Sanırım artık birbirimizi anlamakta zorlanıyoruz, hatta anlayamıyoruz desem yeri. Önemli oranda bağlar çözülüyor, kopuyor, uzaklaşıyoruz. Aslında bu yalnızca kişiler arası ilişkiler bakımından bir soruna işaret etmiyor. Kişinin toplumu anlama biçiminde, toplumsal yapılarla olan ilişkisinde de oldukça dikkat çeken bir konu. Toplumsala ilişkin bildiğimiz ne varsa, aile, arkadaşlık, kardeşlik gibi sosyal, sağlık, askerlik, eğitim, belediye gibi kamusal ya da politik nitelikteki herhangi bir kavrama veya ahlaki değer ve kabullere yüklediğimiz anlamlar devamlı olarak farklılaşıyor. Derin bir anlam karmaşası içindeyiz.
Sorun iletişim için kullandığımız kelimeler, kurulan cümleler de değil. Aynı kelimelerle konuşuyoruz, benzer cümleler kuruyoruz ama her bir ifadede ortaya salınan anlamlar arası fark giderek büyüyor.
“Anlam” konusunda ortak bilinç alanımız her geçen gün biraz daha yıkılıyor. Günlük yaşantımızda “anlamıyorsun beni” cümlesini daha sık duyar olduk. Bazen de anlama ilişkin herhangi bir bilişsel yeterliliğimiz olmamasından olabilir, kişisel algılıyoruz olan biteni. İçine düştüğümüz iletişim sorunlarını, kıskançlık, kötü niyet, bencillik gibi ruhsal nedenlere dayandırıyoruz. Oysa ortada apaçık bir “anlam” sorunu var. Aynı kelimeler aynı sözleri kullanmamıza rağmen zihinlerimizde oluşan izlenimler farklı.
Nihayetinde anlam denilen şeyin öyle yüzeysel bakılacak bir konu olmadığını söylemeliyim. Yani hissettiğimiz duygular dahil farkında olduğumuz, bildiğimiz her şeyin zihnimizde belirmesine neden olan, kaynağını tarihsel bir geçmişten, ekonomi politik toplum düzeninden, egemen değerler, ilişkiler ve kabullerden alan bir mevzu var ortada. İşte tam olarak burayı kaçırıyoruz.
Anlayacağınız herhangi bir şey hakkında oluşan “anlam” bir başına insanın kendi halinde ortaya çıkardığı, yalnızca kendisi için var ettiği bir şey değil, toplumsal bir konu. Toplumda ve doğada var olan insanın, kendini üretme, ortaya koyma biçimi. Böylece şunu söyleyebiliriz, “anlam” toplumsalın, yani toplumsal yaşam biçimlerinin, örgütlenmenin, egemen ilişkilerin de belirleyicisi. Eh doğal olarak insanın da…
Dolayısıyla anlamın toplumsal koşullarda oluştuğunu, insanın içinde bulunduğu toplumla ilişkisi boyunca anlamın üretildiğini, yaşadığı toplum düzeninde egemen anlamların olduğunu, kelimelerin, işaretlerin, davranış ve olguların, yani kendi dışındaki tüm var oluşun herhangi bir anlam çatışmasına kadar aklında, ruhunda egemen olduğunu buradan hareketle yorumlayabiliriz.
Anlamın toplumsallığına dair açıklama getirdiğimize göre şimdi nasıl bir toplum düzeninde yaşadığımızı dikkate alarak konuyu biraz daha açabiliriz.
İlkin kapitalist bir ekonomi politik düzende olduğumuzu, sınıflı bir toplum düzeni içinde yaşadığımızı, toplumun farklı sınıflarından geldiğimizi, bundan dolayı farklı deneyimler edinerek dış dünyaya, nesnelere, şeylere, kelimelere tanık olduğumuzu söylemeliyim. Ama şunu da eklemeli. Toplumun ne kadarı sınıflı bir toplum düzeninde yaşadığının farkında? Kaçı bunu bilerek toplumsal konulara yaklaşıyor? Bence çok azı.
Tabi bu kendi kendine olacak bir hal değil. Bilinci biçimlendiren, yönlendiren egemen bir düzende yaşıyoruz. Toplumsal bilincin yaratıldığı, biçimlendirildiği her alanda, okullarda, din kurumlarında, kitle iletişim araçlarında, kitaplarda, müzikte, atasözlerinde, filmlerde sınıflı toplum gerçeğine yer verilmeyecek kadar katı, yok edici, adeta X-Ray cihazı gibi hareket eden bir düzenin denetiminden ve bilinç kontrolünden geçtik, geçiyoruz. Değil mi ama, sonuçta sorgulayan, eleştiren, baş kaldıran bir aklın oluşmasına neden olacak anlamların ortalık yerde dolaşmaması, kontrol altında tutulması lazım.
Yaşanılan hal gayet doğal. Zira bilinci tasarlayan ve belleten tüm düzen araçları toplumsala ilişkin her konuda kapitalist piyasa düzenine hizmet etmek durumunda. Okulmuş, ibadethaneymiş, televizyon, gazete, sosyal medyaymış. Kitlesel nitelikteki tüm araç ve ortamlar, tüm içerikler, hepsi batı literatüründen, sosyoloji, psikoloji, kültürel çalışmalar gibi alanlardan yararlanarak içerikler, anlamlar üretiyor. Nüfus incelemeleri, istatistik araştırmalarına dayalı veriler, egemen sınıfın yaşamasına izin verdiği kültürel kodlar, kapitalist piyasa ve tüketim toplumunun ihtiyaç duyduğu hazları var eden ahlak, inanç değerleri ve kabuller. Eksiksiz olarak hepsi pazarlama ve iknayı sağlayan, egemeni yücelten anlam kodları, göstergeler olarak her yeri ele geçirmiş durumda.
Egemenin tekelindeki anlamlar.
Anlamın oluşumu konusunda göstergebilim alanında çok sayıda çalışma var. Burada, bu kısa yazıda göstergebilime dair her şeyi aktarmam mümkün değil tabi. Ama anlam dediğimiz şeyin gösteren, gösterilen ve gösterge gibi üçlü bir temele dayandığını söylemeden geçmeyelim.
Bir gösteren olarak ben gösterilen olarak size bu metindeki göstergeleri yani anlam taşıyan kodları gönderiyorum. Oluşmasını beklediğim anlamı tasarlarken kültürel, toplumsal, politik birikimden yararlanıyorum. Metindeki anlamın benim istediğim yönde olması için elimden geleni yapıyorum. Lakin metindeki anlamı beklediğim yönde alabilmeniz için bir anlam paydaşlığımızın olması lazım. Aynı düzeyde toplumsal, politik ve kültürel birikime sahip olunması en ideali. Ne yani bir Platon, bir Rousseau, bir Bakunin okumadıysanız mesela devlet hakkında nasıl konuşabiliriz? Konuşmasına konuşuruz da hangi anlam oluşur, ben devletin bende ifade ettiği anlamı size ne kadar aktarabilirim bilemiyorum. Bu durumda anlam boşluğu, anlam kayması, anlam karmaşası ve hatta anlam çatışması gibi ifadelerle açıklayacağımız bir sonucu yaşayacağımız gayet açık.
İşte bu noktada ben, yazım ve sizin dışında anlamın oluşmasına aracılık eden egemen toplumsal güçler, değerler ve kültürel kodlar, ekonomi-politik yapılar ve metne erişimi sağlayan araçlar göz ardı edilmemeli.
Evet kendi dışındaki bir şeyi gösteren, düşündüren, onun yerini alabilen bir sözcük, bir nesne veya bir olgu olarak gösterge tüm düşünüş biçimimizi, dünyayı, olan biten gelişmeleri nasıl anlamlandıracağımızı belirleyen bir unsur. Ama anlam yalnızca göstergenin kendisinden müteşekkil değil işte. Göstergenin hangi toplumsal anlamı taşıyacağını kitle iletişimini ilgilendiren tüm araçları tekelinde tutan bir egemen sınıf ve onun politik iktidarı belirliyor.
Dediğim üzere, anlam gerçek anlamda ne metinden ne de sizin tarafınızdan oluşuyor. Tabii ki anlamı taşıyan bir metin var tabii ki anlamı zihinde oluşturan siz varsınız. Ama iş öyle sıradan bir boyutta değil. Anlamı yaratan çok daha etkili, güçlü bir neden var. Ekonomi-politik yapıyı elinde tutan egemen sınıf yani araç sahipleri, anlamı tekeline geçirmiş durumda. Bir gösteren olarak göstergeyi ve anlamı yönetiyor, yorumlayan, zihin belirleyicisi olarak karşımıza çıkıyor.
Kitle iletişim endüstrisinden, gazete, dergi, televizyon, radyo, sinema veya sosyal medya kadar okullar, din kurumları dahil kitlesel nitelikte iletişimin gerçekleştiği her alanda hangi kelimelerin, hangi görüntü ve işaretlerin hangi anlamlarla dolaşacağının belirlendiği bir düzenden bahsediyorum. Sizin neyi nasıl anlamanız gerektiğini belirleyen bir düzen bu…
Bilişsel alan ve anlamlar çocukluktan itibaren aile, okul gibi toplumsal yapılar içinde biçimleniyor. Bir tür format diyebilirsiniz. Egemen düşünüş biçimi, değerler, kabuller sözlü ya da sözsüz kodlar üzerinden itina ile veriliyor. “Aile egemen düzenin varlığı içindir” sorunsalı bu noktada hatırlanmalı. Sonrasında kendi bilinç ve irademizin eseri sandığımız bir dünyayı yaşıyormuşçasına, bir sanrı içinde, anlamları kendimiz üretiyor yanılgısıyla toplumsal belirleyicilerin, güçlerin arasında yaşayıp gidiyoruz.
Anlamın oluşumuna dair temel tartışmalardan biridir bu. Anlamı yazar mı yaratır yoksa onu okuyan mı? Bir görüşe göre anlam yazardan çok okur tarafından üretilir. Metin yazarın vermek istediği anlamdan çok bizim metne yüklediğimiz anlamı taşır. Yani tam da şu anda içinize su serpilmiş olabilir, o kadar da pasif değiliz hani. Mutlu hissedebilirsiniz. Il Postino (Postacı) filminde postacı Mario’nun şair Pablo Neruda’ya “şiir onu yazana değil, ihtiyacı olana aittir” demesi gibi. İhtiyacımızın gerektirdiği anlamları metne yüklüyor, onu alıyoruz.
Bu bakışa göre okur olarak özne olan biziz ve belirleyeniz. Ama böylesi bir olumlama son derece büyük bir yanılgıyı içinde barındırıyor. Nereden bakılırsa bakılsın verili anlamlar diyarında egemen politik sınıfın amaçlarını yaşıyor, hedeflerine aracılık ediyoruz. Hepsi bu.
Eğer böyle bir düzende sınıf egemenliğine ve politik iktidara son verecek bir anlam yaratımı söz konusu olsaydı, emin olun o anlamı bastıracak araçlar hemen devreye girerdi. Konu öyle tesadüflere bırakılmayacak kadar önemli. Bu yüzden kitle iletişim alanı bir tür anlam savaş alanıdır. Toplumsal aklın neyi nasıl bilmesi, nasıl anlaması gerektiğine ilişkin içerikler arası bir çatışma, mücadele devamlı olarak yaşanır. Sürecin sonunda çok basit konularda dahi tartışılamaz, zinhar aksi düşünülemez kalıp yargılarınız oluşur. Misal daha çocuk yaşlarda “sağ elin sol elden”, “sağ ayakla evden çıkmanın sol ayakla çıkmaktan” daha hayırlı olduğu gibi çok basit ama derin politik sonuçlar doğuran anlamlar zihninize yapışır. “Neden” sorusunu bile soramaz hale getirilirsiniz…
Egemen toplum düzenini sarsacak kelimelere, işaretlere ve anlamlara yer yoktur, olamaz. Bu yüzden bugünün kitle iletişim araçları çok güçlüdür. Ve araç anlamın kendisinden daha değerlidir. Zira kitle iletişim araçlarına sahip olanlar içeriklerin ve dolayısıyla kitlesel bilincin, kelimelerin ve anlamların da sahipleridirler.
Neyin hangi anlamı taşıyacağını; duyulan, görülen herhangi bir işaretin, kavramın, cümlenin olumlu ya da olumsuz olarak zihinlerde hangi kefeye konacağını; hangi anlamların dolaşımda olacağı hangilerinin ortadan yok edileceğini; zamanlamasını, etkisini, amaçlarını bu araçlar belirler. Bu araçlar olağanüstü düzeyde profesyoneller ve erişim tekniklerine sahip olduğu kadar gösterinin ve illüzyonun her türünü sergileyebilecek kabiliyetlerle donanmıştır.
Gerçekten farklı mıyız?
Evet artık şunu anlamış olmalıyız. Anlam toplumsal bir konu ve anlamın üretimini sağlayan araçlar anlamın kendisinden, senden benden çok daha önemli. Ve araçlara sahiplik ise anlamı ve dolayısıyla toplumsal yapıyı, insanı belirler.
Ne duyarsak duyalım ne okursak okuyalım ne görürsek görelim ya da ne dinlersek dinleyelim ortaya çıkan anlamın arkasında araçlara sahip ekonomi politik düzenin bir egemen sınıfı var. Kavramlar, kelimeler, işaretler egemenin amaçlarına göre biçimleniyor, anlamlar, düşünceler onlara göre şekilleniyor. Yani toplumsal kabuller dediğin şey onların eseri, öyle insan ilişkileri ve doğasının sonucuymuş gibi düşünme. Kabuller oluştuğuna göre kabul görmeyenler de oluşuyordur. Değil mi? Şimdi sağ elle yemeğini yemiyorsan eğer maazallah epey tartışma konusu olursun.
Toplumsala ilişkin anlamlar devamlı olarak üretilir. Bizi toplum haline getirecek anlamlar kitle iletişim araçları üzerinden gün ve gün yüklenir. Tabi bizi bir araya getirmesi kadar, uygun şekilde kontrol altında tutacak, yönetecek, egemen düzenin sahiplerine boyun eğdirecek, eğer gerekiyorsa birbirimizden ayıracak şekilde de çalışır bu araçlar. Anlam egemenin çıkarlarına göre türetilen bir şeydir.
Misal son dönemlerin moda kavramlarından birini ele alalım. Toplumdaki farklılıklara “mahalle” kavramıyla,” ülkücü, islamcı, solcu mahalle” gibi yakıştırmalarla tanım getirerek politik ve fikri ayrışmayı, toplumdaki mesafeleri ortaya koymaya çalışan ifadeleri bir düşünelim. Bu soyut mahalle yaklaşımı aynı değer, kültürel birikim, inanç ve kabuller ile bir arada yaşayanları ifade etmek için kullanıldı. Aynı mahalleden olanların ortak anlamlara sahip olduklarını bu görüşten hareketle yorumlayabiliriz.
Lakin yapay olarak türetilmiş olan bu mahalle ne olursa, nasıl olursa olsun içinde işçi, memur, köylü, öğretmen, ressam, şair de barındırıyor. İnanan var inanmayan var. Resmi eğitimden geçmiş olan var geçmemiş olan var. Yoksulu var zengini var. Dolayısıyla bu mahallelerin içinde bir yeknesaklık olmasını beklemek mümkün değil. Ama yeknesakmış gibi algılatılmalı.
Açıkçası yaşanılan aile, sosyal yapı ne olursa olsun bir toplumda en temelde belirleyici unsurun üretim ilişkileri olduğu gerçeği böyle mahalle falan denilerek yok edilmek istenmiş. Gayet doğal. Üretim ilişkilerinin yaratacağı farkındalığın ve sınıf temelli bir mücadele aklının henüz doğmadan, egemen anlamlar üzerinden bastırılması lazım.
Aklı, düşünsel alanı derinden etkileyen, toplum içinde bizi tanımlayan şeyin gerçek anlamda üretim ilişkileri olduğunu söylememiz boşa değil. Bu yüzden mesela İslamcı mahallede de sosyalizm savunucularını bulmak mümkün. Ama mahalle kavramı ve bu çerçevede ortaya konan görüşler üretim ilişkilerinin yarattığı sınıf farklılıklarının görülmesini, düpedüz toplumda var olan sınıf düzeninin anlaşılmasını engelleme amacına hizmet ediyor, insan bilincini bastıran bir anlam savaşının unsuru olarak karşımıza çıkıyor.
Bunun gibi egemen düzene hizmet eden kavramsal ve anlam çatışmasına çok sayıda örnek vermek mümkün. Kapitalizmin üretim ilişkilerine ve hiyerarşik toplum düzeninin içselleştirilmesine hayat veren Weber’in toplumsal tabakalaşma ve statü üzerine ortaya koyduğu görüşleri hatırlayalım mesela. Toplumsal sınıflar ve sınıf çatışmalarının etkili olduğu bir dönemde statü kavramıyla gelmiş, görüşleri egemen düzen tarafından hızla kabul görmüştü. Onun statü görüşlerini sahiplenen ve pazarlayan düzenin boyun eğme ilişkilerini bu yolla nasıl normalleştirdiğini bugünden baktığımızda daha iyi anlıyoruz.
Üretim ilişkilerinin bir uzantısı olarak ortak bir toplumsal alana, kültürel geçmişe sahip olan insanların üretim ilişkilerinin doğasından hareketle ürettikleri kültürel anlamların da başıboş bırakılmaması lazım. Bilinçlerinin kontrol altında tutulması, dolayısıyla kültürel kopuşun devamlı olarak beslenmesi lazım. Halkın doğasına ait kültürün zayıflatılması, anlamsızlaştırılması, tüketimin yaşamın başat faaliyeti haline getirilmesi, sıradanlaşmış mekanik hayatların kabul görmesi için popüler kültürün dayatılması, ortak anlamların bu kültürel alanda tasarlanması ve bireyin kendine yabancılaşması lazım.
Ortak bir dile, ortak bir dil bilgisine sahip olabiliriz, aynı milli eğitim düzeninin öğrettiği dili kullanabiliriz ama o kullandığımız dil ile aynı anlamları taşıyamıyoruz sonuçta. Zira sınıfsal nedenlere dayanan kopuş giderek büyüyor.
Misal “özgürlük” kavramına yüklediğimiz anlamı bir düşünelim. Temelde kavram benzer anlamları çağrıştırıyor olsa da bilinenden çok daha büyük farkları barındırıyor içinde. Kimisi için düşündüğünü ifade edebilmek “özgürlük” bakımından yeterli. “Bak en azından konuşabiliyoruz” diyor. Kimisi için ise eleştirel olarak her şeyi her yerde, kitle iletişim araçlarında, kamusal alanda konuşabilmek, yaşayabilmek, yasaksız bir toplumda olabilmek, dilediği dilde eğitim alabilmek, istemediği şeyi yapmaya zorlanmamak, dışlanmaksızın giyinebilmek özgürlük olarak ifade edilebiliyor. Böyle bir durumda birileri çok rahatlıkla “özgürlük var, daha ne istiyorsun kardeşim” diyebilirken diğerleri için ise yaşanılan toplum bir baskı toplumundan başka bir şey değil.
Tek bir kelimede, tek bir işarette düzinelerce yan anlam, çağrışımsal anlam çıkarmak mümkün. Ne düşünürsek düşünelim “aşk” dediğimizde, “dostluk” dediğimizde, “eğitim” dediğimizde de birçok anlam farkı ortaya çıkıyor, çıkacaktır da. Anlayacağınız anlam konusu ekonomi politik bilincinizin nasıl geliştiğine bağlı. Daha önce de belirttiğim gibi bu konulara merakınız varsa göstergebilim alanına özgü içerikleri, Roland Barthes’i ayrıca okumanızı yine hatırlatırım.
Sonuçta bir gerçek var. Üretim ilişkileri ve buna dayanan egemen ekonomi politik toplum düzeni anlamların oluştuğu, bilincin belirlendiği yer. Fabrika üretimi ve endüstriye dayalı üretim ilişkilerinde toplum bilinci buna göre biçimlendi. Kendinden önceki tarım üretim ilişkilerine dayalı feodal toplum düzenin de olduğu gibi. O dönemin kutsallarını, kabul görmüş değerlerini fabrika yıktı. Tabi bugünden baktığımızda her yerde bunun olduğunu söylemek zor. Anlama dayalı uzlaşmazlıklarımızın, birbirimizi anlamakta güçlük çekmemizin temelinde bu var. Üretim ilişkilerinden doğan anlamlar yerine bu ilişkilerin yarattığı toplumsal sınıf ve sömürü düzeninin gizlenmesine hizmet eden anlamlar egemen kılındıkça aynı çağın kuşakları arasında dahi kopuş büyük oluyor.
Ama şimdi bir kırılma daha geliyor ve ortak anlamlar bir kere daha derinden etkilenecek. Fabrikanın yarattığı modern toplum düzeni ve onun eseri değerler, kabuller bir bir boşa düşüyor. Kelimelerin, nesnelerin, işaretlerin taşıdığı anlamlar da… Dijital üretim ve tüketim ilişkilerinin yarattığı meta toplumu gerçeği yeni değerleri, kabulleri, yeni gösterge ve anlamları üretirken, eskinin egemen sınıfı varlığını borçlu olduğu toplumsal düzenin ve anlamların yitmemesi için sahip olduğu kitle iletişim düzeni üzerinden var gücüyle direniyor. Okullarda müfredatlarla oynuyor, televizyon, gazete medyasını bir propaganda makinesine çeviriyor, sokakları mimari üzerinden bir iletişim aracı olarak biçimlendiriyor, dozunu arttırarak gelmekte olan değişimi baskılamaya çalışıyor.
Hepsi boşa çaba, nafile. Değişim büyük bir hız kazandı. Bilinen değerler, kabuller, yapılar, kalıplar ve bunlara ilişkin anlamlar ilişkilerde, toplumsal varoluşta bir karşılık bulmuyor artık. Evet, birbirimizi anlamakta zorlanıyoruz, hatta çoğu yerde anlamıyoruz. Bu çok doğru. Ufukta büyük bir kopuş görünüyor.