Işık Açıp Kapatma Muhalefeti

0
159

Saat tam 21. Akşamın bu saatinde gökyüzü henüz tam olarak kararmamıştı. Ama olsun bu alacakaranlık ortam da yeterli. Heyecanla koşuşturduk evde. Nihayet tepkimizi dile getirecek, ışıkları açıp kapatacaktık. Bir yandan kutsalcasına eylemi yaparken diğer yandan camdan dışarı bakıyorum. Ama o ne? Üç bilemedin beş daireden gelen karşılık dışında ortada hiçbir şey yok. Uzaklarda bir yerde semtin yüksek apartmanlarında birkaç pencereden daha ışık titremesi geliyordu. Hepi topu buydu işte.

Oysa siyaseti normalleştirme projesinin ortağı, ana muhalefet partisi lideri ne hikmetse aklına muhalefet yapmak gelmiş olacak gündüz konuşmuş ve emeklileri ve iktidarın uyguladığı politikalardan can çekişen kesimleri hatırlayarak “yeter” demişti. Hatırlanmak güzel bir şey öncelikle bunu söylemek isterim.

Partisinin grup toplantısında, giderek siyasetin çarşı diline alışmış olacak bağıra çağıra “Türkiye bu akşam saat dokuzda ayağa kalk. Evlerinde yanan ışıkları, eğer zam istiyorsan, emekliye zam istiyorsan, asgari ücrete zam istiyorsan, çaya buğdaya, Malatya’nın kayısısına, eğer bundan sonra fındığa, darıya, üzüme, narenciyeye fiyat istiyorsan, asgari ücret artsın, emekli maaşı en az bir asgari ücret olsun diyorsan, bu akşam dokuzda başlıyoruz.” demişti.

Ve devamında ışıkları açıp kapatmanın etki yaratması zayıf kalabilir düşüncesiyle yapıştırmıştı emri: “Işıkları yakın, ışıkları kapatın. Uzaydan görünecek”.

Emrin olur başkanım. Uzaydan görünecek şekilde biraz önce tamamladık…

Doğrusu bizler uzun zamandır toplum olarak kendi halimizde muhalefet yapmaya alışmıştık. Asıl bu yeni duruma nasıl alışacağız bilemiyorum. Ama muhalefet partilerinin de muhalefetimize katılacağı tuttuysa, ne güzel. Hoş gelmişler, sefa getirmişler.

Statükoya Karşı Toplumsal Muhalefetin Yükselişi

Bu çıkış bana yıllar öncesinden bir şeyleri, “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemini hatırlattı. O vakitler daha bir demokrasi vardı tabi, sivil itaatsizlik kabul görür, insanlar anayasal haklarını kullanarak meydanlarda toplanabilir ya da farklı yollarla tepkilerini dile getirebilirlerdi. Bugünkü gibi “normalleştirilmiş” bir toplumsal ortam yoktu.

Sene 1997’ydi. O vakitler Galatasaray Üniversitesi’nde iletişim alanında genç bir akademisyendim. Henüz doktora bitmemişti.

Gazete, dergi çıkarma bakımından az sayıda kişinin yetkin olduğu teknik işleri iyi bilirdim. Yayın hazırlık ve baskı teknolojisinde değişimin yaşandığı yıllardı. Masa üstü yayıncılıkta önemli aşamalar kaydedilmiş, Macintosh bilgisayarlar ve yazılımlar sayesinde grafik ve tasarıma ilişkin tüm işler artık el yordamı yapılan işler olmaktan çıkmıştı. İstanbul Üniversitesi’nde henüz öğrenciyken başladığım bu deneyim ve bilgi birikimi üniversiteye asistan olarak girmemle birlikte ilerlemiş, oradan ayrılıp Galatasaray Üniversitesi’ne geçince de ilk iş olarak masa üstü yayıncılık alt yapısının kurulması için çabalamıştım. Kolay olmamıştı tabi. Gazeteciliği öğretmek, basılı her tür yayın çıkarmak ve uygulamalı öğretim için böylesi bir teknik alt yapı gerekiyordu. Nihayetinde öğrenciler için uygulamalı eğitim şarttı. Lakin okul yönetimi hem bilimsel hem de sektörel bakımdan konuya uzak olduğundan birbirimizi anlamamız oldukça güçtü.

Cihazların pahalı olması da bir o kadar sıkıntı yaratmış, üniversite yönetiminin bütçe ayırmasını engellemişti. Çoğu hukukçu ve idari bilimler alanından akademik kadroyla yol alamıyorduk sonuçta.

Aklımda kaldığı kadarıyla o zamanlar piyasadan masa üstü yayıncılık teknolojisini gerektiren işler bulmuştum. Biri bir ajans üzerinden gelmiş ve bir otomotiv markasının teknik kitapçıklarının çevirisi ve aynı şekilde basımını ilgilendiriyordu. Çok iyi bir gelir modeli oluşunca üniversite döner sermayeye dayalı bir birim oluşturma heyecanına girmişti. Bu gelişme sonuçta cihazların alım yolunu açmıştı.

Üniversite binasının tarihi nitelikte olması, fiziksel alan ve teknik alt yapı yetersizliği gibi nedenlerle sıkıntılar çektiğimizi hatırlıyorum. Lakin bu sıkıntılar böylesi bir değişime direnenlerin yarattığı sıkıntılar kadar büyük değildi.

Her değişim her yerde bir şekilde direnç yaratıyor. Normal karşılamıştım. Zira fakültenin ilk yıllardaki akademik kadrosunun neredeyse tamamı iletişim alanı dışından istihdam edilmişti. Bizim iletişim fakültelerinin kaderidir bu. En başlarda tıp gibi, hukuk gibi belirli sınırlar ve koşullar konulmayınca sosyal bilim alanı olarak farklı her bilim alanından gelen kadrolar tarafından kolayca işgale uğradı. Uzun bir zaman süreci içinde de çürüdü gitti. İletişim alanından olan akademisyenleri bıktıracak kadar alan dışı istihdam sonucunda fakülteler ne bilmesi gerektiğini bilmeyen akademisyenlerle doldu taştı, defolu bir hal aldı.

Konumuz tabii ki bu boyutla ilgili değil. Ancak bu boyut aynı zamanda o yılların ortamını, sosyolojik halini anlamak bakımından önemli. Anlayacağınız statüko toplumsal ruha yerleşikti.

Teknik alt yapıyı oluşturunca nihayet okulun uygulama gazetesini de çıkarmaya başlamıştık. O da oldukça sıkıntılı bir sürecin sonunda gerçekleşmişti. Dönemin dekanının dediği gibi “kendisi de iletişimci değildi ve hep beraber öğreneceklerdi.” İşte böyle bir dönemde dönemsel yayın çıkarmaya yönelik işler de almaya başlamıştık. Radyo Televizyon Yayıncıları Meslek Birliği’nin dergisini çıkarmıştık mesela.

Yine o tarihlerde, bir zamanlar İstanbul Üniversitesi’nde, daha da kötü koşullardaki İletişim Fakültesi’nin dökülmekte olan binasının giriş katında, iki kişinin zorla girebildiği bir odayı birlikte paylaştığım bir meslektaşım aramıştı. Adnan, gazetecilik alanında çalışmış bir hukukçuydu. Konusunda saha deneyimi olduğu için okulun akademik kadrosundan çok ileri bir vizyona sahipti. Ancak fakülte cadı kazanı gibiydi. Düşündüğü şeylerin hayata geçmesi zordu. Üniversitedeki ortamı yaşadıktan sonra biraz şaşkın ve buruk olarak ayrılmayı tercih etti. Bir süre avukatlık yolunda ilerledi.

Birkaç arkadaşıyla gelmek, görüşmek istediğini söylemişti. Üniversitenin Ortaköy’de olması işleri kolaylaştırıyor. Oturup konuşacak bolca mekân var nihayetinde.

Akşam üstü buluştuk. Başta epey mesafeli duran kendisi gibi avukat bir arkadaşını tanıttı. Daha sonraları işleri beraber yürüteceğimiz Ahmet’le dost olduk. Maddi imkanlar kısıtlıydı. Bir grup hukukçu olarak dergiyi hayata geçirme planı yapıyorlardı. Lakin teknik hazırlıklar, grafik tasarım, baskı ön hazırlıkları konusunda çözümleri yoktu. Maddi kısıtları nedeniyle üniversiteyi ikna etmem de zor olacağından kişisel olarak konuyu üzerime almıştım. El mahkûm dergiyi hazırlamaya koyulduk. Yazılar, görseller hazır olunca buluşuyor tasarım uygulama yapıyorduk.

“Açık Sayfa” Hukuk dergisi böylece hayata geçmiş oldu.

Akademik alanda olduğumdan ismim arka planda kalacaktı. Ancak yayın beni hukuk dünyasından birçok kişiyle tanıştırmıştı. Akın Atalay, Ergin Cinmen bu zaman zarfında yayın nedeniyle görüştüğüm isimler oldular. Tabi yayın için bir araya gelince sadece yayınla ilgili konular konuşulmuyor. Politik görüşler, dönemin yaşanan güncel politik ortamı dile geliyor, ülkenin içinde bulunduğu koşullarda sorunların nasıl çözülebileceği üzerine fikirler havada uçuşuyordu.

Erbakan ve Çiller’in oluşturduğu RefahYol koalisyonu dönemiydi. Ülkedeki tüm kamusal kurumlar sağ ve muhafazakâr bir politik çizgide hiza alıyordu. Bunu üniversitelerde dahi hissetmek mümkündü.

