Pek bir şey değişmemiş gibi. Tepede bir güneş, bunaltıcı bir sıcak, dip dibe şezlonglarda koyu sohbetler, az ötede dubadan atlayan çocukların çığlıkları, beş dakikada bir “taze midye isteyen var mı?” diye önümde dolanan satıcı.
Yattığım yerden iki bacak arası denizi gösteren bir fotoğraf çeksem de paylaşsam nasıl olurdu acaba? Hani bacaklar o kadar biçimli de görünmüyor ama güneş altında gideri var gibi. Gösterişli bir meyve tabağını tutarak mı yapsam? Şöyle zengin gösteren türünden. Belki elimde bir margarita bardağı. Yok yok o kadarı da fazla kaçar. Buna bir dolu şey yazarlar şimdi. Ya oğlum sanki bu görüntüye yazmayacaklar, ne tuhaf adamsın. Ama şu güneş şemsiyesi hiç olmaz. Düpedüz pazar işi. Havası yok bunun, imajı bozar.
“Hocam hocam yoksa sen de mi burjuvasın?” diyenleri duyar gibi oldum. “Ne yani bir eksiğimiz mi var?” diye basar geçerim. Amma da gırgır olur.
Ama yol yakınken vazgeçsem iyi olacak. Şu Instagram takımını tiye alayım derken büsbütün tiye alınıp dalga konusu olacağım.
Yani arkadaş gıcık oluyorum doğrusu böyle fotoğraf paylaşanlara. İşiniz gücünüz mü yok sizin, derdiniz ne? Sosyal medyada paylaşacak bir şeyiniz mi kalmadı? Tamam anladık insan mutlu anlarını paylaşmak isteyebilir ama böyle bir fotoğrafın anlamı ne? Neyini göstermeye çalışıyorsun anlamadım gitti.
Zaten artık birçok şeyi anlayamıyorum. Ya toplumun çivisi tümüyle çıktı ya da ben toplumdan çıktım.
Şu Bodrum denildiği gibi doğrusu. Esnafta da gelen geçende de yüzler asık. Eh olacağı buydu. Pahalılığın faturasını ödüyorlar sonuçta. Yani pervasızca yaptıkları kazıkçılığın. İster istemez kulak kabartıyorum konuşmalara. Sıkış tıkış ortam, gel de dinleme. Öte yandan yine bir müzik cızırtısı, koşuşturan çocuklar, çığlıklar. Dejavu! Lakin konuşmalar biraz değişmiş. Eskisi gibi “ne önemi var şekerim”, “tatildeyiz olacak o kadar”, “o da önemli mi gönüller hoş olsun” gibi bonkörlük cümlelerini duymuyorum. Emekli bir gruba çattım galiba.
Şu hayata dair görme, okuma biçimlerimiz, anlam üretimlerimiz nasıl da farklı.
Şurayı, şu anı sosyal medya üzerinden paylaşsam görsele bakanlar içinden beni tanıyanlar ne düşünür, tanımayanlar ne düşünürdü acaba? Ya da tanıyanlar içinde ne gibi farklar ortaya çıkardı?
Yaşadığımız müddetçe her an, her dakika, her saat, her gün, uzak yakın fark etmeksizin her şey için bir okuma, bir anlamlandırma yapıyoruz. Nesnelere, doğaya, insanlara, olaylara, kavramlara, kelimelere… Hatta şu an bu satırlara da. Gözümüzle görebildiğimiz, kulağımızla duyabildiğimiz, okuyabildiğimiz, dokunarak hissedebildiğimiz ne varsa anlam olarak yeniden ve yeniden üretiyoruz.
En basit gibi gelebilecek şeylerden en karmaşık, en sofistike konulara kadar her şey ama her şey hakkında anlamlar üretiyoruz.
Lakin o anlamlar sandığımız gibi aynı değil.
Benzer nesnelere baksak, aynı dilden konuşsak, aynı haberi dinlesek ya da izlesek de zihnimizde oluşan anlamlar farklı. Fiziksel sınırlar bir yana hepimiz yaşadığımız hayattan edindiğimiz bilgi, deneyim ve becerilerle farklılaşırken okumalarımızda da farklılıklar yaşıyoruz. Yaşadığımız ülkeye, şehre, kültüre, inanca, aldığımız eğitime, yaşımıza, boyumuza, cinsiyete varıncaya kadar her bakımdan farklılıklar düşüncelerimize, ruhumuza yansıyor.
Misal hayatı boyunca yoğun bir biçimde geleneksel öğretiler, düşünceler içinde ya da dini fikirlerle yaşamış birinin gelenek ya da din temsillerine, kavramlarına, nesnelerine yüklediği anlamlar ile seküler bir düzen içinde eğitim almış, yaşam biçimi itibariyle modern öğretilerden geçmiş birinin verdiği anlamlar illaki farklılaşacaktır. Ya da kadınların toplum içindeki yerinin çok geri planda kaldığı kültürel ya da dini öğretilerle donanmış bir topluluktaki kişinin kadının sosyal statüsüne bakışı ile yine tamamen farklı bir yaşam ve öğretiler dünyasından gelmiş birinin bakışı da farklı olacaktır. Ülkeler, kültürler arasında da farkların olduğunu görmek mümkün. Gözünü Hindistan’da açmış birinin ineklere tanrı muamelesi yapması size ne kadar saçma geliyorsa onlara da inek eti yemeniz o kadar saçma, günah geliyordur mutlaka.
Dijitalle gelen kitlesel iletişimdeki değişimler her ne kadar bu farkları kırıyor, geçmişin basmakalıp düşünce biçimlerini orta yerinden parçalıyor olsa da görünen o ki eski dünyanın değerleri halen baskın.
Özetle söylemek gerekirse hepimiz etrafımızda tanık olduğumuz her şey için bir okuma yapıyoruz. Ancak okuma biçimlerimiz ve okuma neticesinde oluşan anlamlar farklı. Aynı okullarda, aynı öğretilerle aynı eğitim düzeni, aynı mahalle, aynı arkadaşlarla hatta aynı aile içinde bir hayat geçirilmiş olunsa dahi bazı farkların gelişmesi kaçınılmaz. Günün sonunda her birimizin benliği farklı.
Lakin burada toplumsal okuma olarak konuya bakıyoruz. Yani bir toplum içindeyiz, toplumdaki gelişmelere tanık oldukça birtakım görüşlerimiz oluşuyor. Bazılarımızda benzer görüşler oluşurken bazılarımız farklı. Bu nedenle toplumsal kanaatin gelişmesine ortak düşüncelerin oluşmasına yol veren nedenleri anlamak bakımından okuma biçimleri dikkat çeken bir konu oluyor.
Şimdi şu dibimdekilerin aşağı yukarı nasıl bir kültürel arka plana sahip olduklarını konuşmalarından çıkarabiliyorum. Biraz kulak kabartmam yeterli. Çocuklarını vermek istedikleri okullardan, geçen yıl gittikleri yerlerden, işlerinden söz ederlerken, seçtikleri kelimelerden hatta mimik, jest ve tavırlardan kabaca toplumdaki sosyo-kültürel kesitlerini çıkarabiliyorum. Dolayısıyla çatışmasız iletişim kurabilmek için hangi sınırlara dikkat etmem gerektiğini de anlıyorum. Tabi bu benim gibi birinin anlamları…
Okuma ve ürettiğimiz anlamlar üzerinde etkili olan çok sayıda etken var. Aile, mahalle, okullar, cemaatler gibi kapalı topluluklar, medya, sivil toplum kurumları gibi sosyal yapılar ve nihayet hepsinin üzerine kurulmuş koca bir devlet ve onun ideolojik telkinleri. Dolayısıyla neyi nasıl okumamız gerektiğini devamlı ve düzenli bir şekilde bize gösteren, göstermeyi geçtim adeta belleten egemen bir düzenle karşı karşıya olduğumuzu sanırım anlamış olmalıyız.
Başkaca yazılarımda sık sık söylediğim üzere insan bilincini biçimlendiren, kontrol altında tutan en önemli güç egemen politik sınıftır. Zira bu sınıf devlet araçlarını kontrol eder, yönetir ve ideolojisini bu araçlar üzerinden aktarır. Yani bu sınıfın araçları, eğitim, din, kitle iletişimi gibi alanlardaki tüm yapılar bize devamlı olarak müdahale eder, okumamızı biçimlendirir, kendimizi, kendi dışımızı, etrafı nasıl görmemiz gerektiğine dair yönlendirmeler, yetmezse zora dayalı uygulamalar yapar.
Öyle sanıldığı gibi bugünün düzeninde şiddete çok fazla gerekte yok. Misal eğitim yaşındasın, okuyorsun. Okulu bitirmek için gayet doğal olarak sınavları geçmen lazım. Sınavları geçmen içinse verilen her içeriği verildiği gibi öğrenmen gerekiyor. Aksi taktirde sonuç belli. Yok farkındalığın var ve metinleri eleştiriyorsun. Vay haline. O zaman devreye güç temsilleri girecektir mutlaka. Sınırlar hatırlatılır, yeniden hizaya getirilirsin. Büyük bir yarışın içinde olduğun, dayatılan ne varsa onu olduğu gibi alman gerektiği sürekli olarak hatırlatılır. Hala mı direniyorsun? O zaman olacaklara katlanırsın. Sözde ilerlemenin dışına itilir, toplumda edineceğin o pırıltılı dünyadan mahrum olursun. İyi düşünmelisin.
Buna “sosyal ayıklama mı” dersin, “toplumsal seçilim mi” dersin ne dersen de. Sosyologlar iyi bilir böyle işleri. Sonuçta egemen düzen seni ayıklamasını bir güzel bilir.
Evet, politik iktidarı oluşturan tüm toplumsal yapılar ve araçlar (aile, okul, cemiyet, kitle iletişim araçları vs.) yaşamı nasıl görmemiz, algılamamız, öğrenmemiz ve düşünmemiz gerektiği konusundaki en baskın yapı ve araçlardır. Günlük yaşamdaki tavırlarımızı, eylemlerimizi ve düşüncelerimizi doğrudan etkileyen otorite yapılarıdır. Ama bütün bu baskın araçlara rağmen okuma ve anlamlandırmaya ilişkin pasif bir varlık olduğumuzu söylemek de epey bir yanlış olur.
Sanırım insan yarattığı düzenin de panzehiri.
Zira “insan politik bir hayvan” ve ne kadar egemen varsa o kadar da muhalif olacak. Nihayetinde düşünen varlık olarak insan illaki doğanın her canlı için ortak bir yaşam alanı olduğunu görecek, politik anlam üretecek ve köpeklerin de yaşam hakkı olduğunu, katledilemeyeceğini savunacak, dile getirecek.
Kitle iletişim alanında, “kodlama-kod açımı” görüşleriyle okuma biçimlerine ilişkin yaklaşımlar ortaya koymuş önemli bir araştırmacı var: Stuart Hall. Jamaika kökenli Hall uzun yıllar İngiltere’de kültürel çalışmalar alanında araştırma ve yayınlar üretmiş bir sosyolog, akademisyen. Döneminde iletişim kuramları alanında kabul görmüş olan iletişim içerikleri yani mesaj alıcısının pasif olduğu, alıcının ne gönderilirse onu olduğu gibi aldığı düşüncesini yıkarak; aslında bunun öyle olmadığı, alıcıların sanıldığı gibi pasif olmadığı, içerikleri alımlarken farklı okuma biçimlerine sahip olduğu yönündeki görüşleriyle bilinir. Televizyon izleyicilerinin, birer içerik alımlayıcısı olarak “hegemonik okuma”, “müzakereci okuma” ve “muhalif okuma” biçimlerinde konum aldığından bahsederek, mesajı üretenler ve mesajı alanların bu üç biçime göre iletişim sürecine dahil olduklarına değinir. Yani ya egemen düzenin sunduğu mesajlara boyun eğersiniz ya o mesajların arkasındaki amaçların farkında olur ona göre yorumlarsınız ya da egemen dile karşı durarak mesajları sorgular, karşı durursunuz.
Tabi medyada içerik üretenler de boş durmuyor. Mesela televizyon izleyicilerinin mesajlara karşı alabileceği konumlardan hareketle televizyon yönetimi içerik üzerinde etkili olmak için çalışmalar yapar. “Okuma”yı biçimlendirmeye çalışır. Kim adına? Tabii ki egemen sınıf. Neyin nasıl anlaşılması gerektiğine dair titiz çalışmalar yapar, anlaşılmaması gereken konuların anlaşılmaması, anlaşılacak olanların da egemenin amaçlarına özgü anlaşılmasını sağlamak amacıyla profesyoneller aracılığıyla işler üretirler.
Hegemonik okumada medya mesajları TV tarafından sunulan anlama uygun bir biçimde okunur. Toplumda egemen sınıfın çıkarlarına özgü düşünceler ekilir. Müzakereci okumada, halkın büyük kısmı medya mesajlarının içinden çıkarılması istenen hâkim anlamın ne olduğunun farkındadır. Anlamların arkasında var olan ilişkileri, çıkarları tanımlayabilir. Muhalif okumada ise izleyici metnin içeriğini bütün anlam ve yan anlamlarıyla birlikte çözer ve bunlara karşı tutum alır. İşte politik alana hâkim olmaya ilişkin çabaların tümünde TV gibi toplumun bilinç üreticisi olan tüm yapı ve araçları, muhalif okumanın gelişmesinin önündeki en önemli sorun olarak ortaya çıkar.
Bugünün toplum ve devlet düzeninde egemen sınıf ve onun temsili olan politik iktidar hegemonik okumanın gerçekleşmesi, toplumun dayatılan anlamlara rıza göstermesi adına tüm araçlarıyla, var gücüyle yükleniyor. Sokak köpeklerinin katledilmesini içeren yasa önerisine ilişkin son bir hafta boyunca yaşananlar gibi daha birçok konuda düzenin araçları propagandalarına devam ediyor.
Ama bugünün dünyası farklı arkadaş. Kitle iletişim araçlarının etkisi yerini çoktan kaybetti. Dibimdeki şezlongda gençler karşıt görüşlerini, sosyal medyadaki paylaşımlarını konuşuyor. Muhalif okuma her geçen gün yükseliyor. Kimsenin müzakereye bile tahammülü yok.
En iyisi gümüş rengi plaj ayakkabımla çekeyim şu fotoğrafı. Olmuşken tam olsun…