Değişmeyen Şeyler: Yok Canım Turp Gibiyiz!

0
83

Kimsenin “bu nasıl bir mekân, bu ne şatafat” demeden geçemeyeceği bir yerdi doğrusu. Boğazın kıyısında konuk olduğu göz alıcı yalıya ülkenin ekonomisi üzerine konuşmak için gelmişti ama gördükleriyle duydukları arasında bir türlü bağ kuramıyordu işte.

Her ne kadar görüşeceği kişi Avrupa görgülü ve eğitimli, orada tanıştığı bir dostu olsa da oldukça zor günler geçiren bu ülkede devleti temsil edenlerin böylesi bir gösteriş havasında olmasına bir türlü anlam veremiyordu. Nasıl versin? Boğazına kadar borçtasın ama itibar derdine düşmüşsün. Bulunduğu ortama tezat sokaklar yangın yeri gibiydi. İnsanların durumu, giderek cılızlaşan yaşam, her gelişinde kan kaybedişine tanık olduğu ülkenin hali ortadaydı.

O an ağır borç yükü sarmalına girmiş bir devletin gerek yönetim gerekse halkının ruh hali bakımından anormalleşebileceği fikrine daldı. Ama çok uzun sürmedi…

“Pekâlâ! Hakkımızda ne düşünüyorsunuz? Sanırım sizin gözünüzde de diğerleri gibiyiz, yani pek iyi değil. Sahi, hasta gibi mi görünüyoruz?”

Kısa bir karşılama konuşmasından sonra konuya çok hızlı girdiklerini düşündü. E kolay olmasa gerek, devletin işleri yoğun, kapıda birikmiş onca insan, arayan soran…

“Çok kötü. Birçokları böyle söylüyor ama ben karma bir düşüncedeyim.”

“Bir Fransız gazeteci olarak bizi yeterince tanımadığınızı düşünüyorum. Eminim tanıyınca fikirleriniz değişecek ve daha çok seveceksiniz. Dünyanın en yürekli insanları olarak biraz sıkıntılarımız var. Burası doğru. Ama ne ölüyoruz ne de can çekişir durumdayız!”

“Lakin görünen o ki çok iyi bir durumda değilsiniz.”

“Evet böyle diyor bazıları. Fakat isterseniz sağlığımızdan biraz da ben söz edeyim. Sonuçta bunu söyleyenler hekim değil. Türkiye’yi onlardan daha iyi tanıdığım da açık. İşte bana göre tahlil sonucumuz: gürbüz ve iyi yapılandırılmış bir vücuda sahibiz, hiçbir hastalığımız yok, belki tabiri caizse biraz kaşıntımız var ve bundan da pek acı duymuyoruz.”

“Ama dikkatimi çeken bir durum var. Yapmış olduğunuz benzetmede hastalığın yalnızca cilt üzerinde kaldığını söylüyorsunuz. Acaba bu ciltteki hastalığın zamanla bedene de sirayet ederek kanı bozmasından endişe etmiyor musunuz?”

Bir an soluklanma ihtiyacı hissediyor. Kahvesinden küçük bir yudum aldıktan sonra “bu da bir başka yahu” diye iç geçiriyor. Gözü duvarlardaki pahalı tablolar, süslü işlemelerde.

“Bugün tüm Avrupa’nın bildiği üzere iflasa doğru gidiyorsunuz. Eski borçlarınızı ödeyebilmek için yeniden borçlanmak zorundasınız. Yaptığınız bu borçlanmanın borcunuzun miktarını arttırmaktan başka bir şeye yaramayacağını inkâr mı ediyorsunuz?”

“Gerçek şu ki size katılıyorum. Maliyemiz çok iyi bir durumda değil. Ancak içine düştüğümüz sıkıntılar geçici, işler sizin dediğiniz gibi iflasa varmaz. Biz bu iflas uçurumuna asla gitmeyiz. Kamu borcumuz büyük Avrupa devletleriyle kıyaslarsanız eğer çok önemsiz düzeyde. Mali itibarımızın sarsılması konusuna gelirsek bu Avrupa devletlerinin gerçek durumumuzu bilmemelerinden kaynaklanıyor. Bir takım vurguncu bankalar, hele hele sizin banker takımı gibi, Avrupa’nın bu bilgisizliğinden yararlanarak ve durumun devamını sağlayarak bize zarar vermek istiyor.”

“Avrupa’da ‘insan layık olduğu bankere düşer’ diye bir söz var. Bilmem duydunuz mu? Bir ülkenin mali itibarı keyfe bağlı bir şey olmadığı gibi, borç para verenler de bu itibarı ne tesis edebilir ne de bozabilir. İtibar veya itibarsızlık hali kendi kendini ortaya koyar.”

“Bizim itibarsızlığımız ödemelerimizin düzensizliğiyle ilgili. Biliyorsunuz ödemeleri ertelesek de sonunda borcumuzu tümüyle ödüyoruz. Hatta doğrusunu isterseniz, alacaklılarımız belirlenen vadelerde paralarını vermediğimizde memnun dahi oluyor.”

“Avrupa’da ödemelerin vaktinde yapılması itibarın esasıdır. Sözünde durmamak bir devlet için iyi bir şey olmasa gerek.”

Gülümsüyor. Konuşmanın gittiği yer bir başka hal aldı.

“Siz de iyi biliyorsunuz ki şu halimize rağmen Avrupalılar bizimle iş yapmak için birbirleriyle yarışırcasına başvuruda bulunuyor. Sanırım şu binada dahi projeleriyle hazır bekleyen kalabalığı görmezden gelemezsiniz! Ülkemiz bizimle iş yapmak isteyen insanlarla dolu.”

Ekonomiye böylesi sığ bir fikirle bakılması, gelen tüccarların da borç sarmalını büyütmekten başka bir işe yaramayacağının anlaşılamıyor olması gerçekten tuhaf geliyor. Ancak durum ortada. İstanbul’un göbeğinde karşılaştığı manzara ile şu odada tanık olduğu düşünceler arasında kaybolup gitmemesi imkânsız.

Kanlıca’dan ayrılırken Keçecizade Mehmet Fuat Paşa’nın gelişmeleri doğru okumadığı, Osmanlı’nın devlet olarak değişen dünya gerçeklerinden koptuğu düşüncesi zihnini meşgul ediyor. “Çözümü yalnızca para bulmakta arıyorlar oysa akıllarını değiştirmeleri lazım. Farkında bile değiller. Batıyorlar.” diye mırıldanıyor.

* Bu metin 1868 yılı sonlarında İstanbul’da bulunan Fransız gezgin ve gazeteci Challemel-Lacour ile Osmanlı yönetiminde iki kez Sadrazamlık ve on yıl Hariciye Nazırlığı yapmış olan Keçecizade Mehmet Fuat Paşa arasında Osmanlı’nın ekonomisi üzerine geçen mülakattan alıntılarla oluşturulmuştur.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz