Arthur London Dışişleri Bakanlığı’ndaki işine gitmek için her zamanki gibi aynı saatte evinden çıkmıştı. Caddeye açılan merdivenlerden hızlı adımlarla inmiş, ancak bu kez doğrudan araca geçmeden önce temkinli bir biçimde sokağın öte yakasını gözetlemeye koyulmuştu. Son günlerde dikkatini çektiği üzere yine aynı yerde aynı tipten siyah bir otomobil park halindeydi. İçinde ve etrafında birtakım kişiler kendilerini gizlemeksizin onu gözetlemekteydi. Takip ediliyordu.
Nedenini bir türlü anlayamadığı bu durumla ilgili olarak yüksek mevkilerdeki dostlarını defalarca aramıştı. Ancak bir türlü yanıt alamamış, sorunu çözememişti. Büyük bir tedirginlik içindeydi. Üstelik evine ölüm tehditleri içeren aramalar da gelmeye başlamıştı. Bütün bunları neden yaşıyor olabilirdi? Kimdi bunlar? Niçin takip ediyorlardı? Geçmişinden dolayı aklına türlü türlü fikirler geliyordu gelmesine ama olan bitene hiçbir anlam veremiyordu.
Nihayetinde 1946 yılında başlayan süreçle Çekoslovakya için işler yoluna girmişti. En azından o böyle düşünmekteydi. Tarihin gördüğü en yıkıcı sömürü savaşı bitmiş nasyonalizm ve faşizmin yarattığı tahribat tüm dünya tarafından açıkça görülmüştü. Halklar Stalin önderliğindeki komünizmin kurtarıcılığına tanık olmuş ve ülkesindeki seçim sonucunda koalisyonla da olsa üyesi olduğu komünist parti devletin başına gelmişti.
Evet belki başta zayıf bir destek alınsa da zamanla kapitalist işbirlikçiler, karşı devrimcilerden kurtulmak yoluyla iktidar gücü devamlı perçinlenmişti. 1948 yılına gelindiğinde ise ülke yönetimini tamamen ellerine geçirmişlerdi. Hayal ettikleri Sovyet tarzı tek partili komünist yönetime sonunda ulaşmışlardı.
Parti başkanı Klement Gottwald liderliğinde iki yıl önce özgürce seçilen Ulusal Meclis büyük bir yıkım olmaksızın darbeyle hizaya sokulmuş, hükümetlerine güven oyunu almışlardı. Hem de ne oy… 230’a karşı 0. Önlerinde hiçbir engel kalmamıştı.
Eh doğal olarak da dönemin Sovyetler Birliği en yakın müttefikleriydi. Zaten izinden gittikleri Stalin yönetimi danışmanlar marifetiyle ülke yönetimine olağanüstü destek vermekteydi.
Ülkede komünizm karşıtları elekten geçirilmiş, muhalifler ve karşı devrimciler de tek tek yakalanarak ya yok edilmiş ya da ülkeden çıkmaya zorlanmıştı. Ortam temizdi…
Ama ne oldu da şimdi böylesine bir dönem yaşanırken 1929 yılından beri partinin başkanı olan Gottwald ile yardımcısı ve en güçlü ikinci adam, parti Genel Sekreteri Rudolf Slánský arasında “ülkenin Sovyet modeline ne ölçüde uyması gerektiği” konusunda anlaşmazlık çıkmıştı?
O sabah kendisini takip edenlerle yeniden karşılaştığında, bu politik gelişmelerle yaşadıkları arasında bir ilginin olamayacağını geçirdi içinden.
Aslında kendisi rejime tamamıyla sadık bir komünistti. Takip edilmesini gerektirecek bir neden asla olamazdı, tam bir Stalin hayranıydı. Daha on beş yaşındayken Moskova’da üçüncü enternasyonale katılmış, gençlik örgütü üyesi olmuş, İspanya İç Savaşı sırasında Stalin’in kontrolündeki Uluslararası Tugaylar’a gönüllü olarak katılmış, savaşmış ve ardından Fransa’ya geçerek faaliyetlerine orada devam etmiş, bu ülkedeki Komünist Parti’de eşi Lise ile tanışmış, devletin baskıları sonunda faaliyetlerine yer altında devam etmiş, tutukluluk yılları geçirmiş, kendisi on yıla eşi idama mahkûm olmuş, su katılmamış sadık bir komünistti üstelik.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Çek Komünist Partisi’ne katıldığında iki yıl içinde Dışişleri Bakan Yardımcısı olmayı o bile hayat etmiyordu belki ama Nazi kamplarında bulunmuş bir Yahudi olarak partisine sadakati onu bu mevkilere kadar taşımıştı işte.
Üst düzey bir devlet yöneticisi olmanın verdiği ayrıcalıklı bir yaşamı vardı Arthur London’ın. Halkın büyük kısmı alt düzey bir yaşamda eşitlenmiş halde ayakta kalmaya çalışırken, o partili olmanın verdiği avantajla güçlü ve konforlu bir hayat sürmekteydi.
“Bugün atlatmalıyım bu hergeleleri” diye iç geçirmiş olmalı ki her zamankinden farklı davranmayı tercih ederek hızlı adımlarla aracına yöneldi ve yine aynı hızla binerek olanca gücüyle gaza bastı. Lakin takipçileri de durumun farkındaydı. Üstelik bu kez diğer günlerden farklı olarak birden fazla araç peşine düşmüştü. Ara caddelerden katılan başka araçların önünü kesmesiyle birlikte yakalanmaktan kaçamadı. Apar topar gözleri bağlandı. Bilmediği bir yere götürüldüğü açıktı.
İtiraf Et!
İlkin bu kişilerin karşı devrimciler olduğunu düşündü London. “Olsa olsa onlar olabilir, benim gibi birini ancak onlar düşman belleyebilir” diyecek kadar emindi kendinden. Ancak türlü işkencelere maruz kalacağı yere vardıklarında ve göz bağı açıldığında gerçeğin ne olduğunu istemese de kabullenmek zorunda kaldı. Bunlar rejimin gizli polisleriydi.
“Nasıl olur?”, “Ben ne yaptım?” gibisinden derin düşüncelere daldı o an. Aklı bulanıncaya kadar, kendini yaşadıklarını sorguladı epeyce.
Gizli poliste onu. “İtiraf et!” diye bağırılarak devamlı şekilde üzerinde baskı uygulandı. Aç, susuz ve uykusuz bırakıldı. Ancak o olan bitene rağmen kendini kaybetmedi. Her defasında aynı şeyi söyledi durdu: “Neyi itiraf edeyim?”. Öyle ya ne yapmıştı, neyi itiraf edecekti?
Eninde sonunda gerçeğin anlaşılacağı, parti yönetiminin kendisine sahip çıkacağı ve kötü davranılmayacağını düşünüyordu. Henüz girmiş olduğu işkence yolunun başında olduğunun farkında bile değildi.
Arthur London aylar süren bir hücre hapsindeydi artık. Bitmek bilmeyen sorgulama dönemi boyunca kendisi hakkında önceden verilmiş bir karara, yani “Troçkist olduğu, emperyalist casusların oluşturduğu bir örgütün şefi olarak devlete karşı gizli bir komplo kurduğu” iddiasını kabul etmeye zorlandı. Tamamen reddettiği ifadelerin altına imza atması istendi. O ise her defasında direndi. Fakat zaman içinde rejimin aslında kararını çoktan vermiş olduğunu konusuna ikna oldu.
Anlamıştı olan biteni. Dünya kamuoyunun da takip ettiği bir sahne için hazırlık yapılmaktaydı. Sahne öylesine kurgulanmıştı ki sorgulanan ve sonradan sayılarının kendisi dahil 14 kişi olduğunu öğreneceği tutuklular için düzmece bir mahkeme bile ayarlanmıştı. Stalinci Sovyet bürokrasisi işin içindeydi. Tüm bu süreç bir toplumsal gösteriye evrilmişti.
Yapılan sorgular sırasında tutuklulara asıl gerçekler değil, partinin duymak istediği “gerçekler” ezberletilmişti. Suçlamaları reddetme gibi bir seçenekleri yoktu. Sunulan tek seçenek, “suçlamaları kabul etseniz de etmeseniz de öleceksiniz!” seçeneğiydi.
Yaşadıklarından sonra hayalindeki demokratik sosyalizm yıkılmıştı artık. Partinin bir davaya ihtiyacı varmış ve onlar da kurbanlarmış. Özetle bunu kavradı.
Yaratılan kamuoyuyla gelişmeler öyle bir hal almıştı ki suçluların en ağır cezaları görmeleri, öldürülmeleri için halk maruz kaldığı propagandalar sonunda dilekçeler dahi vermeye koyulmuştu. Tek iletişim kaynağı olan komünist parti sokaklara egemendi ve halkın zihnini elinde tutacak güçteydi. Görünen o ki masum olduklarını söylemenin de hiçbir anlamı yoktu. Böylesi bir baskı ortamında kimsenin doğruları dinlemeyeceğinin farkındaydı.
Yıllar sonra dahi yaşadıklarını bir kitaba dökme konusu dile getiren arkadaşlarına aynı görüşleri tekrar etmek durumunda kalmıştı. Zaman uygun değildi. Soğuk savaşın zirvede olduğu böyle bir dünyada insanların kendisine değil büyük güçlerin propagandalarına inanacaklarını açıktı. Sonuçta bir hain olarak anılmak istemiyordu.
Mahkeme Sovyet komünizminin bir propaganda gösterisi olarak dünyaya açıldı. 14 mahkûmun 11’i hakkında idam cezası verildi. Kendisinin de yer aldığı üç mahkûm için ömür boyu hapis kararı çıktı. Cezasını çektiği hücreden 1955 yılında serbest bırakılan London ilerleyen zamanda eşi Lise ile Fransa’ya yerleşti.
Ve yaşananlar gün yüzüne çıkıyor…
Tarihin bildiği en dramatik mahkemelerden biridir aslında Prag duruşmaları. Eğer Arthur London yaşamasaydı ve kaleme aldığı “İtiraf” adlı eser olmasaydı o zamanlar totaliter bir rejimin neler yapabileceği hakkında çoğu kimsenin fikri olmayacaktı. Kitap 1968 yılında yayınlanır yayınlanmaz etkisini gösterdi.
Lakin dediği üzere eseri Batı nezdinde ses getirmesine karşın tüm dünyada beklenen etkiyi de yaratmadı. Zira her halk ülkelerinde yaşanan propagandaların tesirine göre dünyayı görmeye devam etmekteydi. İdeolojiler, dogmalar ve dinler içine sıkışmış bir dünyada ne özgür iradeden ne de demokrasiden bahsedebilmek mümkündü. Bu kelimeler ancak ve ancak tabi olunan rejimlere gösterilecek sadakate göre kullanımına izin verilen kelimelerdi.
Bir zaman sonra Arthur London’un otobiyografi niteliğindeki bu eseri özellikle Batı politik dünyasını, Amerikan kapitalizminin yayılmacılığını, politik darbeleri işlemesi ve eleştirmesiyle bilinen yönetmen Costa Gavras’ın önüne geldi. Solun iyi bildiği bir isimdi Gavras. Yapımlarında politik olayları güçlü bir şekilde işleyen bir yönetmendi. Filmlerinin değişmez ve etkili oyuncusu ise Fransızların ve dünya film endüstrisinin yakından tanıdığı başka bir isimdi: Yves Montand.
Gavras kitabı inceledi, inceledi ve en sonunda etkilendiği bu eseri beyaz perdeye aktarmaya karar verdi. Arthur London’ı canlandırması için yine Yves Montand ile çalıştı. Onun ve kadronun oyunculuk gücüyle birlikte ortaya etkileyici bir yapıt çıktı. Sinemanın o vakitler halk üzerinde etkisi büyük olduğundan baskıcı Sovyet rejimi ve komünizmin totaliter yönleri bu filmle ortaya döküldü.
Kitabın basıldığı yıl olan 1968’te Prag Baharı yaşanmış, yarım milyon komünist rejim askeri tanklarıyla birlikte Prag’da Çek halkının üzerine yürümüştü. Gözlerin daha bir açıldığı 1970 yılında gösterilen film böylesi gelişmelerin yaşandığı dönemlerde despotik rejimlerin ne olduğunu anlamak için başlı başına bir yapıt halini aldı.
O Günlerden Bugüne Ne Değişti?
Şimdi gelelim bu esere neden bu kadar uzun uzun yer verdiğimize. Yakın yüzyılın “izm”lerinden olan kapitalizm ve sosyalizm yaratmış oldukları totaliter ve insan haklarını yok eden anlayışlarıyla günümüze ders olacak olağanüstü örneklerle dolu. Ama fark edebilene…
Evet o günün koşulları ve nedenler dikkate alındığında belki olan biteni anlamak mümkün olabilir ama bugün hala kaynağını insan aklı ve bilimden almayan dogmaya, dine ve tutucu fikirlere dayalı totaliter politik düşüncelerin itibar görmesinin nelere mal olacağını göremeyen insanların olduğunu bilmek pek anlaşılır bir durum değil. Dünyanın geneline baktığımızda politik temsillerin ve egemen güçlerin halen bu tür anlayışlarla dolu olduğunu görebiliyoruz maalesef. Oysa yeni bir dünya bizi beklerken…
İnsanın kendine bazı şeyleri itiraf etmesi zor gelebilir. Bildiklerinden, kendine belletilmiş veya saplantı düzeyinde kabullenmiş olduğu düşüncelerden sıyrılması pek kolay değil tabi. Bunu kabul ediyorum. Bugünden baktığımda epey yanlışla dolu, başıboş ve gereksiz değerlere bağlılıkla geçen bir hayatım olduğunu söyleyebilirim mesela. Alın size bir itiraf. Bu bir kayıp değil, ayıp da değil. İleriye doğru gitmek için altın bir tespit.
Nihayetinde aynı toplum düzeninde, bir kamusal yapıda, devlet içinde yaşıyoruz. Maruz kaldığımız şeylerin tamamının kaynağı kendimiz değiliz. Düşünün hele bir. Çocukluğumuzdan itibaren üzerimize iliştirilmiş, zorla yapıştırılmış neler var neler… Doğru bildiğimiz, kutsalcasına savunduğumuz kim bilir ne konular var.
Arthur London’da çocukluğundan itibaren maruz kaldığı toplumsal düzen, öğretiler, politik gelişmeler ve savaşlar sonunda bir düşünce biçimine erişmişti sonuçta. Ama yaşadığı olaylar sonunda durumu anlamış ve bir değişim de geçirmişti.
Nihayetinde hayata dair ilk öğrenmeleri, neye karşı nasıl bir tutum edineceğimizi, duygularımızı, düşünme biçimimizi, dinle harmanlanmış geleneksel düşünceleri, dilden dile dolaşan batıl hikayeleri, kimliksel betimlemeleri egemen toplum düzeninin sunduğu araçlar üzerinden almıyor muyuz? Okullar, ibadethaneler, kamusal alanlar, medya size ne anlatıyor? Bunların üzerine oturmuş egemen politik güçler size hangi masalları enjekte ediyor?
Toplum kendi başına türemez sonuçta. Her ne kadar bir toplum olamamış topluluktan öteye gidememiş olsak da nihayetinde bir kamusal düzene, devlete, kanunlara ve yönlendirmeler içeren politik kabullere göre biçimleniyoruz. Ama nasıl bir biçimlenme? Çarpık çurpuk etnik, dini, töresel ayrışmalar, saklı gizli ilişkilerle yürüyen bir mahalle düzeni, aile yapıları, insan kimliklendirmeleri…
Sonra her gün şu yaşadığımız saçma politik düzenin toplumsal sonuçlarıyla yüzleşip, hayal kırıklıkları, travmalar içinde geziniyoruz. Küçücük çocukların, sokak hayvanlarının, doğanın, kadınların, sosyal dezavantaja sahip kim varsa herkesin başından geçen dramlar…
Aile içindeki ilişkileri biçimlendiren, otorite anlayışına kaynaklık etme amacıyla yaşamın içine yedirilmiş sosyal değerler, sözde ahlak öğretileri, kabuller, korkunun ve korkuya dayalı ilişkilerin belletilmesi için zihne kazınan inançlar, tabular, yasaklar, bastırılmış dürtüler… Hepsi egemen sınıfların, ekonomiye, kaynaklara, üretim güçlerine sahip olanların hizmetine çalışan mevzular…
Düşünsenize küçük bir çocuksunuz ve neyin değerli, neyin önemli, kabul gören olduğuna ve hatta boyun eğilecek, tabi olunacak düzeyde yüce olduğuna ilişkin devamlı bir propagandaya maruz kalıyorsunuz. Etrafınız çevrilmiş. Ailede, okulda, mahallede her yerde… Büyükler kendi yanlışlarına sizi de adım adım taşıyor. Adeta kendi yanılgılarına, körlüklerine sizi de ortak ediyorlar.
Belletilmiş politik fikirler, belletilmiş inançlar, değerler, kalıp düşünceler. Tektipleştirilmiş ve tektipleştirilmeye devam eden hayatlar.
Sonuç: Yıllar geçiyor, kendine hiç itirafta bulunmamış koca bir toplum, koca bir ülke doğuyor. Geçmişiyle hesaplaşamamış, yanlışlarını kabullenmemiş, ileriye gitmek için olan biteni sorgulamamış, yargılamamış, vicdanı körleşmiş koca bir halk.
Sonra her gün soruyoruz: “Ne oluyor bu ülkeye?”, “Biz nasıl bu hale geldik?”
Daha çok sorarız. Ben itiraf ediyorum. Kendi adıma şunu söyleyebilirim. Geçmişle, geçmişimle barışık değilim. Gördüklerim, tanıklıklarım ve bir zamanlar beni o zamanların beni yapan ne varsa çoğunun yanlış olduğunun farkına vardığım andan itibaren barışık değilim. Herkesin kabul ettiği, onayladığı, neredeyse kutsallaştırdığı ne varsa benim için bir anlamsızlık ifade ediyor. İnsan hiç mi sorgulamaz hiç mi bir kere olsun “neden” diye sormaz arkadaş…
Politikanın toplumsal değerleri, düşünüş ve anlamları eken bir eylem olarak ortak alanlarımızı, yaşam biçimlerimizi kökten etkilediği çok açık. Ekilen şey akıl ve bilim oluyorsa başka bir toplum ortaya çıkıyor, tutucu fikirler, bağnaz düşünceler oluyorsa başka bir toplum. Bugünün dünyası da Arthur London’ın totaliter dünyasından farklı değil. Hatta daha ustaca bilinç biçimlendiren, yönlendiren araçlar da var artık. Devlet ise o günün devleti gibi hala çok güçlü. İnsan onca yıla ve yaşanmışlığa rağmen haklar konusunda sıkıntılarla boğuşuyor.
Ancak ne olursa olsun bütün olumsuzluklara rağmen; totaliter politik güçlerin bugün de aynı şekilde amaçları uğruna toplumlar üzerinde baskı kurmalarına, insanların düşüncelerine zincir vurmalarına ve zihni körelmiş halkların doğumuna neden olmalarına rağmen Arthur London gibi gerçeklere uyanacak kişiler de doğmaya devam ediyor. Bu da ayrı bir gerçek…