Koalisyon hükümeti henüz yolun başındayken, 96 yılı Kasım ayında Susurluk’da bir kaza olmuş ve kazanın içinden çıkan isimlerle birlikte devleti temsil eden kişilerin yasadışı gruplarla ve mafyayla ilişkisi sorgulanır hale gelmişti. İtalya’daki gladio deneyiminin bilindiği yıllarda Türkiye’nin halen “derin devlet” olarak ifade edilegelen bir halden çıkamamış olması herkesi geriyordu. Toplumsal muhalefet gün ve gün büyüyordu.

İşte böyle bir dönemde “Sürekli Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi” adıyla bir grup öne çıktı. 97 Şubat’ının başıydı. Ve bu girişimde öne çıkan isim Avukat Ergin Cinmen’di.

O yıllar bu yıllar gibi değildi. Toplumsal muhalefet diye bir kavramdan bahsedebiliyorduk. Zira toplumun okumuş etmiş kesimleri politika yapıyor, konuşuyor, anlatıyor, eylem yapabiliyordu.

Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan eyleme katılan vatandaşlar için, “Gulu gulu dansı yapıyorlar” derken yine dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan “Mumsöndü oynuyorlar” diyerek sinsice eylemi başka bir mecraya çekmeye çalıştı. Amaçları barışçıl bir eylemi sözde itham ederek ve ortamı gerginleştirerek tepkileri yasal sınırların dışına taşımaktı. Ama vatandaşlar oyuna gelmedi. Şubat ayı sonuna kadar devam eden eylemler, 28 Şubat’ta Millî Güvenlik Kurulu toplantısını takip eden sürecin sonunda hükûmetin düşmesiyle sona erdi.

O vakitler toplum aklı bambaşkaydı. Bugünden çok farklı, demokrasi bilinci bakımından daha nitelikliydi. Açık Sayfa işte bu gelişmelerin yaşandığı bir süreçte ön hazırlıklarını tamamladı ve Nisan 1997’de yayınlandı.

“Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” Eyleminden “Aç Kalmayalım Abi” Eylemine

Işıkları kapatıp açarak bir tepki göstermek muhalif bir tavır olabilir tabi. Ancak bugün o günlerden çok uzak bir yerdeyiz. Bugünün toplumu maalesef demografik olduğu kadar kültürel ve sosyal olarak da büyük bir değişim geçirdi. 2000’lerin başında doğan ve bugün genç diyeceğimiz kişiler tek parti rejimiyle büyüdüler.

Demokrasi algısı o günün toplumsal hafızasındaki demokrasi algısından da çok uzaklarda. Temel hakları konusunda bilinç yetersizliği yaşayan, çok az bir kesim hariç okumayan, sorgulamayan, yapma, eyleme iradesi elinden alınmış, uyuşturulmuş bir kitleyle karşı karşıyayız. Üzülerek söylüyorum, maalesef toplumun ileri olarak addedilen kesimlerinin dahi değil eylemsel düşünsel tepki bile vereceklerini sanmıyorum.

Kaldı ki muhalefet partileri de bu bakımdan gerçek anlamda zamanın ruhuna uygun olarak gelişmiş partiler değiller. Evet tamam ülke fiziksel olarak gelişti, büyüdü ama aklen maalesef gelişemedi gitti.

Muhalefet partilerinin şunu anlamaları gerekiyor. Öncelikle yeni gelen kuşağa politik bilinç verme bakımından çözümler üretmeliler, boş bir nesille karşı karşıya olduklarını kabullenmeliler. Tabi bunu yorumlamak ve ne yapmaları gerektiğini çözümlemek için de öncelikle kendilerini, kapasitelerini bilmeleri şart. Sonrasında bu nesle hakları için nasıl mücadele etmeleri gerektiğini sabırla öğretmeliler.

Ayrıca o günün iktidarı da yok bugün. Devletin kadrolarını eline almış, özellikle yasa ve güvenliği ilgilendiren alanlarda kadrolaşarak büyük bir güç alanı elde etmiş, uzun zamandır iktidarda olmanın avantajıyla halk üzerinde totaliter her şeyi yapabilecek kadar kendini ölçüsüz düzeyde engelsiz gören bir iktidarla karşı karşıyayız. Halkın sesi onların kulaklarında sivrisinek vızıltısı bile değil. Zira halk umurlarında değil.

Yazık ki Türkiye onca yıl sonra politik sorunlarına halen bir “ışık açıp kapatmayla” çözüm arıyor. Acı olan şu ki bir zamanlar aydınlık bir ülke olmak için yaptığı eylemi şimdi aç kalmamak için yaparak sorunlarına çözüm bulacağını sanıyor.

Politik partilerin, devlet ve toplumun her karışını, kurumlarını işgal ettiği, toplumsal reflekslerin yok edildiği bir zamandayız. Politik partiler dünün politik partileri olmaktan da çok uzaktalar. Toplumsal muhalefet gibi kavramlar içi boşalmış kavramlara döndü. Bugün elimizde artık yalnızca politik partiler tarafından tüketilmlş bir ülke kaldı. Ve maalesef onun da ne demokratik kurumları var ortada ne de demokratik aklı…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz