Aklın yolu bir…” Kitabı okurken sık sık göz çevrem kaşındı. Hep böyle olur. Üzülünce göz çevrem kaşınır, kaşınır sonra kırışır… Bu kitap vicdan muhasebesi gibiydi. Bir dönemin sosyolojisini enine boyuna düşündürdü.

Veresiye defteri de aslına bakarsanız esnafın vicdan defteri gibidir. Bakkalın iyisini veresiye defterine yaptığı muameleyle bilirdik. Eğer dara düşen mahalle sakinine “sana bir daha bir şey vermem, borcunu öde öyle al” derse vicdansız derdi mahalleli. Ama öyle bir şeydi ki bu bazen bir mahallede ikinci bakkal olmadığı için o zalim bakkala mecbur kalırdınız.

Kemal Hoca “Gecekondu Ankara”sını, bir bakıma o gecekonduların nasıl inşa edildiğini, gecekondu mahalle kültürünü anlatmış bu kitapta. Bu anlamda tarihe de dönemin sosyal olaylarını not düşmüş. Babam memurdu. Genellikle lojmanlarda ve orta halli mahallerde oturduk. Bu nedenle gecekondu mahalle hikâyelerini romanlardan biliyorum. Çok geç dönemde Ankara’da öğretmenliğim sırasında öğrenci ziyaretlerimde tanık oldum gecekondu yaşamına. O dönem yeni yeni “kentsel dönüşüm” ‘atakları’ vardı iktidarın. Bazen zorla bazen “apartumanda oturacaaz artık” illizyonuyla gecekondulara girip, halk dayanışmasını, devrimci komününü yıkmak için gelip evleri yıkıyorlardı henüz.  Aklıma Grup Yorum”un “Gecekondu” şarkısı geldi. O ne hoş anlatımdı öyle… Gülümseten düşündüren, gecekondu ile rezidansın atışmasını anlatan şarkı…

Yayılmışsın bütün şehre
Kollarını gere gere
Gecekondu gecekondu
Dön git geldiğin yere

Yıkık dökük duvarların
Görüntümü bozuyorsun
Balçık çamur sokakların
Bu şehri kirletiyorsun

Duvarlarınızı biz ördük
Senin harcını biz kardık
Beton yığını gökdelen
Sen yok idin biz burdaydık

Kıpırdamam hiç yerimden
Çekil benim güneşimden
Gölge etme başka bir şey
İstemem senden gökdelen

Ben yok iken sen gelmişsin
Aman çok bir halt etmişsin
El koyup boş araziye
Gece yarısı konmuşsun

Bunlar kanun dışı işler
Kapına dayanır dozer
Topla pılını pırtını
Bunca zaman kaldın yeter

Kurtlar bile uğramazdı
Bomboş yerlerdi buralar
Biz konunca üşüştüler
Jandarmalar zabıtalar

Göğü işgal ederken sen
Hangi kanun izin verdi
Yaşam hakkıdır benimki
Sen hangi hakla dikildin

Hepinizi yıkacaklar
Yerinize konacağım
Alışveriş merkezleri
Rezidanslar olacağım

Modanın kalbi burada
Finans merkezi şurada
Işıl ışıl limuzinler
İstiyorum gecekondu

Yere batsın pis kâr hırsın
Senin olsun paran pulun
Mahallenin her tuğlası
Namusudur kondulunun

Sömürünün abidesi
Şatafatın sembolüsün
İhtirasın anıtısın
Nasıl mahlûksun gökdelen

Globalleşirken dünya
Sen kalmışsın taş devrinden
Kentsel dönüşüm dedik
Yıkılacaksınız tümden

Yalın ayak çocukların
Kucaklarındaki taşlar
Seni ters çevirip yere sokar
Hayatı yeniden kurar

Gecekondu denilince yine ilk veresiye defteri, sonrasında da dayanışmanın, komşuluğun, yemeğini, kıyafetini, her türlü eşyasını komşusuyla paylaşmanın, kapitalizme karşı mahalle kültürünün “defterinin dürülmesi” gelir aklıma. Öyle mi oldu gerçekten? Kapitalizm, gecekonduların, dayanışmanın defterini mi dürdü yoksa “Veresiye Defterini” afili kredi kartına mı dönüştürdü?

Gecekondu mahalleleri yıkıldı yerine rezidanslar ya da Toki evleri yapıldı da halkın hayat tarzı mı değişti? Daha iyi bir eğitim mi aldılar? Çocukları daha iyi mi beslendi? Kasaptan daha fazla et mi satın alabildiler? Kölelikten “fabrikalarında al kanımızı içmelerinden” mi, iş cinayetlerinden mi, “şose boylarında açlıktan gebermekten” mi “mızraklı ilmühalden, polis copundan, kokmuş karanlığımızdan” mı kurtulduk?

Hayır! Daha fazla yoksulluk, daha fazla açlık, daha fazla cehalet, daha fazla ölüm geldi ‘yepyeni’ mahallelerimize. Mahalle olmaktan çıktık. Apartmanlarda birbirini tanımadan yıllarca yaşayan insanlar haline geldik. Bizim yerimize rezidanslara, parayı nereden kazandığı belirsiz, eğitimsiz, sonradan görme, doyumsuz bir kitle yerleşti. Bir kitle ki aklı alınmış, yerine para yerleştirilmiş, yurtseverliği yapay, insan severliği çıkarcı, insan sömürmeyi yaşam biçimi haline getirmiş, ailesini bile koşulsuz sevemeyen bir kitle… Öyle ki binaların yüksekliği arttıkça yeryüzünden uzaklaşılan bir durum yeni yapılaşma.

Aslında gecekondu mahallerini anlatırken o mahallelerin mükemmel olduğunu, koşulların kusursuz olduğunu, orada yaşayanların “melek” olduğunu söylemiyorum tabii ki. Kemal Ateş hocanın “Veresiye Defteri” kitabında anlattığı gibi o mahallelerde de kurnaz, çıkarcı kişiler, kabadayılar, ahlakı bozuk insanlar vardı. Ki tarihte bunlar her dönemde vardı. Teknolojinin girmediği bu mahalleler yaşamın çok da kolay olmadığı yerlerdi. Ve fakat burada anlatmak istediğim şey aslına bakarsanız son 40 yılda yaşam biçimimizin nerden nereye değiştiği ile ilgili… Bir anlamda hayatımızın kontrolünün elimizden ne derece uçtuğu ile ilgili…

Şöyle ki; Halk arasında bir söz vardır. Anne varken çocukları, babaların bir gözü görür, anne ölünce çocuklarını görmez der yaşlılar… “Devlet baba” terimi aklıma hep bu sözü getirir. Yeni kurulmuş cumhuriyetin devleti, sanki kendi var oluş mücadelesini veriyor, ayakta kalmaya, köklerini bu topraklara sarmaya çalışıyordu ve vatandaşın her eylemini tek gözüyle takip ediyordu. Köylü kendi haline aç kalmamaya çabalıyor, köyde yaşam alanı kıtlığa düşünce şehirde bir alan yaratmaya çalışıyor, köyünden göçüp şehre yerleşiyordu. Şehre yakın uçsuz bucaksız araziler atıl dururken, devletin (şimdilik) işine yaramayan bu arazilere köylünün gece vakti bir ev kondurmasının ne riski olabilirdi ki…

Dediğim gibi vatandaşını devletin bir gözü görürken gözden kaçmak da kolay oluyordu. “Hele bir çatı yapalım da gerisi kolaydı…” Nasıl olsa kervan yolda dizilirdi. Kendiliğinden kurulmuş gelişmiş bu mahallelerin, elektriği, suyu, yolu yapılırken kondulu, devlete yalvarır, lütfen hizmet alırdı. Devlet kılcallarımıza kadar sızmamıştı henüz. Büyük servetler kontrol altındaydı ama küçük insanların devasa servet edinmesi zaten mümkün olmadığından bu mahallere yıllarca uğramazdı devlet…

Son kırk yılda değişen ne oldu da gecekondu mahallerine göz dikti yöneticiler? Hiçbir şeyin tek nedeni olmadığı için “kentsel dönüşüm” hikâyeleri de tek nedene bağlanamaz. Ama bu nedenlere “modern şehrin görüntüsünü bozuyorlardı” “Uyuşturucu, ahlaki çöküntü mahallere girmişti” “Pislik yuvalarıydı” gibi algı operasyonu gerekçelerini koyamayız. Çünkü o işlerden üst akıl sorumluydu. Artık devletin babalığı gitti, geriye devlet kaldı! Vatandaşını devletin iki gözünün de görmediğini, annesi ölmüş öksüz çocuklar gibi iktidarlar için “gereksiz çoğalmış” nüfus olduğumuzu unutmayalım!

Ülkemizin yönetimine gelenler/getirilenler 1980 yılından itibaren halk tarafından değil “üst akıl” tarafından özel olarak seçiliyorlar. 12 Eylül darbesi sadece ülkemizde değil dünyanın birçok ülkesinde benzer darbelerin yapıldığı yıllarda başımıza geldi. 90’larda Sovyetler Birliği yıkılırken sadece orası yıkılmıyor kapitalist tekeller tüm dünyada emsali görülmemiş bir sömürü ağını bir örümcek gibi örüyor, dayanışma duygumuzu, birliğimizi de yıkıyorlardı. Artık dünyada Sosyalist bir idealin barikat olup halkı korumadığı bir düzen, ipini koparmış, azgın, acımasız bir kapitalizm var.

İşte gecekonduların yıkılış, mahallerin dağılış nedenleri de şehrin vahşi sömürüsü içinde darmaduman olma nedenlerimiz de burada saklıdır;

Gecekonduların köyden geldikleri gibi kalmaması, zamanla devrimcilerin de desteği ile dayanışmayı merkeze koyan bir yaşam biçimi oluşturması bazılarını rahatsız etmişti. Darbe sonrası devrimcileri buradan çıkarmak için mahalleleri yozlaştırmak yol haritaları olmuştu.

Yapılaşma, inşaat, yol-köprü yapımı ihtiyaçtan çok rant alanı haline geldiğinde, servetlerini büyütmenin en kolay yolu müteahhitlik olduğunda şehrin göbeğindeki bu mahalleler gözlerini döndürdü şirketlerin. Yık, yerine yenisini yap pahalıya sat bir taşla kaç kuş vur kim bilir… Hatıralar kimin umurunda!

İnsanı yalnızlaştırmak mühimdir kapitalizmde. Çünkü yalnız insan umutsuzdur, denize düşerse yılana sarılır. Yozlaştırmak daha kolaydır. Yozlaşmış insanın insani değerleri çöker. Her kötülüğü yaptırabilirsiniz. Yalnız insan zordadır. Depremde binlerce insanımız ölür “bana ne” der. Köpekler katledilir “bana ne” der. İş cinayetlerinde çocuk işçiler ölür, trafik kazalarında moto-kuryeler ölür “bana ne” der. Bunun gibi yüzlerce olayda “bana ne benim derdim bana yeter” der. Bir süre sonra topluma genel olarak bencillik yerleşir.

Böyle toplumu idare etmek kolaydır. Çünkü her koyun kendi bacağından asılır, her koyun kendi hayatını kurtarmaya bakar. Ve bencilleşmiş koyun bir süre sonra akli melekelerini de kaybederek “kasabın bıçağını yaladığını” fark etmez. Dayanışmanın yerleştiği, kapıların açık uyunduğu, kapısından çıktığında karşı komşunun bahçesinde oturanlarla selamlaşıldığı, bir kap yemeğin paylaşıldığı,  “komşu annelerin” kendi çocuklarıyla birlikte mahalledeki diğer çocuklara da ekmek üstüne reçel sürüp verdiği, tüm çocukların doyurulduğu mahalleler kapitalizmin mantığına terstir. Dağılmaları gerektir! Artık herkes yaşadığı en az 200 dairelik binalarda, iki yüz aileden birini bile tanımadığı dört duvar arasına kıstırılmalıdır! İşinize gelirse “milenyum çağı” böyle…

Bakkallar mı? Veresiye defteri mi? Onlar küçük dertlerdi… Daha büyük bir veresiye defteri var artık. Tüm yaşamınız veresiye defteri… Devletin veresiye defterine kaydedildiniz. Paranız yoksa bir küçük su bile vermeyen marketleriniz var. Limiti doldurduğunuzda aç kaldığınız kredi kartlarınız, ödemediğinizde maaşınıza, evinize haciz gönderen bankalar var.

Kendinizi yalnız mı hissediyorsunuz? Bazen ben de öyle hissederim… Ve hemen üst kattaki Ayşe ablamı bahçeye kahve içmeye çağırırım. Bu yalnızlıktan kurtulabilmek için, hepimizin komşularımızı, veresiye defterindekileri hatırlamamız, kahve içmeye çağırmamız gerekli belki de. Duvarcı Nadir Usta’yı, sazcı Şeref’i, kocası ölünce çocuklarıyla bir başına kalan Şevkiye abla’yı, Fahri ustayı, Bıyıklı Osman’ı, İbrahim’i, babam Muzaffer Karadağ’ı…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz